Açıl Susam Açıl!

Geçen hafta Londra‘nın yeni yüzlerinden “Sesame“ı keşfetme şansım oldu. İngiltere’nin ünlü şeflerinden, Nopi adlı lokantanın ve OttoLenghi adlı meze barın sahibi, İsrailli Yotam Ottolenghi’nin yeni numarası burasıymış. Bu saydığım yerleri deneyip beğendiğim, ama çok pahalı bulduğum için fast food havasındaki, çok daha ucuz olduğu söylenen Sesame’ı denenecek yerler listeme almıştım.

IMG_0545

Sesame’ın dışarıdan görünüşü… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Öğle yemeğinde sandviç-salata-suşi-çorba ekseninden sıkılan, farklı tatlar peşinde olanlar Sesame’ı eminim seveceklerdir. Burası Covent Garden adlı turist cennetinin ortasında, Londra‘nın göbeğinde bulunuyor. Fiyatlar uygun. Yemeklerin ambalajı ve konsepti, paket almak için ideal. Sloganı da “Akdeniz’in sokak mutfağı.” Orta Doğu lezzetlerinden bazılarını sunuyor.

Mönü daha çok tavuk ağırlıklı. Zahterli tavuk dikkatimi çekti, ama etin tadını merak ettiğim için tercihimi hafif acılı kuzu etinden yana kullandım. Bütün sıcak yemekler pitta ekmeğinin (bir çeşit pide, ama tabii ki bizimki kadar iyi değil 🙂 içinde, bir nevi dürüm havasında önünüze geliyor. Pitta’yı da ısıtmaları ayrıntı gibi görünebilir, ama önemliydi. Çünkü bazı yerlerde dürümlerin hamuru ısıtılmıyor ve böylece lezzet mahvoluyor.

IMG_0540

Açıl susam açıl…. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Kuru cacık sosu ve bol yeşillikli çoban salata kuzu etine katık olmuş. Tadı gayet güzeldi. Ama çok şahaneydi diyemeyeceğim. Bir gündüz vakti aç karnına Covent Garden’a yolunuz düşer de pratik ne yesem derseniz buraya gidiniz. Pret, Eat ve benzeri sandviççilerin bütün mönüsünü ezberlemiş biz çalışan köleler (!) için burası birebir.

IMG_0541

Pide içinde hafif acılı kuzu kebabı… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Sesame’da kuskus, sumak, tahin gibi tanıdık lezzetler denenebilir. Benim gözdelerimden maydonoz salatası tabule ve sevmeyeni sanırım olmayan humus, tatlı olarak helva da mönüde gözüme çarpanlardan. Ayrıca sarımsak ve kakuleli, acılı tavuk veya mango turşulu patlıcan ve yumurtalı sandviç de değişiklik isteyenlere gelsin 🙂

Sesame'den alabileceğiniz ilginç atıştırmalıklar... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Sesame’den alabileceğiniz ilginç atıştırmalıklar… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

IMG_0549

Humus ve tavuk şiş… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

IMG_0548

Dürüm ve nohutlu salata… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Dekorasyonda dikkatimi çeken öğeleri de sizler için fotoğrafladım:

IMG_0542

Tuvalette bile İstanbul var. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

IMG_0544

Bu merdiveni çok sevdim, İstanbul-Karaköy’deki lisemin yer karolarını hatırlatıyor. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

İstanbul posterleri de burayı şenlendimiş. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

İstanbul posterleri de burayı şenlendirmiş. (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Sesame, evlere servis de yapıyor.

Adres: 23 Garrick Street, London WC2E 9BN

İnternet sitesi: www.sesamefood.co.uk

Açık olduğu saatler:

Pazartesi-Çarşamba 07.00-21.00

Perşembe-Cuma: 07.00-23.00

Cumartesi: 09.00-23.00

Pazar: 11.00-19.00

Alain De Botton Haber Makinesinin Hayatımızdaki Etkilerini Anlattı

Londra’nın dünyaca ünlü sanat ve tasarım müzesi Victoria and Albert Museum’da (kısaca V&A) geçtiğimiz günlerden birinde zihin açıcı bir konuşma dinledim.

Image

V&A’in girişindeki yeni yerleştirme nefes kesiyor…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Ünlü İngiliz-İsviçreli filozof Alain de Botton’un yeni kitabi “The News: A User’s Manual”ın (Haberler: Kullanıcının El Kitabı) tanıtım sohbetindeydim. De Botton zekasıyla ve konuşmasının arasına serpiştirdiği esprileriyle izleyicinin sempatisini kazanmakta gecikmedi. Bir felsefeciden bekleyebileceğiniz üzere üstten bakan, ukala bir tavrı yoktu, hatta güleryüzlüydü. Tabii bu yazıyı kitabın özeti olarak değerlendirmek doğru olmaz, zira kendisinin bir saatte 272 sayfalık kitabı özetlemesine imkan yoktu, ancak kitaptan önemli satır başları aşağıdaki satırlarda…

Image

De Botton’un yeni kitabının kapağı…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

De Botton konuşmasına 18. yüzyıldan bu yana bilginin dönüşüm geçirerek demokrasi ve ilerlemeyi sağladığını söyleyerek başladı. Bunu 19. yüzyılda yaşamış ünlü Alman filozofu Hegel’in bir sözüyle açıkladı: “Gazete okumak realist, modern insanın sabah duasıdır.” Dolayısıyla Pazar günleri kiliseye gitmenin yerini modern çağda bilgiye erişim özgürlüğünün, (o dönemde sadece) gazete okumanın aldığını belirtti.

İçinde bulunduğumuz çağda bildiğimiz gibi önemli veya ciddi haberler popüler, magazinel veya sansasyonel denebilecek hafif haberlerle yarışında pek de başarılı olamıyorlar. Örneğin küresel ısınma haberleri ilgi çekmiyor ama ünlülerin ne yaptığı haberlerini hepimiz tüketiyoruz.

Haberlerle ilgili bir sorun daha var: hepimiz bizi güçsüz kılan bir haber denizinde boğuluyoruz. Bu denizde yönümüzü bulabilmemiz için kendini tekrarlayan, belli başlı haber numune veya prototipleri olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bunları tanırsak haber “seliyle” başa çıkmak mümkün. Ancak medya işlevini kaybetmemek için bunların haber prototipi olduğunu asla söylemez, o başka.

De Botton bu prototiplerden birinin, önemli veya ünlü bir kişinin sıradan bir iş yaptığı kareler olduğunu söyledi. Örneğin İngiltere tahtının yeni varisi, Cambridge Dükü Prens William’la Cambridge Düşesi Kate Middleton’ın geçtiğimiz yıl doğan bebeği George ile Hz. İsa’nın bebekliği veya ünlü oyuncu Natalie Portman’ın çocuğuyla ilgili haberler aynı prototipe aitmiş. De Botton, Prens William’ın oğlunu bebek oto koltuğuna koyduğu kare ile Portman’ın oğlunu parka götürüp gezdirdiği kareyi bu anlamda aynı duygunun beslediğini anlattı: bize nasıl yaşamamızı söyleyecek ünlülere, bir nevi rol modellerine, “örnek insanlara” olan ihtiyacımız. Bu tip fotoğraflar, bizim sıradan bir şeyin değerini görmemizi de sağlıyormuş.

Buna karşılık De Botton Aralık ayı sonlarında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde düzenlenen saldırılarda 103 kişinin öldüğünü, ama bunu umursamadığımızı söyledi, ama sonra içimizi rahatlatmayı da başardı: bunun nedeni kötü insanlar olmamız değilmiş. Burada suçlu küreselleşmiş taşralılık (“globalised provincialism”) yani olayı bilmemiz, ancak çok önemsememiz gibi görünse de, aslında gerçek suçlu medyaymış: yayımlanan bazı haberler bize olayın arka planını veremiyor veya doğru şekilde sunamıyor. Zira işlenmemiş, ham verileri habere dönüştürmek de bir sanat sayılabilir. Bu anlamda Stephanie Sinclair’in Yemen’deki foto muhabirliği sırasında kadraja aldığı çocuk gelinler De Botton’a göre bir sanat eseri. New York’ta yaşayan Sinclair, cinsiyet ve insan hakları gibi hassas konuları işleyen, altı yıl boyunca Orta Doğu’da çalışmış bir fotoğrafçı. National Geographic ve The New York Times Magazine gibi tanınmış dergilerde fotoğrafları basılan Sinclair, Dünya Basın Fotoğrafları Ödülleri gibi pek çok ödülün sahibi. Kişisel internet sitesi için “Evlenmek İçin Çok Genç”e;  National Geographic’te yayımlanan fotoğrafları için ise şuraya bakabilirsiniz.

Image

Bakışlarımı görüyor musunuz?!
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Image

Düğün ve gözyaşı…
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Image

Zorla gelin edilmenin dramı…
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Bu tür bilgi dolu fotoğraflar bizi olayla daha çok ilgilenmeye itebilir, olayın bizim için önemli hale gelmesini sağlayabilir. Ölü olmayan, yaşayan bir fotoğraftan çok şey öğrenebiliriz. Ancak sorun şu ki, içinde yaşadığımız dönemde aşırı derecede veri odaklı olduğumuz için sanata olan ihtiyacı anlayamıyoruz.

Bir başka haber prototipi ise, cinayet veya felaket haberleriymiş; bu haberler bilhassa çocuklarla ilgiliyse okuyucu nezdinde daha da popüler oluyormuş. Bu rağbetin nedeni sıradan insanlar olarak bu haberlerin bizi korkuyla tanıştırmaları. Zira böylece başkalarının yaşadığı felaketleri görür ve hem korku, hem de acı hissederiz: başkalarının başına gelen kötü şeyler için üzülürken aynı şey bizim başımıza gelir mi diye de korkarız. Bunun kaynağı ise De Botton’a göre antik Yunan filozofu Aristoteles’in Batı geleneğinde hala hüküm süren trajedi kavramı. Araba ve uçak kazaları, kuş gribi, UFO’lar, böcekler, mikroplar ve benzeri şeylerle ilgili haberler, düşük düzeyde kaygı yaratır. Medya korkmamızı ister, hatta korku medyanın değişmezidir.

Ama bunun tam tersine, medyada yayımlanan bilimsel gelişmelerle ilgili umut verici haberler de bir başka haber prototipidir. Çağımızın hastalıklarından Alzheimer’a çare bulunduğu yönündeki haberler buna örnektir. Aslında hepimiz ölecek olsak da, bunu içten içe bilsek de medya bize öleceğimizi söylemek istemez. Bunun yerine sinsi bir şekilde birkaç kötü adam bulur, onları günah keçisi haline getirir, sonunda da bu işten kazanç elde eder. “Bundan dolayı medyayı suçlayabilir miyiz?” sorusuna da yine kendi cevap veriyor De Botton: “Hayır, asıl suçlu haber izleyicileridir. Örneğin McDonald’s kalitesiz, sağlıksız yemek verdiği için eleştirilir, ama oradan yemek satın alan bizizdir. Biz almasak McDonald’s’a bu kadar talep olmayacak ki.” Peki bu meselenin çözümü nedir? De Botton tüketici eğitimi, diyor. Toplum veya halk, medya okur-yazarlığı konusunda eğitilmeli. Eh, doğru söze ne denir?

Bu doğrultuda De Botton teoriyle yetinmemiş, felsefeci arkadaşlarıyla birlikte “The Philosopher’s Mail” (Felsefecinin Postası) adıyla bir internet sitesi hazırlamış. Ocak 2014 tarihinden bu yana aktif olan sitenin mali destekçiliğini De Botton’un kurduğu “The School of Life” (Hayat Okulu) yapıyor. *** The Philosopher’s Mail, tasarımını İngiltere’nin en çok satan tabloid gazetelerinden biri olan “Daily Mail (Günlük Posta)’den almış, hatta adını bile ondan esinlenmiş. Ama bir farkı var: Daily Mail’in büyük fotoğraflarla, uzun uzun verdiği, açlıkla tüketilen magazin haberleri de dahil olmak üzere tüm flaş haberleri gazetenin aksine “bilgece, sakin, daha çetrefilli ve ağırbaşlı” bir bakış açısıyla sunması. Londra merkezli, ancak Amsterdam ve Melbourne’de büroları bulunan bu sitenin verdiği vaat büyük: Adalet, hakikat, şefkat ve empati üzerine kurulu bir medya okur-yazarlığı. Bu sitenin Twitter’da şimdiden (2 aydan kısa bir zaman zarfı içinde) 10 milyonun üzerinde takipçiye ulaşması, De Botton’un geleneksel medyaya hak ettiği cevabı verdiğinin göstergesi olarak yorumlanabilir. (Sitenin adresi: Philosopher’s Mail)

Image

De Botton, The Philosopher’s Mail projesini anlatıyor…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

*** Burası Londra’nın merkezinde “günlük yaşam için iyi fikirler sunan bir kültür oluşumu.” Aşk, ilişkiler, evlilik, iş yaşamı, hobiler gibi çeşitli konularda seminerler düzenliyor, kitaplar satıyorlar.

Irak’ın İşgalinin Bedelini Ödeyen Kadınlar Konuşuyor…

Londra’da üç yılı aşkın süredir yayımlanan ve ücretsiz olarak dağıtılan haftalık bir kadın dergisi var: Stylist Magazine. Entelektüel açıdan doyurucu içeriği, yazı konularının geniş yelpazesi, farklı mesleklerde çalışan kadınların bir iş gününün ayrıntılarıyla anlatıldığı “İş Hayatı” gibi özgün köşeleriyle ilk sayısından bu yana parayla satılan benzerlerine fark atıyor. Mart ayında dergi, Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD ve İngiltere tarafından demokrasi vaadiyle işgal edilmesinin 10. yıldönümü dolayısıyla Iraklı kadınlarla yaptığı söyleşilere geniş yer ayırdı. Aslında blogumda sadece özgün içerik üretmek adına çeviri haberlere pek yer vermek istemiyordum. Ancak komşumuz olmasına karşın ben de dahil olmak üzere, birçoğumuz Irak’ı yeterince tanımıyoruz. Üstelik bu kadınların uzun ve acımasız savaşın günlük hayatlarına etkilerini duygu sömürüsü yapmadan, açık yüreklilikle anlattıkları bu söyleşiler bir Türk kadını olarak beni derinden etkiledi. Ayrıca yazı, Irak savaşına kadınların günlük hayatının değişimi gibi farklı bir pencereden bakıyor. Bu nedenle bu söyleşileri çevirisini kendim yapmak suretiyle blogumda yayımlamaya karar verdim. Mülakatları gerçekleştirenler de yine iki kadın: Londra’da yaşayan Iraklı tiyatro oyuncusu Dina Mousawi ile İngiliz gazeteci Victoria Brittain. İngiltere’nin saygın gazetelerinden The Guardian’ın eski dış haberler editörü yardımcısı olan Brittain aynı zamanda savaşın kadınlar ve çocuklar üzerine etkisi konusunda çalışan bir BM danışmanı ve İngiltere’de Şubat ayında yayımlanan “Shadow Lives: the Forgotten Women of the War on Terror” başlıklı kitabın yazarı.

“SADDAM’I SEVMEZDİM, ANCAK AMERİKALILAR ONDAN DA KÖTÜ”

— 23 yaşındaki Şahd Orfali Bağdat’ta doğmuş ve 2005’e dek orada yaşamış. Şu anda Kanada’da öğrenim görüyor. —

“Savaş başladığında 13 yaşındaydım. Annem sabahın 5’inde odama gelip beni uyandırmış ve uçak seslerini duyduğu için bodruma gitmemizin daha güvenli olduğunu söylemişti. Sirenler ötmeye başladığında sinirlerim bozulduğu için gülmeye başladım, korktum ve gerginlik hissettim. Sirenlerin çaldığını duyunca vurulup vurulmayacağımızı asla bilemediğimize inanamıyordum.

Nihayet yaşadığımız mahalle tahliye edildi ve dedemin evine taşındık. Üç ay sonra yeniden okula başladım, ancak orayı bir silah ambarına dönüştürmüşlerdi. (…) 2004’te ise okulum artık bir seçim merkezi olarak hizmet veriyordu ve orada bir patlama olduğunu duyduk. Bir adam hamile kadın kılığına girip intihar saldırısı düzenlemişti. Sınıfıma girdim ve pencere kenarında bulunan sırama gittim. Bir de baktım ki kanlı bir suratın derisi cama yapışmış. O deriden çıkan sakal kılları bile görünür haldeydi. Sonra öğretmene bu normalmiş gibi camları silmeyi unuttuklarını söyledim.

Şiddet olayları 2005 yılında arttı, artık kendimizi güvende hissetmiyorduk. Bir patlama olup olmayacağını, birinin sokakta yürürken bizi karakola götürüp götürmeyeceğini asla bilmiyorduk. “Beni belki öldürecekler, belki de öldürmeyecekler.” diye düşünüyorduk. Mesela bir arkadaşım bir gün ortadan kayboluverdi. Sonra erkek kardeşinin bir çete tarafından kaçırıldığı ortaya çıktı. Tek tek tüm arkadaşlarım Bağdat’tan kaçtı ve sonunda bir ruhsal çöküntü içine girdim, çünkü geride kalan tek kişi bendim. Biz de Ürdün’e kaçtık. Kendimi ancak oraya varınca güvende hissettim. Üstelik elektrik veriliyordu ve sular akıyordu, istediğimiz zaman buradan ayrılabilirdik de.

Bugün bana Saddam’ı sever miydin, diye sorsanız cevabım “hayır” olurdu, ama Amerikalılar Saddam’dan bile kötü. Irak’ta yaşayan birinin Saddam’ı sevme ihtimali yok. Onun hakkında savaş bitene dek konuşmadık, bu mümkün değildi. Çatışmadan önce telefon ahizesini elinize aldığınızda çevir sesi yerine “Devlet Başkanı Saddam’ı oyların yüzde 100’ünü aldığı için kutlarız.” şeklinde bir ses kaydı duyuyordunuz. Böyle şeylerle insanların beynini yıkıyorlardı.

Irak’ın ABD’yi yeneceğinden emindim. Kazanmamızı istiyordum. ABD ordusu Bağdat’a girince ve Saddam heykelini devirince Saddam’ın kanepenin arkasından çıkıp “ceee” diye sesleneceğini sandım! Onu yargıladıkları zaman, artık burama kadar gelmişti. O Devlet Başkanıydı, Irak’ı uzun bir süre boyunca yönetmişti ve böyle muamele görmemesi gerekiyordu. Bu kadar basit. Bir sürü kötü şey yaptı ama bir sürü iyi şey de yaptı. Saddam’ın idam edildiğini gösteren videoları izleyemiyorum. Bunun için şu an bile daha daha çok erken.”

“IRAK KADINI ARTIK EĞİTİMLİ, İHTİRASLI VE ÇALIŞMAYI SEVİYOR”

— 34 yaşındaki Farah Hassani Bağdat’ta yaşıyor ve Irak Sağlık Yardımı Örgütü (IHAO) adlı STK’da çalışıyor. —

“Farklı insanlardan farklı öyküler duyacaksınız. Bazı kişiler size Saddam dönemini şu ana tercih ettiklerini söyleyecekler, ama benim için hayat şu an savaştan önce olduğundan daha güzel. Artık daha iyi iş olanaklarımız ve ABD, Avustralya, Londra ve Malezya’ya doktora yapmaya giden Iraklılar var. Saddam döneminde çalışanlar yalnızca ayda 3.000 dinar (yaklaşık 4.25 Türk Lirası) maaş alıyorlardı, bu miktarla da otobüs paralarını veya kiralarını ödemeleri olanaksızdı. Dolayısıyla kadınların çoğu okulu bıraktı ve evlendi. Şimdi Iraklı kadınlar eğitimli, ihtiraslı ve çalışmayı seviyor. 2008’den önce saat 17.00’de evde olmak zorundaydık, 18.00’de evde olsak hayatımızı riske atmış oluyorduk. Şimdi istediğimiz zaman dışarı çıkabiliyoruz. Artık park ve kafeler gibi flört edebileceğimiz birçok mekan da var, daha önce bir erkek ve bir kızı birlikte görmek bile zordu.

İnsanlar 2002’de savaş çıkacağını söylemeye başladığında, tüm evraklarımızı, pasaportlarımızı, belgelerimizi ve paramızı bir çantaya koymuştuk. Yine de Saddam’ın düşeceğini asla düşünmedim. Zira sürekli Saddam’ın güçlü ve sağlam olduğu söylenip duruyordu.

İşgalin başlarında Bağdat’ın batısındaki Gazaliya adlı mahallede teyzemlerle oturuyordum, burası çoğunlukla Sünni bir bölgeydi ve savaştan kötü etkilenmişti. Pazara gidemiyorduk çünkü herhangi biri (milisler, komşularımız veya mücahitler) bizi öldürebilirdi. Vurulmuş bir sivil görsek ve onu arabamızla hastaneye götürsek mücahitler bizi de öldürecekti. Sürekli siyah veya mavi bir cübbe ve baş örtüsü gibi kıyafetler giymemiz zorunluydu. Etek  ve pantolon giymemize izin verilmiyordu. Kadınların araba sürmesine de izin yoktu, mücahitler bir kadının araba sürdüğünü gördüklerinde onu akrabaları evden çıkıp onu kurtarana kadar döverlerdi. Hepimize araba süren bir kadının dininden vazgeçtiğini yazan mektuplar gönderilirdi. Eğer okul otobüsünde başı açık bir genç kız varsa otobüsü durdurup ona bağırırlardı. Genç bir berberi sakal bırakmadığı gerekçesiyle dükkanında öldürdüler. Bir leğen içinde buzlu su satan bir adamı da Peygamberin zamanında buz diye bir şey olmadığını söyleyerek bir leğende buzlu su satan bir adamı öldürdüler! Evden çıkmaya korkuyorduk. Sadece haftada bir kez gıda alışverişi yapabildiğimiz için evde asla yemek için gerekli malzemeler bulunmuyordu, dolayısıyla yaptığımız yemekler bile değişti.

Gazaliya o zaman da Sünni ağırlıklıydı, şimdi de öyle. Ama biz Şiiyiz. Dolayısıyla oradan taşınmamız gerekiyordu. Kızkardeşim mücahitlerden evi 48 saat içinde boşaltmadıkları takdirde öldürüleceklerinin yazılı olduğu bir not aldı. İlk önce kızkardeşim Irak’ı terk etti. Ben Suriye’ye gitmeye karar verdim, teyzem Ürdün’e, öbür teyzem de Yemen’e yerleşti. Dolayısıyla bütün ailemiz dağıldı, zor bir dönemdi. Evlerimizi, eşyalarımızı, her şeyimizi geride bıraktık.”

Saddam Hussein Alps killings

Saddam Hüseyin

ŞİMDİ HER YERDE YÜZLERCE DİKTATÖR VE YÜZLERCE SADDAM VAR”

— 31 yaşındaki şair ve kadın hakları eylemcisi Awezan Nuri, Irak’ın kuzeydoğusundaki Kerkük kentinde yaşıyor. —

“Irak’ın düşmesinin ardından bir grup kişi Kadınlara Karşı Şiddet Örgütü’nü kurduk. Amacımız kadın hakları için mücadele etmek ve Kerkük’te bir kadın barınma evi kurmaktı. Maalesef Orta Doğu’da, özellikle de Irak’ta kadın haklarıyla ilgili hiçbir yasa yok. Kadınları aile içi şiddete veya eril düşünme biçimlerine karşı koruyan bir sistem de yok. Şiddet Irak’taki herkesi, özellikle de kadınları etkiliyor. Şiddetin bu etkisi toplumsal, siyasi, ekonomik bağlamlarda görülüyor, ayrıca medyada ve hukuk sisteminde kadınlar suistimal ediliyor.

Bu özellikle de Kerkük’te yaygın, çünkü burası küçük Irak gibi. Burada çok farklı etnik kökenlere ve dinlere mensup kişiler yaşıyor. Irak’ın düşmesinin ardından herkes hakkını kendi eliyle aramaya başladı. Saddam döneminde evet, emniyet ve asayiş vardı, yasalar vardı, insanlar silahtan korkuyorlardı ve hiçkimsenin silah almasına izin verilmiyordu. Ama bununla beraber kuruluşların içinde çalışan gizli polis de vardı.  Ben Kürdüm ve Baas rejimi bizi çok incitti. Kendi dilimi konuşamıyordum, kendi dilimde öğrenim de göremiyordum. Kendi adıma bir ev alamıyordum çünkü Kürtlerin özgürlüğü veya hakları yoktu. Ama yine de insanlar şu ana göre çok daha güven içinde yaşıyorlardı.

Önceden bir diktatörümüz vardı: Saddam. Biri hapse atılırsa, ölürse veya idam edilirse bunun Saddam yüzünden olduğunu biliyorduk, her zaman bunun kaynağını biliyorduk. Şimdi her yerde  yüzlerce diktatör ve yüzlerce Saddam var. Şu anda Irak’ta birçok farklı görüş mevcut: psikolojik savaşlar, din savaşları, mezhep savaşları, siyasi savaşlar… Herkes kendi yandaşlarını düşünüyor. Dolayısıyla insanlar artık adam öldürme ve adam kaçırmalardan korkuyorlar, çünkü bunun kaynağını bilmiyorlar. Düşmanlarının kim olduğunu bilmiyorlar. Şu an ülkede yasalar yok ve herkesin evinde bir silah var. Hiçkimse başka bir kişiyi eleştiremiyor çünkü bu yüzden öldürülebilir.

Dünyanın geri kalanında insanların ne kadar basit, mutlu bir hayat yaşadığını görüyorum ve şöyle düşünüyorum: “Biz niye böyle değiliz, bunu hak etmek için ne yaptık? Neden ölümlerle, bombalarla ve cinayetlerle yaşıyoruz?” Üzerinde düşündüğümüz, konuştuğumuz, yazdığımız her şey savaş ve cinayetlerle ilgili. Bazen kızımı düşünüyorum ve onun için çok üzülüyorum, zira onun bütün hayatı bu şekilde geçti, hiç mutlu bir hayata tanıklık etmedi. Büyüyüp evlendiği zaman çocuklarına anlatacağı öyküleri düşünüyorum: sadece savaşla ilgili, tıpkı annemin bana anlattıkları gibi.”

“BAĞDAT BUGÜN YOKSUN KADINLARIN KENTİ”

— Gazeteci-yazar Haifa Zangana 1950’de Irak’ta doğmuş, ancak 1975’te ülkeyi terk etmiş. Eşiyle birlikte Londra’da yaşıyor. —

“Bağdat bir yoksun kadınlar kenti. Nerede yazarsam yazayım, 1991 ve 2003’te ülkemde yaşanan ve Batılıların neden olduğu savaşlar ve bu tarihler arasındaki yaptırımlarla dolu 13 yıl yüzünden Irak kadınlarının hayatlarının nasıl mahvolduğunu insanlara anlatıyorum.

Genç bir komünist olduğum dönemlerin üzerinden çok zaman geçti. 1972’de Saddam Hüseyin tarafından hapse atıldım ve işkenceye uğradım. Hayatta kalmamı ve serbest bırakılmamı anneme borçluyum. Annem her gün kızkardeşimle hapishanenin önünde nöbet tuttu ve gardiyanları bana yiyecek ve giysi ulaştırmaya ikna etmeye çalıştı. Gardiyanlar aylarca ona benim adımda bir mahkum olmadığını söylediler, ama annem onların hakkından geldi ve Abu Ghraib Hapishanesi’nde geçirdiğim altı ayın ardından evime dönebildim.

2003 savaşı ancak bir felaket olabilirdi. Yabancıların ülkemizi işgali, bize sözü verilen hiçbir şeyle (insan hakları, kadınlar, demokrasi) ilgilenmeyen bir rejimi gizlemiş oldu. Şu an Iraklı kadınlar günlük hayatlarında ekonomik çöküşle mücadele ediyorlar, aileleri içinde bile sindiriliyorlar, sosyal hayattan koparılmış vaziyetteler ve özerkliklerini kaybediyorlar. Ekonomik krizin sonucu olarak fuhuşa zorlanıyorlar.

Kadınlar sürekli tutuklanan ve öldürülen diğer kadınları düşünüyorlar. Bunlar ailelerindeki erkeğe ulaşmanın bir yolu. Belki de en kötü şey hapishanelerdeki tecavüz salgını. İşgal kuvvetleri ve Iraklı güçlerin tecavüzü bu yılların tanımlayıcısı oldu ve insan hakları kuruluşlarının raporlarına karşın tecavüzlerin korkunçluğu asla tam olarak anlaşılamadı.  2012 yılının Aralık ayından bu yana 25 Irak kenti, kadın mahkumların serbest bırakılmasına yönelik birçok protesto gösterisine sahne oldu; insanlar sokaklarda, meydanlarda uyudular ve üzerlerinde “Kadınlarımızı serbest bırakın!” yazılı pankartlar açtılar. Eski rejimin insanlık dışı uygulamaları hala yürürlükte.

Şu an Londra’da yaşıyorum, ama Irak’taki aile bireylerimle ve arkadaşlarımla sürekli telefonda konuşuyorum ve onlardan duyduğum korkunç öykülerin sonu gelmiyor. Örneğin genç erkekler polis veya milisler tarafından sokakta sık sık durduruluyor ve ancak ebeveynleri onlara fidye ödedikten sonra serbest bırakılıyorlarmış. Bağdat’ta bugün 1.400 denetim noktası bulunuyor. Bunlar şiddet yanlısı güvenlik görevlileri tarafından yolsuzluk yapmak  ve kadınları küçük düşürmek için kullanılıyor.”

“BABAMI SADDAM İDAM ETTİRDİ”

— Gazeteci ve akademisyen May Wasfi Tahir, Irak’ı 1960lı yılların ortalarında terk etmiş, dul ve Paris’te yaşıyor. —

“On yıl önce bir felaket bekliyordum. Elbette Amerikalılar ve İngilizler demokrasi getirme konusundaki söylemlerine karşın ülkemize yardım etme niyetiyle değil; ülkeme egemen olmaya ve onu yıkmaya geldiler. Saddam’ı iktidara getirdiler, Baas rejimi CIA tarafından şekillendirildi, Saddam’ı 1980-1988 arasında süren İran-Irak Savaşı’nda silahlandırdılar. Saddam Hüseyin 2003’ten uzun sure önce dünyamızı ve bize verilen sözleri zaten yerle bir etmişti. Iraklı kadınlar eskiden en ilerici kadınlardı. Ülkede 1989’a kadar asla mezhepçilik ve bölücülük görmedim, ama o yıl Saddam’ın ne yaptığını, kişiliğimizi yıktığını fark ettim. Bizi İran’la savaşa soktu, Kuveyt’teki durum da ortada. Saddam aptal, deli, ahmak bir megalomandı.

Eziyetin Saddam’la başladığını unutamıyoruz. Babam 1963’te Saddam Hüseyin’i iktidara getiren ve Abdul Karim Qassim’e karşı yapılan bir askeri darbede öldürüldü. Annem kızlarının ikisinin Saddam Hüseyin tarafından idama mahkum edildiğini gördü ve hayali onun öldürüldüğünü görmekti. Babamı öldürenler cesedini bile anneme vermemişlerdi. Annem Saddam Hüseyin’in 2006’da asılarak idam edilmesinden bir yıl önce öldü. Ama ben Saddam’ın son günlerini ve nasıl öldüğünü gördüğümde bunun yalnızca bir utanç kaynağı olduğunu düşündüm. Bu Irak hükümeti için bir utanç nedeniydi ve ben büyük bir üzüntüyle onun Iraklı olmaya dair haysiyetini kaybettiğini düşündüm. 2003’ten sonra kuzenlerimin bazıları ve kızkardeşlerimden biri Irak’a döndü. Şimdi yetimler, sayısı çok olan dul ve bşanmış kadınlar için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar, ama bu çok zor, çünkü herşey karmakarışık. Şu an yönetimde bulunan insanlar kadınları 100 yıl öncesine, hatta Orta Çağ’a geri döndürüyorlar. Oraya gidebildiğimizi hayal bile edemiyorum. Hükümet dini egemen haline getirdi ve bu orada yalnız bir kadın olarak özgürlüğüm olmayacağı anlamına geliyor. Bu kadar yıldan sonra kelimelerle tanımlayamayacağım bir parça, eksik kaldı içimde.”

2013323163037106734_20

 “İNSANLAR IRAKLI KADINLARIN HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ BAŞÖRTÜLÜ, KÜLTÜRSÜZ VE EĞİTİMSİZ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR”

— 23 yaşındaki şair Sabreen Kathim doğma büyüme Bağdatlı ve halen orada yaşıyor. Kathim, aynı zamanda Al Hurra televizyon kanalının muhabiri. —

“Yurtdışına gittiğimde insanlar Iraklı olduğumu duyunca şaşırıyorlar. Bizim her zaman siyah renkte giyindiğimizi, hep başörtüsü taktığımızı, kültürsüz ve eğitimsiz olduğumuzu düşünüyorlar. Medya yoksul ve eziyet içindeki kadınlara odaklanıyor, ama eşi ve çocuklarıyla alışverişe giden, güzel ve zarif bir kadını asla görüntülemiyor. Ancak Irak’ın başka bir yüzü de var. Ben liberalim, eğitimliyim ve özgür olmak istiyorum.

Buna karşın, Irak savaştan bu yana daha iyi bir durumda değil. Biz içinde yaşadığımız toplulukları ve birlikte yaşama kabiliyetimizi kaybettik. Eskiden hangi dini gruba mensup olursak olalım birbirimizden hoşnuttuk; artık değiliz. Ulus geriye gidiyor. Irak’ta gördüğümüz yalanlar, yıkım ve yolsuzluk; iyi bir ekonomiden, gerekli binalardan ve eğitimde ilerlemeden yoksun olduğumuz anlamına geliyor.

Amerikalıların 2003’te Irak’a gireceklerini duydukları an, insanlar Saddam Hüseyin’in iktidardan düşeceğini hayal etmeye başladılar. Ama Amerikalıların ülkemize girmelerini istemiyorlardı. Bu ikisi farklı şeyler.

İşgal boyunca çok sayıda Amerikalı gördüm. Çocuklar onlardan korkarlardı, çünkü uzun boyluydular, iriydiler, silahları, telsizleri ve güneş gözlükleri vardı. Ama ABD hükümeti kentleri işgal eden orduları iyi göstermeye çalıştı. Bunun bir yolu da çocuklara şeker vermekti. Her eve şeker bırakılıyordu, Amerikalıların oraya da geldiğini böylece anlıyordunuz. Bizden Irak Arapçasına özgü kelimeler öğrenmeyi severlerdi. Örneğin “iştah” diye günlük konuşmada çok kullandığımız ve “Git, hadi, kaybol!” anlamını taşıyan bir kelime var. Amerikalıların yerleşim bölgelerinde “İştah, iştah, iştah!” diye bağırdığını duyardınız. Sokaklarda bizimle dans ederlerdi. Ama bu ancak ABD’nin sivillere saldırmasının ve insanların tepkisini çekmesinin, bence onlara verilen emirlerin değişmesinin ardından gerçekleşti. Çünkü daha önce kaba, katı ve mesafelilerdi.

Şimdi Bağdat’a gidenler kentin siyah bayraklarla kaplandığını görüyorlar. Her yerde dini  kayıtlar çalıyor. Hayat burada artık zor. Yoksul, dindar insanların yaşadığı Karada’ya gittiğimde beni kendilerinden çok farklı görüyorlar, çünkü başı açık, kahveye giden ve erkek arkadaşları olan bir kadın görmeye alışık değiller. Bir keresinde erkeklerle dolu bir kahveye girmiştim de herkes hemen sus pus olmuştu.

Başka bir ülkeye göç etmek istemiyorum, buradan kalmak istiyorum, ama aslında bunu zor buluyorum. Sürekli mücadele etmekten yoruldum. Bağdat’ı seviyorum, ama burası bir erkekler toplumu. Kadınların itaatkar olmasını istiyorlar. Eğer bir kadın bağımsız olmak ve hayatın tadını çıkarmak isterse onu “o…u” olarak tanımlıyorlar. Hala bir kadının hiçbir şey yapmasına veya günlük hayata ‘karışmasına’ izin verilmeyen, bir aşiret toplumunda yaşıyoruz. Eşitlik bu değil.”

*** Kaynak: http://stylist.co.uk/life/iraq-10-years-on#image-rotator-1