Büyükler İçin Boyama Kitabı’yla Hayallerinizi Rengarenk Boyayın!

Hepinize merhaba! 🙂 Hafta sonuna girerken sizlere eğlenceli bir aktivite önerisine ne dersiniz? Geçtiğimiz günlerde bir akşam iş çıkışında, arkadaşım Özlem’le Drink, Shop and Do adlı kafe-barda yetişkinler için boyama dersine gittik. Bu etkinlik, şu an Londra’da büyük bir trend olmuş durumda. Akımın yaratıcısı, “Esrarengiz Bahçe” kitabının çizeri Johanna Basford kendisini “mürekkebe aşık bir çizer” olarak tanımlıyor. Çizimlerini İskoçya’nın kırsal kesiminde yer alan evinin etrafındaki bitki örtüsünden esinlenerek yapıyor. 2013 yılında basılan kitap, dünya çapında 1 milyondan fazla satış yapmış, 22 farklı dilde yayımlanmış; Türkiye’de de çok satan kitaplar listesine girmiş. Doğrusu büyük başarı! Ayrıca kitabı alıp boyayanlar eserlerini sosyal medyada, özellikle de Instagram’da paylaşıyorlarmış.

Kapıda bizi karşılayan kara tahtamız eğlenceli bir saatin habercisiydi.

Yukarıda da görüldüğü gibi kapıda bizi karşılayan kara tahtamız eğlenceli bir saatin habercisiydi. Gittiğimiz mekan Kings Cross’ta bulunan Drink, Shop and Do (İç, Satın Al ve Yap) idi ve sağ olsun etkinliği ücretsiz düzenledi. Keçeli kalemleri ödünç verdiler, bir saatte bitiremeyeceğimiz kadar çok boyama sayfası dağıttılar. Normalde keçeli kalem arka sayfaya iz bıraktığı için kitap boyuyorsanız pek tavsiye etmem ama biz orada tek tek yapraklara boyama yaptığımız böyle bir sorun yaşamadık. Pastel boyanın ucu böyle ince çizgili boyamalar için çok kalın, sulu boya da arkaya geçirir, dolayısıyla bu tarz boyamada en iyi araç kaliteli, canlı renklere sahip kuru boya olsa gerek.

Zaten resim yeteneği olan arkadaşım boyama işini sevdi. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Zaten resim yeteneği olan arkadaşım boyama işini sevdi. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Mekanın internet sitesinde etkinliğin bir saat süreceği yazılı olduğu için kendimizi ona göre ayarlamıştık. Ama bir saatte tabii ki bir sayfayı bile bitiremedik! Açlıktan ölmeseydik daha da kalacaktık, millet daha duruyordu. Ama yemek fikri galip geldi ve mekandan çıktık.

IMG_5091

Boyalarım, biram ve ben… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Harıl harıl boyarken biz :) (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Harıl harıl boyarken biz 🙂

Arkadaşım Özlem'in bitmiş eseri harika oldu! (Fotoğraf: Özlem Atak)

Arkadaşım Özlem’in bitmiş eseri harika oldu! (Fotoğraf: Özlem Atak)

Drink, Shop and Do'da satılan yetişkinler için boyama kitapları... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Drink, Shop and Do’da satılan yetişkinler için boyama kitapları… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

İzlenimlerim neler mi? Çocukluğumun üstünden 20 yıldan fazla zaman geçtiği için, bu boyama işinin ne kadar zevkli olduğunu unutmuşum!  Gerçekten boya yapmak insanı günlük hayatın stresinden ve dertlerinden uzaklaştırıyor. Kafayı boşaltıp ruhu sakinleştiriyor. Mutlaka deneyin derim! İlla sosyal bir ortama gerek yok, Basford‘ın yazdığı Esrarengiz Bahçe’yi buradan alıp evinizin konforunda boyama yapabilirsiniz. Türkiye çıkışlı Büyükler İçin Boyama Kitabı‘nı da buradan satın almak mümkün. Hele de yanında kafanıza göre güzel bir müzik ve içecek olursa, değmeyin keyfinize! 🙂 Sosyal olmak istiyorsanız, arkadaşlarla bir evde toplanıp boyama günü ya da gecesi bile yapabilirsiniz. Neden olmasın? Çocukları olanlar onlarla boyayıp boyun saatlerini kendilerinin de zevk aldığı bir şey yaparak doldurabilirler 🙂

IMG_5089

Drink, Shop and Do’nun dış görünüşü… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Boyama etkinliğinin gerçekleştiği, özgün bir konsepte sahip kafe-bardan da biraz bahsedeyim. Yukarıda fotoğrafı görülen mekan 2010 yılında açılmış. Burada bir kısmı ücretli, bir kısmı ücretsiz olmak üzere, değişik konularda (genelde güzel sanatlar ve dans alanlarında) etkinlikler düzenleniyor. Burada robot yapmayı, çizgi roman karakteri çizmeyi, Beyonce gibi dans etmeyi öğrenebilirsiniz!

Gündüzleri kafe olarak hizmet veren mekan akşamları bara dönüşüyor, dolayısıyla belli bir saaten sonra alkollü içki servisi var. Girişteki dükkan kısmından alışveriş yapılabiliyor. Estetik objeler, kitaplar, Londra ile ilgili değişik, hediyelik eşyalar satılıyor.

Mekanın girişi ve dükkan bölümü...

Mekanın girişi ve dükkan bölümü…

Burası küçücük bir yer, ama Noel partilerini burada düzenleyen şirketler, bekarlığa veda partisini burada gerçekleştiren gelin adayları bile varmış. Dolayısıyla bir nevi sosyalleşme merkezi denebilir. Gözlemlerime göre daha çok 20’li ve 30’lu yaşlarındaki genç kadınların takıldığı bir yer Drink, Shop and Do. Ama gruplar içinde az sayıda erkek de yok değildi. Gitmek isteyenler için adres ve saat bilgisi aşağıda…

Drink, Shop and Do'nun ana salonu...

Drink, Shop and Do’nun etkinliklerinin gerçekleştiği ana salon…

Adres: 9 Caledonian Road, Kings Cross, London, N1 9DX

Açık olduğu saatler: 

Pazartesi-Perşembe: 10:30-00:00
Cuma: 10:30-02:00
Cumartesi: 10:30-02:00
Pazar: 10:30-20:00

Hepinize rengarenk hayallerle boyanacak mutlu bir haftasonu dilerim! 🙂

Sonbaharın Rüzgarına En Etkili İlaç Nedir? Hint Yemeği!

Londra’da yağmur ve soğuk bu sene kendini erken gösterdi. Daha Eylül gelmeden havalar bozmaya başladı. Geçenlerde yağmurlu bir akşam, iş çıkışında çok acıkmıştım. Haydi dedim eşime, Pakistanlıların mahallesine gidelim yemeğe. Eşim de şaşırdı, çünkü ben pek Hint yemeği sevmem. Neden mi? Çünkü acıyla hiç aram yoktur. Hintlilerin çoğu yemeği acılı, acı olmayanlara da o kadar çok baharat koyuyorlar ki, kasenin içindeki sosta yüzen şey et mi tavuk mu, neredeyse o bile belli olmuyor 🙂 Bu pişirme tekniği yüzünden, balığı, eti kendi lezzetini ortaya çıkaracak şekilde pişiren Türk yemek kültüründen gelen ben, Hintli kardeşlerimizi esefle kınıyordum. O kadar sos koysan en tatsız şey bile lezzetli olur gibi geliyordu bana. Ama eşimin hararetli tavsiyelerine dayanamayarak bir kere buraya gittiğimde gördüm ki her şey çok leziz. Dolayısıyla Hint yemeklerini artık seviyorum diyebilirim.

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Acısız kuzu eti Lamb Korma (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Aslında Hint değil, Pakistan yemeği demeliyim belki de. Bu iki komşu ülkenin yemek kültürleri aşırı benzese de Pakistan yemeği tanımlaması sanki daha doğru olacak. Çünkü camekanında “kesinlikle içki satmayız” yazan, katı tavırlı Müslümanların mahallesinde bulunuyor bu içkisiz ve helal lokanta. Gittiğimiz yer Hindistan-Pakistan kökenlilerin oturduğu, güney Londra’daki Tooting semti. Lokantanın adı ise Spice Village (Baharat Köyü). İsmiyle müsemma derler ya, aynen öyle! 🙂 Burayı bize eşimin bir İngiliz arkadaşı tavsiye etmişti. İyi ki de etmiş! Önden bizdeki hesap bidavaya, üç değişik sosla servis edilen papadom adlı kıtırlar geliyor. Yemekler hem şahane, hem de çok ucuz. Porsiyonlar da büyük, doymamak söz konusu değil 🙂 Hatta fazla gelince paket de yapıyorlar. Servis yapan garsonlar kibar ve güler yüzlü. Eskiden burada sadece nakit alırlardı, artık belli bir meblağın üzerindeki hesaplarda kredi kartı da geçerli. Mekana bu sefer gittiğimizde bir de ne görelim?! O salaş, gösterişsiz lokanta yeniden dekore edilmiş; adeta üzerine bir Pakistan düğünü şatafatı ve parıltısı eklenmiş. Allah dedik, fiyatlara yansıtmışlardır bunu. Ama fiyatlar artmamış. Bunun için bir artı puan daha bizden Spice Village‘a!

Neler mi yedik? Başlangıç olarak nohutlu, yoğurtlu sıcak bir yemek, ki hafif acılıydı ama muhteşemdi. Adı samosa chaat. Eşim sinirsiz, ağızda dağılan yumuşaklıkta bir kuzu eti yedi. Yani Balti Ghosht. Ben de acı olmayan az sayıda yemekten Lamb Korma, yani acısız, hindistancevizi sütü soslu kuzu etini ve biryaniyi seçtim, ama eşimin yemeği daha güzeldi. Çünkü bence bu sos, tavuk etiyle daha çok yakışıyor. Chicken Korma almak daha mantıklı olabilirdi. Bu biryaninin güzel yanı, kuzu etli veya tavuklu veya deniz mahsullü veya sebzeli, yani aklınıza gelecek her malzemeyle yapılabilmesi. İstediğinizi seçebiliyorsunuz. Bu Hintliler tuzlu, tatlı ve mangolu olmak üzere üç çeşit yoğurtlu içecek yapıyorlar. Adına da lassi diyorlar. Tatlı ve mangoluyu tabii ki denemeyi aklımdan bile geçirmedim! 🙂 Ama tuzlu olanı bildiğimiz ayran. Baharatlı Hint yemekleriyle de güzel gidiyor. Burada da çektik ayranımızı anlayacağınız 🙂 Kalanları da paket yaptırdık. Yedik güzelleştik 🙂

Harika nohutlu başlangıç yemeğimiz... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Harika başlangıç yemeğimiz samosa chaat (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eşimin yediği ana yemek... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eşimin yediği ana yemek Balti Ghosht (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Nefis biryani, yani etli / tavuklu / deniz ürünlü pilav... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Nefis biryani, yani etli / tavuklu / deniz mahsullü pilav… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Buranın müşteri kitlesi hem beyaz İngilizlerden, hem de Pakistanlı ve Hintlilerden oluşuyor. Ailelere de uygun. Siz de yağmurlu bir sonbahar akşamı içiniz üşürse, Spice Village’da alın soluğu. Pişman olmayacaksınız. Tooting dışında Ilford ve Southhall’da da şubeleri var. Herkese bol baharatlı günler! 🙂

Lokantanın internet sitesi: http://www.spicevillage.co.uk

Adresi: 32 Upper Tooting Road, Tooting, London, SW17 7PD

Açık olduğu saatler: 

Pazartesi-Perşembe arası ve Cumartesi-Pazar: 12:00-00:00
Cuma: 14:00-00:00

Pound’la Hem Zinde Kalın, Hem de Ritm Tutun!

Merhabalar… Umarım bayram tatiliniz iyi geçmiştir ve güzelce dinlenebilmişsinizdir. Ben bayram tatilini fırsat bilerek İskoçya’ya gittim. Onu da bilahere yazacağım. Ama önce geçtiğimiz hafta bir akşam iş çıkışı gittiğim Pound dersini anlatmak istiyorum. Pound ne mi? Kardiyo ağırlıklı, yeni bir spor dalı! Londra’nın Victoria semtinde Gymbox spor salonunun yeni şubesinin açılması şerefine egzersizi ücret ödemeden yapabildik. Cardinal Place adlı alışveriş merkezinde ısınmak için “getto zumba” ile başladığımız çalışma, 45 dakika sürdü.

IMG_5123

Isınıyoruz…

Pound, ABD-California’da yaşayan ve davul çalmayı seven iki kadın arkadaşın, Kirsten Potenza ve Cristina Peerenboom’un icat ettiği bir egzersiz türü. “Ripstix” denen, yeşil plastik davulcu bagetleriyle yapılıyor. Bel bölgesinin tümü başta olmak üzere, bütün vücudunuzu çalıştırıyor. Pilates hareketlerine de yer veriyor. Yerde yapılan ve ayaklarınızı havaya kaldırmanız gereken egzersizler sayılmazsa, Pound genel olarak zor değil. En güzeli de egzersizi yaparken bir davulcu edasıyla ritm tutabilmeniz 🙂 Ama zumba kadar dans ağırlıklı olmadığı için, bana o kadar da cazip gelmedi. Para verip egzersiz yapacaksam yine zumbayı tercih ederim yani. Ama daha çok kardiyo çalışması yapmak isteyenler için uygun bir dal.

Merak edenler için Ripstix bagetleri…

IMG_5124

Pound’un en zor anı, yerde oturup ayaklarınızı kaldırarak yaptığınız bu hızlı hareketti. En sağdaki bendeniz, gruba ayak uydurmaya çalışırken 🙂

Hızımızı almışken...

Hızımızı almışken…

Egzersiz sonrasında grupça hatıra fotoğrafı çektirdik ve bedava Sibberi sularımızı aldık. Bu huş ağacının özünden elde edilen, tamamen doğal bir su çeşidiymiş. Çok sağlıklıymış. Millet de artık doğal “süper içecek” konusunda iyice şaşırdı. Önce taze sıkma meyve suları, sonra smoothie’ler ve şimdi de bu. Ama tadı o kadar kötü ki! Doğal kaynak suyu neyinize yetmiyor da eski köye yeni adet getiriyorsunuz diyesim geldi. Aman diyeyim, Sibberi marka su içmeyin, içirmeyin! 🙂 Neyse ki Wagamama sağ olsun, çıkışta ücretsiz smoothie verdi de ağzımdaki pas tadı biraz silindi. 🙂

Yolu düşen arkadaşlar, 11 Ekim’e kadar devam edecek olan Create Victoria etkinliklerini #insideoutvictoria etiketiyle Twitter ve Facebook’ta da  takip edebilirler. Sadece spor değil, çikolata tadımı, çiçekçilik atölyesi, yoga dersi, örgü atölyesi, film gösterimi, baristalık atölyesi, çizim dersi gibi etkinlikler de var. Üstelik bazıları ücretsiz!

Pound dersini denemek isteyenler ise, halihazırda Londra’nın çeşitli semtlerinde faaliyet gösteren Gymbox’un Aralık ayında 123 Victoria Street adresinde (bodrum katta) açılacak olan yeni şubesine gidebilirler. Gymbox canlı DJ’lerin çaldığı, hareketli ve özgün spor derslerinin olduğu bir spor salonu. Anladığım kadarıyla gece kulübü havasında. Verilen derslere şuradan göz atabilirsiniz. Bana bloglarına yazı yazmam karşılığında ücretsiz bir ders daha teklif ettiler. En ilginç derslerini seçip, deneyecek, sonra da sizler için yazacağım. Hizmette sınır yok 🙂 Hepinize bol sporlu ve sağlıklı günler!

IMG_5415

Inside Out Victoria’nın afişi…

Londra’da Hayatta Kalma Rehberi

İngiltere’ye ilk gelişim 2007’de, eğitim içindi. Daha önce turist olarak Avrupa’daki ülkelere gitmiştim ama buraya hiç gelmemiştim. Onun için okumak için gelip de uçaktan indiğimde adeta sudan çıkmış balık gibiydim. Baktım blogumdaki en popüler yazılarımdan ikisi İngiltere’de Günlük Hayat-1 ve İngiltere’de Günlük Hayat-2, ben de burada özellikle de öğrenci olarak ilk günler nasıl hayatta kalınır, ondan bahsedeyim dedim.

Vize tipleri: Maalesef Muhafazakar Parti hükümeti Türklerin de faydalandığı birçok vize tipini geçtiğimiz yıllarda yürürlükten kaldırdı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için buraya kalıcı olarak gelmenin (öğrenciliği saymıyorum, çünkü öğrenci olarak geçirdiğiniz süre kalıcı oturma iznine sayılmıyor) üç yolu kaldı:

  • Eş / dependant vizesi (bunu bir İngiliz vatandaşı ile evlenirseniz alabilirsiniz, sanırım üç yıl içinde kalıcı oturma iznine gidiyor)
  • Tier 2 vizesi (iş bulduğunuz şirketinizin size vize alması yani sponsor olması, ne kadar sürede kalıcı oturma iznine gidiyor bilmiyorum)
  • 1960’lı yıllarda Türkiye ile İngiltere arasında imzalanan özel bir anlaşma olan Ankara Anlaşması’nın sağladığı girişimci vizesi (bu vize için kendi şirketinizi kurmanız ve müşterilerinize fatura kesmeniz gerekiyor. Çoğu IT’ci olmak üzere burada şu an kalan birçok Türk bu vizede. Bir yıldan sonra vizenizi üç yıllığına yenilemeniz gerekiyor. Bu dört yılın sonunda kalıcı yani süresiz oturma iznine sahip oluyorsunuz. İngilizce kısaltması ILR.

Bavula ne koymalı?: Diyelim vizenizi aldınız, Londra’ya gelmeye hazırlanıyorsunuz. Bir kere bence büyük bir havayolu şirketiyle gelin ve bagaj hakkınızı sonuna kadar kullanın. Sonra Türkiye’den size bir şeyler gönderilmesi zor ve masraflı oluyor. Burada birçok Türk marketi ve lokantası var, spesifik şeyler haricinde çoğu şeyi bulmak mümkün. Türkiye AB ülkesi olmadığı için oradan et ve süt ürünleri buraya getirmeniz yasak, yakalanırsanız cezası var. Ama diğer yiyecek-içecek maddelerini getirebilirsiniz. Bence yiyecek getirecekseniz burada bulamayacağınız şeyler getirin. Örneğin, Türk kahvesi seviyorsanız küçük bir cezve, güzel salça, annenizin tarhanası, belki biraz erişte… Ben mesela Londra dışında küçük bir şehre gideceğim için, biraz da annemin zoruyla Türk kahvesi, küçük cezve ve tarhana getirmiştim. Hiç Türk bakkalı olmayan o şehirde yağmurlar başlayıp sonbahar yüzünü gösterince bunların kıymetini anladım. Annem de çok hayır duası aldı tabii 🙂

Ya da yiyecek işine hiç girmeyin. Giysi konusuna gelince, burada spor ayakkabısı ve kıyafetleri inanılmaz ucuza satılıyor. Kozmetikler de öyle. Bunlarla hiç sınırlı bagaj yerinizi doldurmayın. Duş jeli ve şampuan gibi şeyleri Poundland adlı, her şeyin bir sterline satıldığı ucuzcu mağazalardan da alırsınız geldiğinizde. Ucuza yeni kitaplar satan kitapçılar var burada. Kütüphanelerden güzel ve yeni kitaplar, DVD ödünç alabilirsiniz. Bunları da hiç taşımayın derim. Zaten artık DVD devri kapandı, burada herkes Netflix’ten film ve dizileri “streaming” yoluyla internet üzerinden izliyor. Bence hatırası olan şeyler ama işinize de yarayacak şeyler getirin, hediye bir şal, el örgüsü bir bere. Ve mutlaka bir şemsiye! Bir de İngiltere prizleri için adaptöre ihtiyacınız olacak. Bunu havaalanından veya geldikten sonra büyük Boots mağazalarından, elektronikçilerden alabilirsiniz. İyi bir palto, bir bot, kazak gibi temel ve pahalı parçalarınızı getirin, gerisini ucuzlukta buradan da alırsınız. Burada bir de her daim ucuzlukta olan ama marka satan TKMaxx diye bir mağaza var. Oradan ve GAP, H&M gibi yerlerden kot pantolon, tişört, bluz gibi şeyleri alırsınız. Türkiye’ye birkaç kere gidip geldikten sonra insan eşyalarının çoğunu getirmiş oluyor zaten 🙂

Uçak bileti alımı ve havalimanı seçimi: Biletlerinizi Skyscanner veya Momondo üzerinden alabilirsiniz. Londra’da dört havalimanı var, en büyüğü, başlıca havalimanı Heathrow batıda, zone 6’da bulunuyor. Avantajı metro hattı üzerinde olması. Dolayısıyla buradan ucuz bir şekilde merkeze gelebiliyorsunuz. Ama en kalabalık ve en uzun kuyruklar da burada. Diğer üç havalimanı küçük. Gatwick güneybatıda, artık Türk Hava Yolları buraya da uçuyor. Bizim en çok kullandığımız havalimanı. Kuyruklar daha az ve trenle merkeze ulaşmak çok kolay (kırk dakika civarında) Stansted ise kuzeyde olduğu için Londra’nın kuzeyinde oturanlar için ideal. Luton havalimanı şehrin çok dışında. Biz pek tercih etmiyoruz. Londra merkeze gelmeniz gerekeceğini varsayarsak, astarı yüzünden pahalıya gelecek bir uçuş. Zaten yorgun olacaksınız, eşya taşıyacaksınız. Daha yakın bir yere gelmeniz daha mantıklı. Bir de City havalimanı var ama Türkiye’den buraya uçuş yok. Avrupa’ya gidecekseniz burayı kullanabilirsiniz çünkü minyatür, dolayısıyla kuyruk fazla değil. Üstelik Londra’ya en yakın havalimanı. Doğu Londra’da bulunuyor ve ulaşım çok kolay.

Havaalanından ulaşım: Değerli paranızı taksiye vermeyin. Türkiye’deki gibi kestirmeden gitme olayı olmadığı için kısa da sürmüyor. Ayrıca burada taksiler pahalı. Aşırı bagajınız varsa Uber uygulamasını kullanarak telefonunuzdan yarı fiyatına taksi çağırabilirsiniz. Easyjet’le geliyorsanız Easybus adlı minik shuttle servislerine binebilirsiniz. Önceden online rezervasyon yaptırırsanız çok ucuz. Ama büyük bavulu sorun ediyorlar, dolmuş havasında olduğu için birkaçına binemeyebilirsiniz, hangisinde yer olursa ona binmeniz gerekebiliyor, bu da zaman kaybına neden oluyor. Onun yerine biraz daha fark verip National Express adlı otobüs firmasını tercih edin derim. Bunda Easybus gibi dolmuş havası yok, rahat ve geniş koltuklarda geliyorsunuz ve büyük bavullarınızı da sorun etmiyorlar. En konforlu ve hızlı ulaşım yolu ise National Rail trenleri veya ekspres trenler (Gatwick Express, Heathrow Express, Stansted Express). Ekspres trenler çok daha hızlı ama pahalı. Biz genelde National Rail trenlerini tercih ediyoruz. Tabii oturduğunuz yere göre de değişir.

london-blog

Geçici kalacak yer bulma: Eğer okulunuz ya da işyeriniz belliyse evinizi işyerinize yakın tutmanız avantajınıza olacaktır. Belli değilse yani önce evi bulmanız gerekiyorsa, önce hostel gibi geçici bir yerde kalıp, iş bulduktan sonra ev aramanızı tavsiye ederim. Biz ilk geldiğimizde Londra’nın merkezindeki Kensington West Hostel‘de 10 gün kadar kalmıştık. Artık Easyjet’in ucuz otel zinciri EasyHotel veya airbnb gibi seçenekleriniz de var. Biraz daha para vereyim ve daha merkezi olsun derseniz Hyde Park yakınlarında, Bayswater’da bir Türk hanımın işlettiği Troy Hotel var. Burada da kaldığımız oldu. Lüks değil, ama üç yıldızlı ve temiz bir yer.

CV işi: CV’nize vize ve yabancı diller (English-seviyesi ne ise-, Turkish-native diye) bölümlerini mutlaka ekleyin. Fotoğrafınızı, doğum tarihinizi, medeni halinizi ise yazmayın. İngiltere’de bu özelliklere göre ayrımcılık yapılıyor diye bunları yazmak hoş karşılanmıyor. Adınız ve iletişim bilgileriniz bu noktada yeterli. Ama cinsiyetiniz belli olsun diye adınızın önüne Ms ya da Mr koyabilirsiniz.  Ayrıca bu noktada “covering letter” yani kapak mektubunun önemine dikkat çekmek istiyorum. Bizdeki gibi aynı CV ile, hele de covering letter’sız iş başvurusu yapmak burada hoş karşılanmıyor. Sizden covering letter yazmanız ve hem bunu, hem de CV’nizi başvuru yaptığınız işyerine ve pozisyona göre uyarlamanız bekleniyor.

 resim 2

Oda / ev bulma ve Londra semtleri: Diyelim işinizi de buldunuz, oda arıyorsunuz. Tebrikler! 🙂 Oda için bizim de zamanında kullandığımız spareroom.co.uk sitesini tavsiye ederim. Burada non-smoking (evde sigara içilemediği anlamına gelir), no pets (evde evcil hayvan istenmediği anlamına gelir, titiz biriyseniz önemli bir kriter), couples (çiftler için yani daha büyük ve iki kişilik odalar), double bedroom (iki kişilik yatak), single bedroom (tek kişilik), en-suite bathroom (genelde odaya bitişik, bazen de ayrı ama sadece size özel banyo)  gibi  birçok seçenek üzerinden arama yapabiliyorsunuz. Ben fotoğrafsız yerleri eliyordum mesela. Titizseniz veya daha önce hiç ev paylaşmadıysanız, imkanlarınız da el veriyorsa özel banyolu oda tutun, böylece diğer ev arkadaşlarınızla paylaştığınız yer sadece mutfak olacaktır. Bazı evlerde salonda da bir kişi kaldığı için oturmak için filan ortak bir alan olmuyor. Böyle evlerde insana sürekli küçücük bir odada oturmaktan daral gelebiliyor. Mümkünse ortak kullanabileceğiniz alanı olan evleri tercih edin derim. Tabii sınırsız internet de önemli. Odayı Türkiye’den doğru, yani görmeden tutmayın. Odalarda genelde en az üç ay veya altı ay kalmanız gerekiyor. Kontrat olmuyor, ama isteyebilirsiniz, elinizde yazılı bir belge olursa daha güvende olursunuz. Gumtree sitesine bakmayın derim, orada çok dolandırıcılık olabiliyor. Üçten fazla kişinin yaşadığı evler bazı durumlarda ev olmaktan çıkabiliyor. Hem temizlik, hem gürültü anlamında. Çok ucuz yerlerde güvenlik sorunu olabilir. Londra deyip geçmemek lazım, her yeri aynı değil, bazı semtlerinde İstanbul’u mumla ararsınız 🙂 Fiyat arttıkça genelde semtler nezihleşiyor.

Londra’da genelde güzel, nezih yerler Batı (W posta kodu) veya Güneybatı Londra’da (SW posta kodu) bulunuyor. Beyaz İngilizler, aileler, bahçeli evler düşünün. Buralar çok ucuz değil, ama ulaşımı iyi, suç oranı düşük…

Doğu Londra (E posta kodu), özellikle de Shoreditch ve civarı hipster’ların, tasarımcıların, yaratıcı sektörde çalışanların ve start-up sahiplerinin mekanı.  Biraz salaş ama çok cool ve trendy bulunan lokantalar ve barlar hep burada. Gece eğlencesi için iyi, ama bana sorsanız ben oturmam, ama tercih sizin. Toplu taşıma ulaşımı o kadar iyi değil. Genelde otobüs ve “overground” denen üst trene bağlı. Onlar da yavaş gidiyor ve her durakta duruyor. Metro az yerde var. Şimdi pahalı da sayılabilir çok moda yerler olduğu için. Ama City’de veya Canary Wharf’ta yani Londra’nın finans merkezlerinde çalışacaksanız tercih edebilirsiniz, çünkü oraya çok yakın. Bisikletle bile gidilir. Finans merkezleri dışında Doğu Londra posta koduna sahipd mahallelerin çoğu bol sosyal konutun olduğu, yoksul, dökülen mahalleler.

Güneydoğu Londra (SE posta kodu) yeni gelişiyor, çoğu yeri şu an çok iyi değil, ama ailelerin bulunduğu ve mahalle havasının hissedildiği, nispeten ucuz ve bol parka sahip semtler de yok değil. Genelde suç oranı daha yüksek diye biliyorum. Ama tabii ki her yerin istisnaları var.

Kuzey Londra’nın (N, NW ya da NE posta kodu) iyi yerleri var, kötü yerleri de var, karışık. Ama Türklerin çoğu burada oturuyor. Bir de Northwest, Northeast’e göre daha nezih ve pahalıdır.

Londra’nın toplu taşıma sistemi kaliteli olduğu için tuttuğunuz yerin merkeze yakın olması şart değil, bir istasyona yakın olması da yeterli olacaktır. Londra 6 bölgeden (zone) oluşuyor, merkez zone 1. Tahmin edebileceğiniz gibi en uzak zone ise 6 (bazı metro hatları zone 9’a kadar gidiyor) Zone 3’ten sonra merkezde çalışıyorsanız işe gidip gelme süreniz uzuyor. İnternette bulup beğendiğiniz odanın posta kodunu Google Maps’e girip metro veya tren istasyonuna yakınlığını ölçmenizi tavsiye ederim. 0.5 milin altında olursa çok rahat yürürsünüz. Bu şekilde toplu taşıma bağlantılarını da anlamış olursunuz ve kararınızı ona göre verirsiniz. Bir de posta kodunu Londra suç haritasına girip bakın, kırmızı yerlerden kaçının. Suç oranı olmayan yer bulmak imkansız gibi bir şey, sarı olan yerleri tutabilirsiniz. Bütçeniz müsaitse oda yerine stüdyo daire tutarsanız tabii ki daha rahat edersiniz, o başka.

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Banka hesabı: Henüz iş bulamadıysanız ya da öğrenci değilseniz banka hesabı işi uzun sürebiliyor. Bunlardan biri varsa çok kolay, dikkat etmeniz gereken bir nokta sizden aylık sabit işlem ücreti kesmeyen bir banka veya hesap çeşidi bulun.

Ama gelip burada iş arayacaksanız herhangi bir ev faturası veya belediye vergisi (council tax) faturasının üzerinde isminiz olması gerekiyor, yoksa çoğu banka yeni geldiğinizde size hesap açmıyor. Biz eğitimim bitince Londra’ya taşındık. Daha iş arıyorduk ve odada kaldığımız için faturaların üzerinde ev sahibinin ismi vardı. O zaman eşim ev sahibinden bu kişi bizim evimizde kalmaktadır diye bir mektup alarak Santander adlı İspanyol bankasında nispeten kolay bir şekilde banka hesabı açmıştı. Ya bu yolu deneyin ya da ev arkadaşlarınıza faturalardan birini üzerime almak istiyorum, deyin.

Cep telefonu: Hat almak çok kolay, herhangi bir operatörün mağazasına gidip 5 sterline bir kontörlü hat (pay-as-you-go) alıyorsunuz. Tam hatırlamıyorum ama bunun için kimlik veya pasaport isteyebilirler. Türk ehliyetini kimlik olarak kabul ediyorlar bu arada. Genelde aldığınız sim kartın içinde 5 sterlinlik kontör oluyor, yani sim kart bedavaya geliyor. Yani en azından adı şimdi EE olan firmada yıllar önce öyleydi. Bence önce bir kontörlü hat alın, sonra iş bulunca operatörleri karşılaştırarak faturalı hatta geçersiniz. Operatör de değiştirseniz numara taşımak çok kolay. Zaten ilk aşamada burada tanıdığınız olmadığı için iş dışında çok işiniz düşmeyecek telefona. Türkiye’yi hep internet üzerinden arayacaksınız. Skype, Tango, WhatsApp ve Viber çok faydalı oluyor. Bu arada kontörlü hattınızı Lyca Mobile veya Lebara Mobile‘dan alıp Türkiye’yi çok ucuza arama şansınız da var.

İşinize yarayacak diğer bilgileri ilgili konu başlıkları altında www.alaturkalondra.com/forum adresinde bulabilirsiniz. Alaturka Londra, benim de yazdığım bir Londra’daki Türkler forumu. Biz ilk geldiğimizde çok faydalanmıştık. Bu forum yazarlarının yüzde 99’u IT’ci ve Londra’da çalışıyor. Forumda buraya yerleşme, ev tutma, Londra’nın semtleri, vize, iş arama gibi birçok konuda bilgi var. Ayrıca ilgili başlık altına iş aradığınızı yazabilirsiniz. Zaman zaman firması eleman alacak arkadaşlar da bunu forumda yazıyor. Böylelikle de iş bulmak mümkün.

Grafik tasarımcı arkadaşım Ayşe Kongur’un başarılı logosu…

Grafik tasarımcı arkadaşım Ayşe Kongur’un başarılı logosu…

Bir kere düzeninizi kurduktan sonra Londra’da yaşamak gerçekten zevkli. İlk başta biz de çok zorlanmıştık. Burada kritik nokta, ilk başta hemen iş bulamayabilirsiniz diye yeterli miktarda birikmiş parayla gelmek ve ilk zamanlar fazla para harcamamak. Umarım bu yazı okuyanlara faydalı olmuştur. Sorularınızı yorum olarak bu yazının altına bırakabilirsiniz. Cevap vermekten mutluluk duyarım. Gelecek olanlara iyi şanslar! 🙂

Londra’nın Gezici Lezzet Durağı: Bleecker Street Burger

İngiltere’nin en sevdiğim gazetesi The Guardian’da yakın geçmişte bir makale okumuştum: “I gave it all up What is it like to quit your life and start again?” (Her şeyden vazgeçtim: eski hayatımı geride bırakmak ve her şeye yeniden başlamak nasıl bir şey?”) Bu dosyada yer verilen başarı öykülerinden biri de Bleecker Street Burger’ın kurucusu ve sahibi Zan Kaufman’a aitti. New York’lu girişimcimiz, bu şehirde bir şirketin avukatı olarak çalışıyormuş, maaşı iyiymiş ama mutsuzmuş: işi stresliymiş, çalışma saatleri uzunmuş ve katı bir hiyerarşiden muzdaripmiş. Arkadaşının ailesinin sahip olduğu ve çok sevdiği bir burgerci varmış. Buranın burgerlerini adeta “sihirli” olarak tanımlıyor. 2011’de arkadaşına pazar günleri burada çalışmayı teklif edince hayatı değişmiş. İki hafta sonra işinden istifa etmiş ve burgercide tam zamanlı çalışmaya başlamış. Pek yemek yapmaktan da anlamazmış o zamanlar. Korkumu yenen işe yönelik tutkum oldu, diyor. Bir yıl sonra sevgilisiyle evlenmek için Londra’ya yerleşmiş. Burada lokanta açacak parası yokmuş, o da elden düşme bir kamyonet almış ve 2012 yılında Bleecker Street Burger markasıyla Londra sokaklarında dolaşmaya başlamış. Markanın adı Manhattan’da en sevdiği sokaktan mirasmış. Bu arada bir parantez açmak gerekirse, bu kamyonet hikayesi bana feci halde 2014’te gösterime giren Şef / Chef filmini hatırlattı. Bu sevimli filmin ana karakteri de şef olarak çalıştığı lokantadan istifa edip eski bir karavan alıyor ve hayatı değişiyordu: Sokak mutfağı hazırladığı karavanıyla şehir şehir dolaşıp hem para kazanıyor hem de müşterilerle içli dışlı olabiliyordu. Kaufman da sokakta çalışmayı sevmiş: çünkü müşterilerden hemen geri dönüş alabiliyor ve bir mutfakta durmak yerine onlarla doğrudan ilişki kurabiliyor. Hatta müşterilerinin çoğuyla sıkı fıkı olmuş. Ama kamyonet daha sonra kalıcı standlara dönüşmüş. Bunlardan biri, Pazar günleri Doğu Londra’da kurulan Old Spitalfields Market adlı pazaryerindeki köşeleri, bir diğeri de merkez Londra’daki Southbank’te bulunan karavanları. İkisi de her gün açık. Ayrıca daha önce şu yazımda bahsettiğim Dalston Yard’da kurulan Street Feast’e de katılıyorlar.

Bleecker Burger'ın kurucusu Zan Kaufman

Bleecker Burger’ın kurucusu Zan Kaufman karavanının önünde…

Peki bu işin kötü yanları yok mu diye sorulduğunda şöyle diyor Kaufman: “Elbette var: iş hayatım ve özel hayatım birbirine karıştı, çocuk doğurma planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Buna rağmen Londra‘nın finans merkezindeki ofis çalışanlarını ellerinde kartondan kahve bardaklarıyla etrafta koşuştururken görünce ‘iyi ki onlardan biri değilim’ dedim.”

Bleecker Street, hem yeme-içme konusunda sözü epey geçen Time Out London dergisinden beş yıldız almış, hem de Burgerac lakaplı burger blogu yazarının Londra’daki en iyi 20 burger listesine girmiş. Londra’da iyi pek çok burgerci var aslında. Peki burayı farklı kılan ne? Zan Kaufman, tıpkı Vedat Milor gibi iyi yemeğin sırrı iyi malzemedir, diyor. İngiltere’nin küçük çiftliklerinden gelen, otlakta beslenmiş danaların etini kullanıyor. Bunları da güney Londra’daki Bermondsey semtinde The Butchery adlı kasaptan alıyor. Burada 40-50 gün kurutularak dinlendirilen et yoğun bir aroma kazanıyor. İşi basit tutmayı seviyorum, diyor Kaufman.

Buranın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bleecker Street Burger’ın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bence de burası pek çok kişiye göre Londra’nın en iyi burgercisi olan Patty and Bun ile yarışır. Yumuşak ve küçük bir susamlı ekmek önce karamelize ediliyor, daha sonra “az – orta arası pişmiş” (ama ben orta istedim 🙂 derecede kızarttıkları burger köftesi bunun içine konuyor. Özel bir burger sosu ve beyaz soğan da kullanılıyor. Gurme bir yer değil, mesela çizburgerlerine Mac Donalds’ın gözdesi, bence lastik tadı veren “Amerikan peyniri” koyuyorlar, ama bu bile burgerlerinin tadını bozmayı başaramamış! 🙂 Burgerac‘ın da dediği gibi burgerler hakikaten ağızda eriyor.

Burgere geell... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burgere geell… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada bir de “Angry Fries”ı, yani “Öfkeli Patates Kızartması” (!) deneme şansım oldu. Chili biberi ve küflü peynir soslu olduğu için bu adı vermişler kendisine. Hiç fena değildi, ama chili, peynir sosunu biraz bastırıyordu. Sade patates kızartmaları da gayet güzeldi bu arada.

Patates kızartması da lezzetli... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Patates kızartması da lezzetli… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada “craft” denen, Brooklyn Lager gibi artizan New York biralarını veriyorlar. Eh, daha ne olsun? 🙂 Mönüyü ve fiyatları da aşağıda görebilirsiniz:

Mönü solda görülebiliyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Mönü solda görülebiliyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eğer bir gün yolunuz Londra’ya düşerse, kesinlikle denemenizi öneririm. Şimdiden afiyet olsun! 🙂

Kendi internet sitesi: http://bleeckerburger.co.uk