Sonbaharın Rüzgarına En Etkili İlaç Nedir? Hint Yemeği!

Londra’da yağmur ve soğuk bu sene kendini erken gösterdi. Daha Eylül gelmeden havalar bozmaya başladı. Geçenlerde yağmurlu bir akşam, iş çıkışında çok acıkmıştım. Haydi dedim eşime, Pakistanlıların mahallesine gidelim yemeğe. Eşim de şaşırdı, çünkü ben pek Hint yemeği sevmem. Neden mi? Çünkü acıyla hiç aram yoktur. Hintlilerin çoğu yemeği acılı, acı olmayanlara da o kadar çok baharat koyuyorlar ki, kasenin içindeki sosta yüzen şey et mi tavuk mu, neredeyse o bile belli olmuyor 🙂 Bu pişirme tekniği yüzünden, balığı, eti kendi lezzetini ortaya çıkaracak şekilde pişiren Türk yemek kültüründen gelen ben, Hintli kardeşlerimizi esefle kınıyordum. O kadar sos koysan en tatsız şey bile lezzetli olur gibi geliyordu bana. Ama eşimin hararetli tavsiyelerine dayanamayarak bir kere buraya gittiğimde gördüm ki her şey çok leziz. Dolayısıyla Hint yemeklerini artık seviyorum diyebilirim.

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Acısız kuzu eti Lamb Korma (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Aslında Hint değil, Pakistan yemeği demeliyim belki de. Bu iki komşu ülkenin yemek kültürleri aşırı benzese de Pakistan yemeği tanımlaması sanki daha doğru olacak. Çünkü camekanında “kesinlikle içki satmayız” yazan, katı tavırlı Müslümanların mahallesinde bulunuyor bu içkisiz ve helal lokanta. Gittiğimiz yer Hindistan-Pakistan kökenlilerin oturduğu, güney Londra’daki Tooting semti. Lokantanın adı ise Spice Village (Baharat Köyü). İsmiyle müsemma derler ya, aynen öyle! 🙂 Burayı bize eşimin bir İngiliz arkadaşı tavsiye etmişti. İyi ki de etmiş! Önden bizdeki hesap bidavaya, üç değişik sosla servis edilen papadom adlı kıtırlar geliyor. Yemekler hem şahane, hem de çok ucuz. Porsiyonlar da büyük, doymamak söz konusu değil 🙂 Hatta fazla gelince paket de yapıyorlar. Servis yapan garsonlar kibar ve güler yüzlü. Eskiden burada sadece nakit alırlardı, artık belli bir meblağın üzerindeki hesaplarda kredi kartı da geçerli. Mekana bu sefer gittiğimizde bir de ne görelim?! O salaş, gösterişsiz lokanta yeniden dekore edilmiş; adeta üzerine bir Pakistan düğünü şatafatı ve parıltısı eklenmiş. Allah dedik, fiyatlara yansıtmışlardır bunu. Ama fiyatlar artmamış. Bunun için bir artı puan daha bizden Spice Village‘a!

Neler mi yedik? Başlangıç olarak nohutlu, yoğurtlu sıcak bir yemek, ki hafif acılıydı ama muhteşemdi. Adı samosa chaat. Eşim sinirsiz, ağızda dağılan yumuşaklıkta bir kuzu eti yedi. Yani Balti Ghosht. Ben de acı olmayan az sayıda yemekten Lamb Korma, yani acısız, hindistancevizi sütü soslu kuzu etini ve biryaniyi seçtim, ama eşimin yemeği daha güzeldi. Çünkü bence bu sos, tavuk etiyle daha çok yakışıyor. Chicken Korma almak daha mantıklı olabilirdi. Bu biryaninin güzel yanı, kuzu etli veya tavuklu veya deniz mahsullü veya sebzeli, yani aklınıza gelecek her malzemeyle yapılabilmesi. İstediğinizi seçebiliyorsunuz. Bu Hintliler tuzlu, tatlı ve mangolu olmak üzere üç çeşit yoğurtlu içecek yapıyorlar. Adına da lassi diyorlar. Tatlı ve mangoluyu tabii ki denemeyi aklımdan bile geçirmedim! 🙂 Ama tuzlu olanı bildiğimiz ayran. Baharatlı Hint yemekleriyle de güzel gidiyor. Burada da çektik ayranımızı anlayacağınız 🙂 Kalanları da paket yaptırdık. Yedik güzelleştik 🙂

Harika nohutlu başlangıç yemeğimiz... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Harika başlangıç yemeğimiz samosa chaat (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eşimin yediği ana yemek... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eşimin yediği ana yemek Balti Ghosht (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Nefis biryani, yani etli / tavuklu / deniz ürünlü pilav... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Nefis biryani, yani etli / tavuklu / deniz mahsullü pilav… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Buranın müşteri kitlesi hem beyaz İngilizlerden, hem de Pakistanlı ve Hintlilerden oluşuyor. Ailelere de uygun. Siz de yağmurlu bir sonbahar akşamı içiniz üşürse, Spice Village’da alın soluğu. Pişman olmayacaksınız. Tooting dışında Ilford ve Southhall’da da şubeleri var. Herkese bol baharatlı günler! 🙂

Lokantanın internet sitesi: http://www.spicevillage.co.uk

Adresi: 32 Upper Tooting Road, Tooting, London, SW17 7PD

Açık olduğu saatler: 

Pazartesi-Perşembe arası ve Cumartesi-Pazar: 12:00-00:00
Cuma: 14:00-00:00

İngiltere’de Göçmen Olmak…

Bugün İngiliz The Times gazetesi “Migrant Benefits” (Göçmenlerin Sağladığı Yararlar) başlıklı şahane bir başyazıya imza atmış. Yazı özetle göçmenlerin İngiltere’ye zarardan çok fayda getirdikleri ve sağcı partilerin bunu bir türlü anlamak istemedikleri temasını işliyor. Göçmenlerin ülkeye ekonomik, kültürel ve finansal yönden kazanç sağladıkları gerçeğini inkar eden popülizme siyasetçilerin karşı çıkması gerektiği fikrini savunan makale, benden (ve eminim buradaki birçok göçmenden!) tam not aldı.

The Times genelde sağcı bir gazete olarak değerlendirilir, ama The Daily Telegraph kadar körü körüne, ölümüne sağcı ve Kraliyetçi değildir. Akılcı, bağnaz olmayan bir şekilde sağ eğilimli olduğu söylenebilir. Bu gazetede yayımlanan bazı köşe yazıları neredeyse solcu bir gazete okuyormuşsunuz izlenimine kapılmanız için birebir. Hatta bu yazının da onlardan biri olduğu söylenebilir.

Burada ülkedeki göçmenleri ve onlara genel yaklaşımı anlatacak bir parantez açalım: Ülkeye daha eski dönemlerde gelmiş olan bazı göçmenler topluma entegre olmamış ya da olamamışlar, İngilizce bilmiyorlar ya da öğrenmek istemiyorlar, bazılarının işi gücü bile yok. Bu insanların bir kısmı devletin sosyal yardımlarını (işsizlik, sakatlık yardımı, sağlık yardımları, belediyelerin verdiği ücretsiz evler) iliğine kadar sömürmüşler, hala da sömürüyorlar. Örneğin belediyenin kendilerine verdiği bedava evde oturuyorlar, ama belediyeden habersiz kiracı alıp kira parasını da bir güzel ceplerine atıyorlar. Bunun sonucu olarak da onlara karşı bir önyargı, hatta nefret doğabiliyor, işe yaramayıp bir de üstüne vergilerimizi yiyorlar diye. İngiltere’deki sağcı partiler göçmen karşıtı bir görüşü yıllardır körüklüyorlar. Irkçı İngilizler “İngiltere’nin işleri İngilizlere gitsin” (British jobs for British people) diyerek bunu pekiştiriyorlar. Dolayısıyla birkaç yıldır iktidarda olan sağ eğilimli Muhafazakar Parti, Genel Başkanı ve Başbakan Cameron’ın öncülüğünde gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde oylarını artırmak için sürekli var olan vizeleri kaldırıyor ve ülkeye daha fazla göçmen girişini engellemeye çalışıyor.

Örneğin 2007’de İngiltere‘ye ilk geldiğimde var olan tam üç değişik çalışma vizesi (Yüksek Vasıflı Göçmen Programı yani Tier 1 General, Öğrencilik Sonrası Çalışma Vizesi yani Tier 1 Post Study Work ile çocuk bakıcılığı yoluyla İngilizce öğrenmeye dayalı Au pair vizesi) şu an itibarıyla kaldırılmış durumda. Artık Türk vatandaşı olarak İngiltere’ye gelmenin yolları ya Ankara Anlaşması’na başvurmak, ya İngiltere vatandaşıyla evlilik yapmak ya da Tier 2 denen şirketinizin size sponsor olmasına dayalı vize. Bunların hiçbiri yukarıda saydığım eski vizeler kadar kolay yollar değil. Ankara Anlaşması için şirket kurmanız, belli bir sermayeye sahip olmanız ve ürün ya da hizmet satmanız bekleniyor. Sponsorluk da çoğu şirketin istediği bir şey değil, çünkü bir İngiltere vatandaşını işe almak her zaman çok daha kolay. Zira şirketin sponsorluk ücretini ödemesi ve sizin başvurunuz için belgeler sunması gerekiyor.

Tekrar makaleye dönecek olursak İngiltere’ye Mart 2013-Mart 2014 döneminde göç eden kişi sayısı 243.000 ve bu rakam bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 40 oranında bir artışa işaret ediyor. Gazete buna binaen Başbakan Cameron’ın ülkedeki göçmen sayısını yılda 100.000’den aza indirme taahhüdünün gerçekçi olmadığını savunuyor.

Gazetenin dikkat çektiği bir ikinci nokta, bu yeni göçmenlerin çoğunun AB ülkesi vatandaşı ve çalışma yaşında olması. Dolayısıyla devlete ödedikleri vergi, devletten aldıkları sağlık vb. hizmetlerin maliyetinden yüksek. Yani İngiltere’ye adapte olabilmiş, İngilizce bilen, çalışan göçmenlerle diğerlerini aynı kefeye koymamak gerekiyor. Bu basit denklemi kurmak herhalde bazı insanların, partilerin ve siyasetçilerin işine gelmiyor. Üstelik, diyor The Times, göçmenlik karşıtı politikalar güdüyorsunuz ama İspanya çoğu emekli olup oraya yerleşen 700.000 İngilizi istemiyorum dese ne yapacaksınız?

The Times’a göre toplumda kanaat önderi olarak görev yapan İngiliz siyasetçilere burada düşen görev, göçmenlerin İngilizleri işlerinden ettiği efsanesini yalanlamak, zira bu doğru değil. Tam tersi göçmenler işgücü piyasasındaki boşlukları dolduruyorlar. Göçmenleri istemiyorum diyenlere sorum şu: kim çalışacak o zaman fast-food lokantalarında, kim dağıtacak bedava dergilerinizi, kim servis yapacak lokantada masanıza, kim dizecek markette rafları, kim kaldıracak trenleri? İngiltere doğumlu, beyaz İngilizler yapmak ister mi bu işleri? Genelde hayır. Ya da Noel, Paskalya gibi dini bayramlar döneminde çalışır mı Hristiyan İngilizler? Yatıp kalkıp Müslüman göçmenlere dua etsinler, Noel döneminde çalışmaya gönüllü olarak dükkanları ve marketleri açık tutabildikleri için. Hintlilere de dua etsinler, marketler kapandıktan sonra gece geç saatlere kadar bakkallarını açık tuttukları için. Aslında bu sadece istemekle de ilgili değil, İngiltere doğumlu İngilizler bazı işlerin nasıl yapılacağını da bilmiyorlar. Mesela burada musluk tamircileri hep Polonyalı, inşaat işçileri, badanacılar hep yabancı. Türkiye’ye göre çok da iyi para kazanıyorlar.
Göçmenlerin topluma ekonomik fayda dışında dilsel ve kültürel çeşitliliği de getirdiği aşikar. Bu çeşitliliği kabullenmenin sağladığı demokratik ortam paha biçilemez.
Toparlayacak olursak gazetenin dediği gibi göç İngiltere siyasetinin en büyük meselesi haline gelmiş olabilir. Ama göçmenlerin artıları ve eksileri teraziye konduğunda artı kefesinin ağır bastığını görmek çok zor değil.
Bu tezi savunan “I Am An Immigrant” yani “Ben Bir Göçmenim” adlı sosyal reklam kampanyası da son dönemde Londra billboardlarını süsledi ve epey ilgi çekti. Aşağıda afişlerini görebileceğiniz kampanya, “Movement Against Xenophobia” yani “Yabancı Düşmanlığına Karşı Hareket”in çalışması ve göçmenlerin İngiltere’ye katkılarını vurguluyor. İlk afişte Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti asıllı ruh sağlığı hemşiresi Rosemarie Ramkissoon “15 yıldır depresyon, kaygı ve şizofreni hastalığı çeken insanlara yardım ediyorum”  diyor.
The
Aşağıdaki afişte ise Sri Lanka asıllı uzman avukat S. Chelvan “13 yıldır insan haklarını savunuyorum ve adalet için mücadele ediyorum” diyor.
The
Bu kampanyadan seçtiğim son afiş ise Polonya asıllı itfaiyeci Lukas Belina’ya ait: “Yedi yıldır insanların hayatını kurtarıyorum. Kurtardığım bir sonraki hayat sizinki de olabilir.”
polish
Kampanya ve oluşum ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için hareketin internet sitesi: http://www.noxenophobia.org
The Times’da yayınlanan makalenin orijinalini okumak isteyenler için internet versiyonu şurada: “Migrant Benefits”
Yazının tam metni ise aşağıda:
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Londra’da Izgara Peynirli Gurme Tost Deneyimi…

Geçtiğimiz günlerde, yeni açılan ve ne zamandır denemek istediğim Melt Room’a gitme fırsatım oldu. Burası Londra’nın ünlü semti Soho’da, New York usulü ızgara peynirli tostlar yapan basit bir büfe.

IMG_9304

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Kurucusu Andrey Datsenko, bu kafeyi New York’ta yaşadığı dönemden kalan ızgara peynirli sandviç özlemini gidermek için, Mayıs ayında açmış. Öncesinde de birkaç ayını peynir, artizan ekmek ve et çeşitlerini deneyerek geçirmiş. Malzemeler mümkün olduğu kadar yerel şekilde, yani İngiltere’den temin edilmiş ve en üst kalitede oldukları iddia ediliyor.

IMG_9305

Kafenin içinden bir görünüm… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Ben bu ilk ziyaretimde, ekşi mayalı ekmek içine özel peynir karışımı konan orijinal sandviçi (The Classic) denedim. Buna isteğe göre soğan da eklettirilebiliyor. Sandviç gayet lezzetliydi, içine soğan koydurmakla da isabet etmişim. Tek kusuru fazla yağlı olmasıydı.

IMG_9307

Pişirilmeyi bekleyen sandviçler… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada tavuklu, etli, balıklı veya vejetaryen sandviç seçenekleri de var. Kullanılan peynirler şunlar: İtalyan mozzarellası, İngiliz çedarı (cheddar), Yunan fetası, İsviçre peyniri, İngiliz kırmızı Leicestershire peyniri.

IMG_9306

Büfenin mönüsü… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Sandviçlerin fiyatları 4.5 – 7 sterlin arasında değişiyor. Çok ucuz değil belki, ama paketler büyük. Öğle arasında veya sabah kahvaltısında yenmek için ideal. Gece içkiliyken eve gitmek üzere Soho’dan çıkarken acıktığınızda da güzel bir atıştırmalık olabilir. Londra’nın kesinlikle böyle bir konsepte ihtiyacı vardı.

Ayrıca mönüde kahvaltılıklar, çorbalar ve salatalar da var. Ama bunlar her yerde bulunabilen, sıradan yiyecekler. Bence buraya sadece tostlar için gelmek daha mantıklı.

Eğer kasadan kağıt bir kart alıp her yediğiniz sandviç için damgalatırsanız 8 tane sandviç aldıktan sonra bir tane size hediye ediliyor.

Adres: 26 Noel Street, Soho, London W1F 8GY

İnternet sitesi: http://meltroom.com 

Açık olduğu saatler:

Pazartesi-Çarşamba: 07:00-21:30
Perşembe-Cuma: 07:00-23:00
Cumartesi: 10:00-23:00
Pazar: 10:00-21:30

Peki Ama Kim Bu Grayson Perry?

Grayson Perry İngiliz bir çağdaş sanatçı. Hem de Turner Ödüllü. Ben adını duymuştum ama kendisiyle ilgili fazla bilgim yoktu açıkçası. Channel 4 adlı İngiliz TV kanalına yaptığı belgeselde anlattığı yapıtlarını şu an  “Who Are You?” (Sen Kimsin?) başlığı altında, Londra’da bulunan Ulusal Portre Galerisi’nde görmek mümkün.

himself art fund

Kendisi…

Sözkonusu ücretsiz sergide genelde 2014 yapımı 14 eser var. Perry’nin bu çalışmalarının ortak özelliği, kimliğini değiştiren veya kimliği değişen, “sıradan insanları” ele alması: bunlar arasında Müslüman olan bir İngiliz kadın, cinsiyetini değiştiren ve erkek olan bir genç, iki eşcinsel babanın kurduğu bir aile, gözden düşen ve itibarını kaybeden bir politikacı, bir Alzheimer hastası da bulunuyor. Perry’nin çalışmalarıyla ilgili kendi ağzından yazılan açıklamalar, gerçek insan hikayeleri üzerinden milliyetçilik, aile, din, cinsiyet gibi kavramları sorgulatıyor. Bu kavramlara meydan okuyor da denebilir. Perry bu kişilerin her biriyle 3-4 gün geçirerek onları anlamaya çalışmış. Eserlerin biçimleri de özgünlükleriyle dikkat çekiyor: minyatür bir portre, duvar dokuması, heykeller, çanaklar, vazolar… Kullandığı malzemeler de enteresan: ipek, pamuklu kumaş, pirinç, fotoğraf…

Galeri bu mini-sergiyi müzenin daimi koleksiyonunun arasına gizleyerek oyunbaz ve zekice bir iş yapmış. Böylece bazı eserleri bulmak için deyim yerindeyse bir define avına çıkmak gerekiyor. Eserlere ulaştığınızda ise yanındaki eski portrelere de bakınca, sanatın geçmişten günümüze değişimine, farklı evrelerine tanık oluyorsunuz.

Bu hissin en yoğun yaşandığı, eser Factor ve Celebrity Big Brother gibi yetenek yarışmalarında birkaç yıl önce finale yükselen Rylan Clark’ın mini portresiydi. 26 yaşındaki Clark’ın havalı bir görünüşü var ama sesi için aynı şey söylenemez! Buna rağmen kendisi şu an bu yarışmaların yarattığı sanal balonun sözde kazananlarından biri. Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” sözünü geçerli kılan televizyon çağının yeni yıldızlarından. Çok kısa sürede ünlü olmuş, birçok hayranı var ve magazin basınında bugün hala haberleri çıkıyor. Şu an bu şovlardan birinin sunuculuğunu yapıyormuş. Memleketi, Londra’nın kuzeydoğusunda bulunan ve aksanıyla sık sık dalga geçilen Essex bölgesi. Portresi ise “The Earl of Essex” (Essex Kontu) adını taşıyor. Perry bu eserinin altındaki açıklamasında içinde yaşadığımız dönemin aristokratları ünlülerdir diyor. Bu yüzden Rylan’a Essex Kontu adını takmış ve eski dönemin aristokratları gibi portresini yapmış. Rylan’ın fiziksel özellikleri dikkat çekici, masmavi gözleri, kabarık saçları, (burada görünmese de) bembeyaz dişleri var. Perry onun “çıtkırıldım bir asilzadeyi” hatırlattığını söylerken haksız sayılmaz. Portreyi neden minik yaptığını ise şöyle açıklıyor: “21. yüzyıla ait ünlü portrelerinin doğal tuali cep telefonu ekranlarıdır.”

more_miniature_rylan

“The Earl of Essex”, 2014

Sergide beni en çok etkileyen eser, aşağıda görebileceğiniz “Comfort Blanket” (Konforlu Battaniye) oldu. Bunun gibi pop-art’ı çağrıştıran, renkli, karmakarışık ve çılgın eserleri seviyorum. Ama bu yapıtın asıl çekiciliği, İngiliz olmanın ne demek olduğu yorumundan ileri geliyor. Perry, halıdan dokuduğu ve bir duvarı tamamen kaplayan bu “banknotun” üzerine İngiliz kültürünü ve kimliğini nakış nakış işlemiş. İngiltere banknotlarında fotoğrafı bulunan 88 yaşındaki Kraliçe II. Elizabeth, İngiliz kültürünün yapı taşlarından biri olarak bu banknotta da yerini almış.

"Comfort Blanket", Grayson Perry, 2014

“Comfort Blanket”, 2014

Tabii ki buradan aralardaki küçük yazılar anlaşılmıyor. Ama Perry’nin İngiliz kültürünü genelde sevilen yönleriyle yansıttığı söylenebilir: çay, “fish and chips”, İngiliz bayrağı, sızlanma, Shakespare, Hint yemekleri, yağmur, David Bowie gibi İngiliz sanatçılar, özgürlük… Açıklamasında Perry insanların bu ülkeye istikrar, güvenlik ve hukukun üstünlüğü için göç ettiğini söylüyor ve “bundan gurur duymamız gerekli” diyor. Eh, haksız da değil. Peki bu çalışmanın adı neden “Konforlu Battaniye”? Macar bir arkadaşının buraya göçen annesi, İngiltere’yi sarınabileceğiniz bir “güvenlik battaniyesi” olarak tanımlarmış da ondan.

İlginç bulduğum çalışmalardan biri de “Memory Jar”dı (Hatıra Kavanozu). Bu vazo Alzheimer hastası bir adamı ve karısını gerçek aile fotoğraflarıyla birlikte resmediyor. Altzy adlı Alzheimer şeytanı da bu fotoğrafları yırtarak adamın hafızasından siliyor.

alz1

“Memory Jar”, 2013

alzh

Altzy, elinde makasıyla hastanın hafızasını yok ederken…

Aşağıda görebileceğiniz “The Ashford Hijab” ise Ashford adlı bir güneybatı kasabasında oturan, 20’li yaşlarında, beyaz ırk mensubu bir İngiliz kadının Müslüman olması üzerine. İpek bir eşarp üzerine işlenen motifler, Batı’nın tüketimi ve cinselliği pompalayan, aşırı içki içen toplumunu geride bırakan, bunun yerine çocuklarıyla birlikte Müslüman “kızkardeşlerinin” desteğine sığınan bir kadının öyküsünü anlatıyor. Bu portre, bana biraz yüzeysel geldi: genç kadının Müslümanlık anlatımından mı yoksa Perry’nin algılamasından mı kaynaklanıyor bilemiyorum. Sonuçta bütün dinler kadının cinsel olarak metalaştırılmasına karşıdır. Kapitalizmin tüketimi pompaladığı doğrudur, ama Batı’da yaşayan herkes bundan nasibini alır veya bundan kaçmak için illa dine sığınmak gerekir gibi öngörüler ne kadar gerçekçi? İngilizler çok içer, ama İngiltere’de yaşayan herkes çok içiyordur gibi bir yaklaşım doğru değil.

2014-11-08-NPG_893_1333_TheAshfordHija

“The Ashford Hijab”, 2014

The Sunday Telegraph gazetesi sanat eleştirmeni Alastair Smart’ın deyimiyle “Çağdaş İngiltere’nin şipşak fotoğrafını” çekmeyi başarmış Perry. “Modern Family” (Modern Aile) adlı çalışma bunun tipik bir örneği: birçok Avrupa ülkesinden sonra geçtiğimiz yıl İngiltere’nin de eşcinsel evliliğini yasallaştırmasıyla 10 yıl öncesine kadar belki hayal edemeyeceğimiz bir aile biçimi görünür hale geldi: eşcinsel evlilikler ve evlat edinilen çocuklar. İngiltere’de bu yasa değişikliğini muhafazakar sağcı hükümetin yapması da takdire şayan. Muhafazakar sağ teriminin Türkiye’deki gibi tanımlanmadığı ve algılanmadığı kesin bir gerçek!

Bu cesur, yeni şeyler söyleyen, eleştirmenlerin beğendiği, kesinlikle postmodern sergiyi gezmek için tam bir haftanız kaldı.

Sergi fikrinin nasıl geliştiğini Grayson Perry’den dinlemek isterseniz buraya buyrun:

National Portrait Gallery: 

Adres: St Martin’s Place London WC2H 0HE

Açılış saatleri: her gün 10.00 – 18.00 (Perşembe ve Cuma akşamları 21.00)                

İngiltere’de Göçmenlik Halleri Tiyatro Perdesine de Yansıdı

Dün akşam Londra’da 1999 tarihli “East is East” (Doğu Doğu’dur) adlı İngiliz filminin aynı adlı tiyatro uyarlamasını seyrettim. Oyunun dramla komediyi ustaca harmanladığını söylemek sanırım doğru olur.

Öykü 1970’li yılların İngiltere’sinde geçiyor. Vakt-i zamanında Pakistan’dan göçmüş George ve aslen İrlandalı, beyaz İngiliz eşi Ella altı çocuklarıyla (Tarık, Abdül, Mine, Selim, Münir ve Sacit), kuzeydeki Salford kentinde yaşamaktadırlar. Oyun en küçük çocuk Sacit’in 13 yaşındayken babasının zoruyla sünnet ettirilmesi konusuyla başlar. Burada bir “fish and chips” dükkanı işletmekte olan ailede baba figürü tahmin edilebileceği gibi çok baskındır. Aile ile ilgili bütün kararları bırak çocuklarını, karısına bile danışmadan alan, sözüne itaat edilmediğinde bütün aile bireylerini dövmekten çekinmeyen, yüreklere korku ve kin salan bir aile babasından söz ediyoruz. Namaz kılmayı ihmal etmiyor, ama belki de en önemli varlığı olan çocuklarına sevgisini hiç göstermiyor da. Onların itaatkar insanlar, iyi Müslüman ve Pakistanlı olmalarını istiyor. Okuldan sonra kendi dükkanında zorla onları da çalıştırıyor. Ama Urduca bilmeyen, öğrenmek de istemeyen çocuklar İngiliz olmaktan ödün vermiyorlar. Çatışma da buradan çıkıyor. Ailede herkesin yaşadığı kimlik kargaşasının had safhada olduğu söylenebilir. Aslında çocuklarına “piç” demekten çekinmeyen George’un bile, çünkü o kadar dini bütün olmasına rağmen beyaz İngiliz bir kadınla evlenmiş. Arada, herhalde vicdan azabından olacak, ağlarken görüyoruz onu.

Aralarında takke takmaya bayılan Münir dışında dinle imanla ilgisi olan da yok. Her normal ergen gibi gençliklerini yaşamak istiyorlar. Babalarına “Pakistanlı” lakabını takmışlar. Ama babaları kimselere danışmadan veya söylemeden ailenin en büyük iki oğlunu, Abdül ve Tarık’ı evlendirmeye karar veriyor ve bunun için iki kızı olan Pakistanlı bir aileyle anlaşıyor. Zaten kıyamet de bundan sonra kopuyor.  Babanın sürekli haberlerde gelişmelerini izlediği, bölünen Doğu ve Batı Pakistan gibi ailenin de ipleri birer birer çözülüyor.

                                                   Filmin afişi…

Asi yaratılışlı, içki de içen Tarık evlenmeyi kesinlikle düşünmez ve evden kaçma planları yaparken sağduyulu ve sakin, uysal karakterli Abdül evlenmeye can atmamasına rağmen babasını kırmamak, üzmemek için buna katlanmayı göze alıyor. Aileyi bir arada tutan anne ile birlikte ailenin bir temel taşı da Abdül aslında.

Mine dalgacı, Münir ise dinine bağlı bir tipleme. Babasının hatalarını görmekte zorlanıyor. Babasının mühendis sandığı Selim’in aslında üniversitede sanat okuduğunu öğreniyoruz. Duygusal Selim ağabeylerinin evlenmemesi için babasıyla konuştuğu için dayak yiyor. Bütün bunları gözlemleyen Sacit ise annesinin yıkamasına izin vermediği, artık kokuşmuş parkasını bir yıldır bir türlü üstünden çıkarmıyor. Tikleri olan, mutsuz çocuk için parka adeta bir sığınak, bir zırh, hatta belki bir koruyucu melek. Ama oyunun sonunda ruhen büyüyor ve ağabeyi Abdül’ün desteğiyle parkayı çıkarıp çöpe atıyor.

Çocuklar babalarından o kadar korkuyorlar ki hep kapılar ardından dinliyorlar onu…

Oyunun en komik sahneleri ise sona doğru, kızlarını oğlanlarla evlendirmek isteyen ailenin ziyaretiyle yaşanıyor. Kızların annesi çocukların Batılı yetişmesini uygun bulmadığını her fırsatta dile getirirken, Ella’nın aynı dükkanda birlikte çalıştığı, sık sık çay ve sigara eşliğinde yarenlik ettiği İngiliz arkadaşının gelmesiyle işler iyice karışıyor. Sonra ise seyreyle gümbürtüyü…

Piyeste oyuncular dikkat çekici performanslar sergiliyorlar. Dekor ve ses kullanımı (yağmur, tren sesleri) başarılı. Ancak Tarık’ın sevgilisi, evlenecek kızlar gibi filmde bulunan oyuncular piyeste yer almadığı için oyun filme göre sönük kalmış.

Düşük bütçeli film versiyonu ise İngiltere’de ve Avrupa ülkelerinde büyük bir ticari başarı elde etmiş. En İyi İngiliz filmi dalında BAFTA almış ve En İyi Komedi Filmi dalında da İngiliz Komedi Ödülü’nün sahibi olmuş. Filmin senaristi, oyunun da başrol oyuncusu Eyüp Han-Din senaryosuyla En İyi Bağımsız İngiliz Filmi ve Londra Eleştirmenler Çevresi Film Ödülü kazanmış.

Irk ve dinin başlıca öğelerini oluşturabileceği kimlik ve aidiyet konulu, ama mizah dolu bir oyun izlemek isteyenler kaçırmasın. “Doğu Doğu’dur”, 3 Ocak’a kadar Trafalgar Stüdyoları’nda!

Oyunun internet sitesi burada.

Filmin fragmanı da şurada: 

Oyunun pek bir anlam ifade etmeyen fragmanı da buradan izlenebilir: