Tarihten Bir Yaprak: Londra Siyah-Beyaz…

2012’de Tate Britain adlı Londra müzesinde düzenlenen “Another London” (Başka bir Londra) sergisi, 1930 ve 1980 ylları arasında yabancı fotoğrafçıların kentte çektiği fotoğraflara odaklanmıştı.

Bunlardan bazılarına müzenin yayımladığı dergide hikayeleriyle birlikte rastlayınca, ilginç bulduklarımı blogumda da paylaşmak istedim.

Beni etkileyen ve şu anki Londra’dan çok uzak gibi görünen aşağıdaki fotoğraf, 1977 tarihli “Street Musician” (Sokak Çalgıcısı). Saç rengi nedeniyle bu müzisyenin lakabı “Ginger” (kızıl saçlı, bizim deyimimizle ‘Havuç’) imiş. Birçok müzik çalgısını eliyle yapıyormuş ve yaptığı bu çalgıları Hint mahallesi Brick Lane Cheshire Sokak Pazarı’nda çalıyormuş. Fotoğrafı çeken Marketa Luskacova, Ginger’la ilgili olarak “Bazen kendi kendine boş bir ardiyenin kapısında oturup müzik yaptığını görürdüm. Fotoğrafının çekilmesinden her zaman hoşlanırdı.” diyor. Şimdi de Londra’da sokak müzisyenleri var, ama böyle değişik enstrümanlar çalan sadece bir kişi gördüm şimdiye kadar. O da Covent Garden’da bir Çinli sokak müzisyeniydi.

Street Musician

Bir başka çarpıcı fotoğraf ise 1972 tarihli ve Neil Kenlock imzalı “Keep Britain White” (Beyaz Irka Mensup Olmayanları İngiltere’den Atın) başlıklı, aşağıdaki eser. Londra’nın güneybatısındaki Balham semtinde Martin Luther King Vakfı’nın iş bulma / istihdam bürosunda çalışan Barbara Gray, burada büronun kapısına sprey boyayla yazılmış bu ırkçı ve çirkin mesajı işaret ederken gayet sakin. O zamandan bu zamana Londra çok değişti. Burada her ırktan o kadar çok göçmen var ki.. ve ne mutlu ki, artık yadırganmıyorlar. Kendilerine uluorta düşmanlık yapılmıyor. Her ne kadar Mayıs ayında yapılan son genel seçimlerde aşırı sağcı, göçmenlere ve yabancılara düşman siyasi parti UKIP, 64 milyonluk ülkede 3 milyon vatandaşın oyunu almış olsa da.

0NeilKenlock

Seçtiğim son fotoğraf ise Wolfgang Suschitzky’nin “Lyons Corner House, Tottenham Court Road” (Tottenham Court Road semtindeki Lyons Corner House”) adlı, 1934 tarihli çalışması. 1909-1977 yılları arasında hizmet vermiş, “art deco” mimari tarzına sahip bu mekan, hem şarküteri, hem de canlı müzik yapılan bir restoranlar kompleksi imiş. Her daim hareketli, popüler ve kalabalık bir yermiş. Artık Londra’da böyle mekanlar parmakla gösterilecek kadar azaldı. Ama tüllü veya dantelli şapka takan zarif hanımlar ve şık beyler maalesef artık hiç kalmadı. Tabii iç mekanlarda yakılan cigaralar da geçmişte kaldı. Aşağıda görülebilecek bu fotoğraf, “Beyoğlu’na kravatsız çıkılmayan” günlerden dem vuran, tarihten bir yaprak… 

05_X40828_439px_72dpi

İngiltere’de Göçmenlik Halleri Tiyatro Perdesine de Yansıdı

Dün akşam Londra’da 1999 tarihli “East is East” (Doğu Doğu’dur) adlı İngiliz filminin aynı adlı tiyatro uyarlamasını seyrettim. Oyunun dramla komediyi ustaca harmanladığını söylemek sanırım doğru olur.

Öykü 1970’li yılların İngiltere’sinde geçiyor. Vakt-i zamanında Pakistan’dan göçmüş George ve aslen İrlandalı, beyaz İngiliz eşi Ella altı çocuklarıyla (Tarık, Abdül, Mine, Selim, Münir ve Sacit), kuzeydeki Salford kentinde yaşamaktadırlar. Oyun en küçük çocuk Sacit’in 13 yaşındayken babasının zoruyla sünnet ettirilmesi konusuyla başlar. Burada bir “fish and chips” dükkanı işletmekte olan ailede baba figürü tahmin edilebileceği gibi çok baskındır. Aile ile ilgili bütün kararları bırak çocuklarını, karısına bile danışmadan alan, sözüne itaat edilmediğinde bütün aile bireylerini dövmekten çekinmeyen, yüreklere korku ve kin salan bir aile babasından söz ediyoruz. Namaz kılmayı ihmal etmiyor, ama belki de en önemli varlığı olan çocuklarına sevgisini hiç göstermiyor da. Onların itaatkar insanlar, iyi Müslüman ve Pakistanlı olmalarını istiyor. Okuldan sonra kendi dükkanında zorla onları da çalıştırıyor. Ama Urduca bilmeyen, öğrenmek de istemeyen çocuklar İngiliz olmaktan ödün vermiyorlar. Çatışma da buradan çıkıyor. Ailede herkesin yaşadığı kimlik kargaşasının had safhada olduğu söylenebilir. Aslında çocuklarına “piç” demekten çekinmeyen George’un bile, çünkü o kadar dini bütün olmasına rağmen beyaz İngiliz bir kadınla evlenmiş. Arada, herhalde vicdan azabından olacak, ağlarken görüyoruz onu.

Aralarında takke takmaya bayılan Münir dışında dinle imanla ilgisi olan da yok. Her normal ergen gibi gençliklerini yaşamak istiyorlar. Babalarına “Pakistanlı” lakabını takmışlar. Ama babaları kimselere danışmadan veya söylemeden ailenin en büyük iki oğlunu, Abdül ve Tarık’ı evlendirmeye karar veriyor ve bunun için iki kızı olan Pakistanlı bir aileyle anlaşıyor. Zaten kıyamet de bundan sonra kopuyor.  Babanın sürekli haberlerde gelişmelerini izlediği, bölünen Doğu ve Batı Pakistan gibi ailenin de ipleri birer birer çözülüyor.

                                                   Filmin afişi…

Asi yaratılışlı, içki de içen Tarık evlenmeyi kesinlikle düşünmez ve evden kaçma planları yaparken sağduyulu ve sakin, uysal karakterli Abdül evlenmeye can atmamasına rağmen babasını kırmamak, üzmemek için buna katlanmayı göze alıyor. Aileyi bir arada tutan anne ile birlikte ailenin bir temel taşı da Abdül aslında.

Mine dalgacı, Münir ise dinine bağlı bir tipleme. Babasının hatalarını görmekte zorlanıyor. Babasının mühendis sandığı Selim’in aslında üniversitede sanat okuduğunu öğreniyoruz. Duygusal Selim ağabeylerinin evlenmemesi için babasıyla konuştuğu için dayak yiyor. Bütün bunları gözlemleyen Sacit ise annesinin yıkamasına izin vermediği, artık kokuşmuş parkasını bir yıldır bir türlü üstünden çıkarmıyor. Tikleri olan, mutsuz çocuk için parka adeta bir sığınak, bir zırh, hatta belki bir koruyucu melek. Ama oyunun sonunda ruhen büyüyor ve ağabeyi Abdül’ün desteğiyle parkayı çıkarıp çöpe atıyor.

Çocuklar babalarından o kadar korkuyorlar ki hep kapılar ardından dinliyorlar onu…

Oyunun en komik sahneleri ise sona doğru, kızlarını oğlanlarla evlendirmek isteyen ailenin ziyaretiyle yaşanıyor. Kızların annesi çocukların Batılı yetişmesini uygun bulmadığını her fırsatta dile getirirken, Ella’nın aynı dükkanda birlikte çalıştığı, sık sık çay ve sigara eşliğinde yarenlik ettiği İngiliz arkadaşının gelmesiyle işler iyice karışıyor. Sonra ise seyreyle gümbürtüyü…

Piyeste oyuncular dikkat çekici performanslar sergiliyorlar. Dekor ve ses kullanımı (yağmur, tren sesleri) başarılı. Ancak Tarık’ın sevgilisi, evlenecek kızlar gibi filmde bulunan oyuncular piyeste yer almadığı için oyun filme göre sönük kalmış.

Düşük bütçeli film versiyonu ise İngiltere’de ve Avrupa ülkelerinde büyük bir ticari başarı elde etmiş. En İyi İngiliz filmi dalında BAFTA almış ve En İyi Komedi Filmi dalında da İngiliz Komedi Ödülü’nün sahibi olmuş. Filmin senaristi, oyunun da başrol oyuncusu Eyüp Han-Din senaryosuyla En İyi Bağımsız İngiliz Filmi ve Londra Eleştirmenler Çevresi Film Ödülü kazanmış.

Irk ve dinin başlıca öğelerini oluşturabileceği kimlik ve aidiyet konulu, ama mizah dolu bir oyun izlemek isteyenler kaçırmasın. “Doğu Doğu’dur”, 3 Ocak’a kadar Trafalgar Stüdyoları’nda!

Oyunun internet sitesi burada.

Filmin fragmanı da şurada: 

Oyunun pek bir anlam ifade etmeyen fragmanı da buradan izlenebilir: 

Kuzguncuk’ta bir sokak kahvesi…

Ezginin Günlüğü “kardeşi kadar eski bir sokakta görenler” içindir ilk aşkını. O sokakta çay içen, sigara tüttüren, keyif kahvesi pişiren insanlar için bir araya gelmiştir sanki grup üyeleri. Büyük ihtimalle Arnavut kaldırımlıdır bu sokak, kedilerin miyavladığı ve eski ahşap evlerle doludur, cumbalı tarafından.

Sokak eskidir, çünkü “dünya naylondur, anlamak güçtür”, ancak “geçmiş yıkayabilir içlerini” insanların. Belki de bu nedenle 1970lerde unuttuğu gençliğini geri getirmeye çalışarak iç burkan sözler süsler demli besteleri.

Nadir1

Grubun kurucularından, en eski üyesi ve pek çok şarkısının yazarı Nadir Göktürk

Ezginin Günlüğü insana en azından blog postu, hatta şiirler, belki de öyküler yazdıracak kadar ilham vericidir. Asla boş değildir şarkılarının içleri, en oynakları bile duygu doludur, güfteden besteden damardan.

Bu şarkılarda ille de eski İstanbul’u bulursunuz, göçtüğünüz memleketinizi, sizi çoktan unutmuş ama iz bırakmışları… Cihangir’deki değil, Kuzguncuk’taki küçük mahalle kahvesinde demli ve bol şekerli bir çay ya da ille de orta ve elbet bol köpüklü Türk kahvesi içesiniz, yağmura bile el edesiniz gelir güleryüzlü hüznünüze fon oluşturduğu için. Bir sigara da tüttürebilirsiniz içtiğinizin yanında, grup üyelerinin çoğunun yaptığını sandığım gibi. Belki de içinizden teşekkür edersiniz yağmura, kendisini size sevdirebildiği için böylesi şarkılarla. Ya da bu şarkılara teşekkür edersiniz, size yağmuru bile sevdirdiği için. Naylon dünyaya sessiz bir haykırışla karşı çıkmaktır Ezginin Günlüğü. Yumuşacık müziğin içinde saklayabildiği isyan potansiyelini işitebilmek demektir. Her seferinde mısralarında yeni bir şey bulduğunuz sözlerdeki anlamdır, müzikteki derinliktir, düzenlemelerdeki sükuttur. Ezginin sesi duyulsun diye düzenlemeler çalgılara fısıldamalarını söylerler onların şarkılarında. Ne de olsa ‘Ezgi’nin günlüğüdür aslolan, çalgının değil. Enstrümanlar sadece bir araçtır duyguları aktarmak için. Ve duygusalların kutsal kitabı Ezginin Günlüğü’dür. İçden gelen en temiz duyguların. Saf olanlarının. Ezginin Günlüğü bir klasiktir hiç sıkılmadığınız ve deha işi bulduğunuz romanların müzikal eşdeğeridir.

999990_10151519058398093_873343283_n

Ezginin Günlüğü albüm kapaklarından bir kolaj…

Bir gemi geçer uzaklardan, en azından bir vapur. Küçük bir takacık belki de. Ama bilirsiniz ki sizin kalbinizin yakınlarındadır o, çünkü size geçmişinizin en sevdiğiniz ya da en yad ettiğiniz parçalarını taşımaktadır. Eskiyi idealleştirir gözünüzde. Bugün ve gelecek yoktur, yalnızca geçmiş vardır artık. İçlerine dokunan geçmiş mi ağlatır gurbet kuşlarını, “duraktan kalkan dolmuşlar” mı, yoksa aşka yürünen “terlik”ler mi; yoksa geçmişi bu kadar iyi dillendiren şarkılar mı, orası bilinmez. Onun içindir ki henüz ortaokuldayken bir şehirlerarası otobüs terminalinde  kendisiyle yaşıt olan grubun sadece adı ilgisini çektiği için “Oyun” kasetini tesadüfen alıp walkman’ine yerleştirmekten hiç pişman olmamış bu satırların yazarının olduğu kadar, kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşanların, yaş dönümlerine girenlerin, eski günlerinin çağrıştırdıklarını unutmak istemeyenlerin de iksiridir Ezginin Günlüğü. Sanki hayal kırıklıklarının bile yaşanması gerekmektedir ki onlardan geriye şarkı tozları kalsın. Ya da söz kırıntıları. Bir de tecrübe kalıntıları. Yaşanmışlıklardan bunlar bir şartla kalsın, şarkılarımızı illa ki yine Ezginin Günlüğü yapsın.

1288293822.60937700

Hüsnü Arkan’lı son Ezginin Günlüğü albümü, “Eski Arkadaş”…