A Brainstorming Session with George Brock About the Future of Journalism

The first guest of the Meetup group “Journalists and Writers in London” was Prof. George Brock, the Head of Journalism Department at City University London. The members consisted of nearly 10 Londoners from Slovakia, Germany, Turkey, India, New Zealand, Ireland, UK, and Finland. Among us were journalists, former journalists or journalism students. We met on 17 September 2013 at a nice and cosy French restaurant in Covent Garden, maybe the most touristic and popular spot in London.

In his short talk, Mr Brock mostly focused on “Out of Print: Newspaper, Journalism and the Business of News in the Digital Age”, his new book published on 3 September 2013.  Analysing why the print media has hit an all-time low now and the effects of the digital technology on journalism practices, this book argues that we have to be optimistic about the future of journalism.

 Image

Today, digital versions of newspapers are preferred to hard copy versions. Also, the internet distributes the news stories faster and to more people compared to newspapers. This book argues that journalism has to be reconsidered in the global scale and we have to be ready to meet the demands of the new technology. If we would consider that the circulations and advertisement revenues of hardcopy newspapers are decreasing in the UK, Japan, European countries (except Germany and Finland), and the USA, that the printing costs are increasing, and the influence of “citizen journalism” and social media is growing, then we would see that the theory and practice of journalism have to change in this new era of communication. Brock explained that the regional newspapers are not doing great either, and most of the news websites cannot be successful. He also noted that the quality of reporting has decreased because of the time pressure that the daily papers suffer from. Consequently, “churnalism” replaced original journalism in recent times. This refers to the journalism practice of media “slaves”, who are paid lower than they deserve and quickly rewrite press releases sent by PR companies.

Brock also pointed out that the internet increased the information quantity a lot compared to the past, but this does not always mean respected, credited and accurate information. However, he also pointed out that the internet has been seen as a scapegoat regarding the decrease of newspaper circulations. Actually, national newspaper circulations in the UK have not started with the discovery of the internet as many people think, but in 1950s when TV channels and radio stations began their broadcasting.

Another point is that the digital versions of newspapers have two other advantages. Firstly, they do not raise environmental concerns. Secondly, corrections and clarifications can be published immediately in these versions. Realising that newspaper circulations are dropping, The Times and Financial Times, two of the five daily quality newspapers in the UK, have created a paywall for their digital content.

The digital edition of Financial Times, focusing on business, economy and finance is now selling much more than its hardcopy edition. For more information regarding the digital subscription system of British newspapers, you can read my blog post titled “The Future of Print Media in the UK: Subscription System and ‘Freemium’ Magazines”.

This all means that journalism as a profession and print newspaper as a newsgathering device are having a hard time now. So why Brock goes for optimism and what is his suggestion to resolve these issues? Firstly, we have to accept that advertisement will not exist anymore as the sole big source of income for hardcopy papers. Journalists have to adapt themselves to this as soon as possible. As well as finding new sources of income, developing new business models is essential because online publishing could not find one until now.

It is clear that hardcopy newspapers are not read to access to news anymore because people found other ways to quickly access to news. However, although their significance as a news gathering device will be decreased more in the future, printed papers will no die, as they are a rich source of comment and analysis. They will only transform. For example, daily papers will be replaced by weekly or Sunday papers. Also, some newspapers will become specialised magazines.

According to Brock, for newspapers to be successful there may not be a unique formula or a magic wand that can be useful while in this transition period. But journalists’ morality and judgment is essential anyway: “We’re entering a new communications age and no one can accurately predict what exactly those needs will be. We can only equip ourselves better to navigate change.” [1]

For more information about the future of journalism, you can refer to Brock’s personal website, focused on 21st century media and journalism: George Brock’s personal website

Image

George Brock
(Courtesy of George Brock)


[1] Source: Professor George Brock’s lecture titled “Is News Over?” at City University London, on 17 March 2010:   

İngiltere’de Basılı Medyanın Geleceği: Abonelik Sistemi ve Ücretsiz Yayınlar

İngiltere’nin ulusal çapta yayın yapan gazetelerinin toplam tirajı, 2008 yılından bu yana dörtte bir oranında azaldı. İngiltere’nin ciddi gazeteleri yani The Daily Telegraph, Financial Times, The Guardian, The Independent ve The Times ile Pazar günleri yayımlanan kardeş gazeteleri (ki bunlar bu gazetelerin toplam tirajının yaklaşık beşte birini teşkil ediyorlar) düşen tirajlarını toparlamak için gazete aboneliği sistemini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar, bu konuda bir nebze başarılı da oldular. Zira Aralık 2008 – Mayıs 2013 tarihleri arasında bu gazetelerin tirajlarının abonelik kaynaklı payı yüzde 26’dan yüzde 41’e sıçradı. Bu gazeteler abonelik sistemiyle satın alınan gazete fiyatlarını bayideki satış fiyatına kıyasla epey düşük tutuyorlar. Bu sistemi pazarlamak için farklı promosyon yollarına da başvuruluyor. Örneğin The Daily Telegraph gazetesi bir yıllığına abone olanlara Kindle e-kitap okuyucusunu ücretsiz olarak veriyor, The Times gazetesi  “Times +” adlı şemasıyla abonelerine belli etkinliklerde indirim sağlıyor, ücretsiz ürünler dağıtıyor, film gösterimlerine, panellere ve sanat sergilerine bilet veriyor, yarışmalar düzenliyor. Bunlar karşılığında gazeteler reklam satışında işlerine yarayan okur verileri elde ediyorlar. Çünkü abonelikler gazetelere okurlarının kimliği ve alışkanlıkları hakkında bilgi veriyor.

Öte yandan İngiltere’de şu an The Times ve Financial Times dışında kalan ciddi gazetelerin internet sitelerine ücretsiz erişim sağlamak mümkün. Dolayısıyla İngiliz gazete okurlarının sadece yüzde 9’u online haber erişimi için para ödüyor. (Gerçi bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 5 oranında artış göstermiş durumda.) Ancak internette ücretsiz olarak yayın hayatına devam eden gazetelerin bile (Mail Online ve The Guardian gibi) tablet uygulamaları ücretli.  Her ay 30 milyon kişinin okuduğu The Sun adlı bulvar gazetesi Ağustos ayında online erişimi paralı hale getiren ilk kitlesel gazete olacak. Aboneleri cezbetmek ve elinde tutmak için sitesine İngiltere Premier Ligi maçlarının başka hiçbir internet sitesinde yayımlanamayan görüntüleri gibi yeni özellikler ekleyecek. The Daily Telegraph gazetesi de “ödeme duvarı” sistemini kullanan ilk ulusal gazete unvanına sahip olacak ve sitesinin kullanıcılarının ayda -yalnızca- 20 makaleye ücretsiz erişmelerini sağlayacak. Şu an bu sistemi Financial Times gazetesi ve The Economist dergisi de kullanmakta.

FREE-handout_RG047

Artık ücretsiz dağıtılan Time Out (London) dergisi

Ne yazık ki gazetelerin online ve basılı versiyonlarının abonelikleri basılı versiyonlarındaki reklam kayıplarını telafi etmeye yetmiyor. 2005’te yaklaşık 4 milyar sterlin gelir getiren gazete reklamları bu yıl tahminlere göre yalnızca 2,1 milyar sterlin değerini yakalayabilecek. İngiltere’deki 12 ulusal gazeteden  bazıları (The Daily Telegraph gibi) maddi açıdan sağlam. Ancak otellerde bedava dağıtılan ve yayıncılık dünyasında pek etkili olmayan The Independent gazetesinin rakipleri gazete kapandığı takdirde onun okurlarını ve reklam verenlerini kapabileceklerini söylüyorlar. İngiltere’de çok az okur için rekabet eden çok fazla gazetenin bulunduğu hala geçerli bir söylem, özellikle de Evening Standard gibi bedava dağıtılan gazetelerin yaygınlaştığı dikkate alınırsa…

A London Evening Standard distributor hands out copies of the newspaper

Artık ücretsiz dağıtılan, saygın akşam gazetesi Evening Standard

Ücretsiz yayınların altın çağlarını yaşamalarının en büyük nedenlerinden biri, İngiltere’de nispeten yeni bir kavramı olan “freemium” yayınların sayılarındaki artış ve okur nezdindeki popülerliği. “Free” ve “premium” yani bedava ve çok kaliteli sözcüklerinin bileşiminden oluşan bu terim; kadın dergisi Stylist, erkek dergisi Shortlist, Sport, haftalık kent kültürü dergisi Time Out * gibi dergileri kapsıyor. Haftada bir kez ücretsiz olarak belli başlı tren ve metro istasyonlarında dağıtılan, bazıları havalimanlarına ve spor salonlarına da girebilen bu yayınlar, bazı kişilerce parayla satılan alternatiflerindeki haber, analiz derinliğine ve sayfa sayısına ulaşamadıkları yönünde eleştirilseler de, bence en az parayla satılan dergiler kadar (hatta bazı durumlarda onlardan daha) kaliteli ve çeşitli bir içeriğe sahipler. Eskiden para karşılığı satılan, ancak artık hafta içi her akşam ücretsiz olarak dağıtılan Evening Standard da, dünyanın ücretsiz dağıtılan en kaliteli gazetelerinden biri olarak tanımlanıyor. Öte yandan hafta içi her sabah ücretsiz olarak dağıtılan bulvar gazetesinin hallicesi kıvamındaki Metro gazetesinin aynı kaliteye sahip olduğu söylenemez. Bu yayınlar parayı aldıkları reklamlardan kazanıyorlar. Örneğin Metro kurulduğundan bu yana, yani 13 yıldır reklam gelirlerini artırıyor, ancak  ait olduğu grubun (Murdoch medya grubu) parayla satılan gazetelerinin reklam gelirleri düşüyor.

Basılı medya organlarının tirajının düşmeye devam ettiği, yerini online medyaya bıraktığı dijitalleşme çağında okurlar tarafından kapışılan bu ücretsiz yayınların popülerliği, sayılarının artmasına yol açıyor. Öte yandan tek gelir kaynağı reklam olan bu yayınların, zamanla sayfalarının daha büyük bir bölümünü reklamlara ayırmaya başlayıp başlamayacakları, ne kadar sürdürülebilir oldukları gibi gazetecilerin ve medya analistlerinin aklına takılan sorular, medya dünyasının geleceği konulu tartışmaların yıldız oyuncusu olacak gibi görünüyor.

58_shortlist_sanex_samping

“Freemium” dergi örneklerinden Shortlist

* Time Out, tirajındaki düşüş nedeniyle Eylül 2012 tarihinden itibaren bedava dağıtılmaya başlandı ve bu yolla tirajını beşe katladı.

*Verilerin çoğu The Economist dergisinin 27.07.2013 tarihli sayısındaki “Newspapers: a decent proposal” başlıklı haberden alınmıştır. (Haberin linki: İngiliz gazeteleri Amerikanlaşıyor)

Protestolara İngiliz basınından tam destek…

1- FINANCIAL TIMES, David Gardner-Daniel Dombey, 08.06.2013

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/0/79b2764e-cfa1-11e2-a050-00144feab7de.html#axzz2VqRK9x00

BİR TEMPO DEĞİŞİKLİĞİ

“— Toplumun tüm kesimlerine mensup kişiler inatçılığı iktidardaki partisi AKP’yi bölme riski teşkil eden Recep Tayyip Erdoğan’a karşı birleşti —

Erdoğan Taksim Meydanı’nın yabancı terör örgütleriyle bağlantılı aşırılık yanlıları, alkolikler, başıboşlar, çapulcular ve yağmacılarla dolduğunu söylüyor.

Ancak 2011 tarihli Tahrir Meydanı’ndan ziyade 1968 yılının Paris gençlik hareketlerini andıran bir komünün bulunduğu yerde bir haftanın geçmesinin ardından, Taksim daha tehlikeli bir yere dönüştü: modern Türkiye’yi kendi dindar imajına göre şekillendirmek isteyen bir adamın iddialarını boşa çıkaran, şenlikli, kentli bir istihza vahası. Türkiye’nin son on yılki öyküsünün büyük bir bölümünü teşkil eden Erdoğan öyküsü bu hafta hırpalanmış oldu.

Polis geçtiğimiz Cumartesi Taksim Meydanı’ndan Cumhurbaşkanı Gül’ün talimatıyla çekildi. Gül şu an Başbakanın hırçın öfkesiyle zıtlık teşkil edecek biçimde ve açıkça uzlaşmacı bir rol oynuyor.

Ancak polisin davranışlarına karşı öngörülemeyen şekilde fışkıran tepkiler, İstanbul’un yüzüne alaycı bir gülümseme kondurduğu gibi, Türkiye’nin de yüzünü değiştirebilir. Başkent Ankara dâhil olmak üzere Türkiye’nin diğer kentlerinde çatışmalar daha da şiddetli olarak devam ederken Taksim’den hiç yüzü gülmeyen Erdoğan’ın hilafına öfke kadar kahkaha da yükseliyor.

Taksim’de toplananlar arasında laiklik yanlısı Kemalistler, Kürt milliyetçileri, solcular ve milliyetçiler, mavi yakalı sendikacılar, tıp veya akademisyen dernekleri, kentli liberaller ve tam olarak tanınmamış Şii azınlık olan Aleviler, anarşistler ve eşcinseller, Sufi Müslümanlar ve yoga yapanlar, hatta Guy Fawkes maskesi takan, peçeli bir yaşlı kadın bile var. Kentin üç futbol takımının taraftarları da bunların arasında.

Başbakanı hedef alarak yapılan doğaçlama dokundurmalar “Alkolikler Birliği Grubu” ve “Çapulcular Dayanışma Cephesi” tarafından yapılıyor. (Bunların bir örneği, “Ayık kafayla çekilmiyorsun Tayyip”) İstanbul merkezli Açık Toplum Vakfı başkanı Hakan Altınay “Burası hukuk tarafından tanımlanmamış, özgürleştirilmiş bir alan, bu bizim karnavalımız. Biz daha önce hiç karnaval kutlamamıştık.” şeklinde konuşuyor.

Bu Erdoğan’ın aurasını eritti. Altınay “Erdoğan artık ‘devlet benim’, diyemeyecek. Bu saygısızlık onu tamamen çökertti.” diyor.

Bu yara berelerin çoğu Twitter kanalıyla geldi. Türkiye’nin çoğu yayın kuruluşu uzun bir süre boyunca protestoları yayımlamadı. İstanbul’un merkezi göz yaşartıcı gaz bombalarıyla boğulurken özel yayıncılar Mars’taki radyasyon, şizofreni ve penguenlerle ilgili programlar yayımladılar. Bağlantı kopukluğunun gerçeküstü niteliği, Twitter kullanıcıları tarafından belirtildi ve Erdoğan Twitter’ı topluma karşı bir tehdit olarak tanımladı. Taksim’de bir duvar yazısında “Devrim televizyon kanallarından yayımlanmayacak. Tweeter’dan öğrenilecek.” yazıyordu.

Şu an sorulması gereken soru Erdoğan’ın tüm bunlara nasıl tepki vereceği. Dün Kuzey Afrika’dan geldiğinde taviz vermez bir ruh hali içindeydi ve Taksim komününü “ezmek” isteyen binlerce taraftar tarafından karşılandı. Türkiye’nin 2002’den bu yana yükselen şahsiyeti olan Erdoğan, oyların yüzde 50’sini aldığı halde neden otoriter ve diktatör eğilimli olarak tanımlandığını anlayamadığını söylüyor.

Erdoğanın iktidarı boyunca Türkiye kendine güvenen, refah içinde bir bölgesel güç haline geldi. Ancak o ordu ve yargı içindeki Kemalistleri dize getirene kadar mücadele verdi. 2007’de komutanlar İslamcı geçmişinden ötürü Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını engelleyerek bir anayasal krize neden oldular. Erdoğan seçim talep etti ve büyük bir çoğunlukla seçimi kazandı. 2011’de de yeniden seçildiğinde ona verilen oylar daha da artmıştı. Altınay “Şimdi içgüdüsel olarak başka bir darbenin kokusu alınıyor.” diyor.

AB Bakanı Bağış ise “Bunların hepsinin planlanmış olduğundan şüphelenmekte haklıyız. Zamanı geldiğinde bunu kamuoyuyla paylaşacağız.” diyor.

Bu ise isyanın doğasını yanlış tanımlıyor. Erdoğan Anadolu’nun kalbiyle içli dışlı ilişkisinin kendisine Türklerin özel yaşam alanına müdahale etme hakkı verdiğini zanneden, kutuplaştırıcı bir şahsiyet. Alkollü içki tüketimi ve kürtaj konusundaki kısıtlamalar, tüm Türklere ayran içmelerini ve kadınlara daha çok çocuk sahibi olmalarını söylemesi gibi. Şu anda hapiste olan yüzlerce komutana karşı açılan bazı davaların uydurma suçlar nedeniyle açıldığı ortaya çıkana kadar, Erdoğan’ın orduyu dizginlemesi halkın geniş ölçüde desteğini almıştı. Ancak bu yasa gazeteciler ve muhaliflere karşı da bir tokmak olarak kullanıldı.

Ancak bu benzersiz ve uçarı sivil ayaklanmanın kapsayıcı noktası, çoğulcu bir toplumun ne Erdoğan’ın ataerkilliğinin boğucu bir şekilde kucaklamasını, ne de geçmişte yaşayan Kemalist ve milliyetçi sınıflandırmanın sakat kontrolünü kabul edeceğidir. Bunların hiçbiri Türkiye’deki canlılığı ve çeşitliliği herhangi bir şekilde yansıtmıyor. Türkler Kemalizmin katı öğretilerinden ve topluma devletin sistematik müdahalesinden, Erdoğan’ın yeni İslamcılığı topluma el koysun diye silkinip kurtulmadılar.

Muhafazakar Today’s Zaman gazetesinde köşe yazarı Yavuz Baydar “İnsanlar bu kadar yıldan sonra başka bir deli gömleğini kabul etmeyeceklerini söylüyorlar. Onlar resmi muhalefete yetersiz kaldıkları yönünde bariz bir işaret gönderiyorlar.” diyor.

Şimdiye kadar AKP’yi destekleyen, Müslüman liberal yazar Mustafa Akyol “2007’de AKP’yi hor görenler çoğunlukla laiklik yanlılarıydı. Şimdi yalnızca onlar değil, çok daha geniş çevreler AKP’yi hor görüyor.”

İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından yapılan bir internet anketine göre göstericilerin yaklaşık üçte ikisi 30 yaşının altında, yarısından çoğunun bu ilk eylemi ve yalnızca birkaçı bir siyasi partiye kendini yakın hissediyor. Ancak liberal köşe yazarı Kadri Gürsel’e göre bu gençler ebeveynlerinin desteğini arkalarına almışlar.

Yayılmakta olan bu sesli tedirginlik, AKP’den ziyade Erdoğan’a karşı… Dördüncü dönem Başbakanlık yapamayacak olan Erdoğan artırılmış yetkilerle Cumhurbaşkanlığına geçmek istiyor. Kendisine sadık olanlar ona hayran, ancak maiyetinde bulunanlar tarafında tecrit edilmiş olan, eleştiriye tahammülsüz Erdoğan bir Türk yetkiliye göre şu an kendisini  “ailesi tarafından ihanete uğrayan bir baba” gibi hissediyor.

Yetkili “Bizim demokrasi anlayışımız katılımcı değil. Protesto hakkını demokrasiye dâhil etmiyoruz.” diyor. İdeoloji farklılıkları bir tarafa, AKP ve beceriksiz rakipleri “kazanan her şeyi alır” şeklinde bir siyaset kültürüne inanıyorlar. Türkiye çapında köklü bir kitle hareketi inşa ettikten sonra bu krizin aslında kendisi hakkında olması, Erdoğan hakkındaki paradoksu teşkil ediyor. Ayrıca inatçılığı partisi AKP’yi bölebilir. Akyol “Oy verebileceğim daha iyi bir alternatif yok ancak Erdoğan’ın gücünün maksimuma çıkmasına katkıda bulunmak istemiyorum.” derken Gül taraftarlarından biri “AKP içinde kesinlikle partiyi Tayyip Erdoğan’ın narsizminden kurtarmaya yetecek kadar birçok farklı düşünce şu an mevcut.” diyor.

Bu hafta demokrasinin yalnızca seçimlerden ibaret olmadığını belirten Gül ise Gezi Parkı eylemcilerini övdü ve polisin gaddarlığı nedeniyle özür diledi. Gül, Erdoğan’ın bariz rakibi olabilir. Öte yandan bir yıldan uzun süredir Erdoğan’la araları bozuk olan Gülen taraftarları onunla aralarındaki mesafeyi koruyorlar ve onun zaaflarından faydalanabilirler.

EDAM adlı bağımsız liberal düşünce kuruluşunun başkanı Sinan Ülgen “Başlangıçta Erdoğan’ın iktidarına hiçbir risk olmadığını düşünüyordum. Ancak şimdi böyle cüretkâr davranmaya devam ettiği takdirde partiyi bölebileceğini görmeye başladım.”

Erdoğan Gezi Parkı’nı buldozerle yıkarak Topçu Kışlası’nın bir replikasını inşa etmekte ısrarlı.

Cumhurbaşkanı Gül ve AKP’nin kıdemlileri Erdoğan’a tavrından vazgeçmediği takdirde alternatifin Taksim Meydanı’nı zor kullanarak yeniden ele geçirmek olduğunu söyleyebilirler. Bu da hem Erdoğan’ın itibarı, hem de Türkiye için yıkıcı bir sonuç olacaktır.

Erdoğan bu seçkin konumunu, iktidarı akıllı bir şekilde kavramasından  ve bir pragmatist yaklaşımı ile temin etti. Ancak Başbakan Taksim’den iki adım uzaklıktaki kabadayı mahallesi Kasımpaşa’da büyüdü. Gürsel’e göre “‘Erdoğan bir sokak savaşçısı, kavga etmekten hoşlanıyor ve daha yeni sokaktaki bir kavgayı kaybetti. Bu onun için dramatik bir şey. Şimdi artık ne yaparsa yapsın bunu dayak yemiş biri olarak yapacak.’”

Image

2- THE OBSERVER, Peter Preston, Press and Broadcasting Köşesi, 09.06.2013

Orijinali:  http://www.guardian.co.uk/media/2013/jun/09/media-pluralism-turkey

ÇOĞULCULUK SADECE SAYISAL ÇOKLUKLA GARANTİ EDİLEMEZ. TÜRKİYE ÖRNEĞİNE BAKIN

“Bir düzine büyük televizyon kanalına, 50 civarında ulusal gazeteye ve yüzlerce yerel radyo istasyonuna sahip olan Türkiye, medya çoğulculuğu açısından bir cennet olmalıydı. Peki, neden geçen hafta Taksim Meydanı’na akan büyük ve kızgın kalabalıklar bizim gazetelerimizin ilk sayfalarına bile girdiler de Türk televizyon kanallarında veya Sabah gibi güçlü gazetelerin manşetlerinde bu kadar uzun süre yer almadılar?

Çünkü bir hükümet sert oynamak istediğinde çoğulculuk bir zayıflık olarak da kendini gösterebilir. Gazeteyi satın alan bir işadamı ise aynı işadamı diğer çıkarlarına zarar verecek yayınlar yapmaz. Kazanacağın devlet ihalesi başkasına gidebilir, vergi memurlarının aniden size baskın yapmasını bekleyebilir ve yayın lisanslarının çok kısa süreli olma durumuyla karşılaşabilirsiniz.

“Seçilmiş diktatörlük” yapan bir hükümetin medya sahiplerini mağlup edip mahcup edecek, cesur gazeteci ve köşe yazarlarını kontrol edecek birkaç yolunun olduğunu anımsayalım. 70 veya daha fazla gazetecinin hala hapiste olduğunu hatırlatayım.

Genç, parlak ve öfkeli Türklerden oluşan kalabalıklar geçen hafta televizyon kanallarının önünde protesto gösterileri yaptılar. Türkiye’nin kentlerinde yaşayan herkesin bildiği gerçekleri yansıtmayan bir basın-yayın rejimi, güvenilir bir sistem değildir. Medyanın güven yitirmesi durumunda hükümetin kendi demokratik otoritesini savunacağı bir aracı da kalmaz.

Erdoğan’ın üç kez seçilmiş olması kendisine büyük bir meşruiyet veriyor. Ancak bu meşruiyet aynı zamanda devam eden demokrasi sütunlarının varlığına da bağlıdır ki basın ve yargının özgürlüğü buna dâhildir. Burada da görülebildiği gibi, AKP hükümeti kendisini de rahatsız edecek utanç verici bir durumun oluşmasına neden olmuştur. İşler kötü gittiğinde özgürlük mekanizmalarına inanmazsanız, işte o zaman insanlar sokaklara dökülürler. Baskı çiğ de olsa, korkunç sonuçlar doğurabilir.”

Image

3- FINANCIAL TIMES, Brookings Institution Başkan Yardımcısı ve eski Ekonomi Bakanı Kemal Derviş, Sadece İnternet Sitesinde Yayımlanmıştır, 09.06.2013

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/0/56d793ce-cf84-11e2-be7b-00144feab7de.html

PROTESTOLARDAN MODERN BİR TÜRKİYE DOĞABİLİR

“–Hoşgörü ve Evrenselcilik Bu Genç Ülkeyi İlerletecektir–

2011 yılında Arap dünyasında kargaşa başladığında bazı Batılı uzmanlar, “Türk modelinin” nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkelere örnek teşkil edebileceğini savunmuşlardı. Ancak mayıs ayının sonunda başlayan gösterilerin dünyaya çizdiği tablo, kökleri siyasi İslam’dan gelen muhafazakâr bir parti yönetimindeki iyi işleyen bir demokrasiye sahip ülkeden çok farklı bir ülkenin tablosuydu. Bu tablo, Türkiye toplumunun bir kısmının ataerkil bir liderlik tarzından, laik hayat tarzları üzerine yapılan ve artmakta olan baskı ve kısıtlamalardan memnun olmadığını gösterdi.

Peki, Türk modeli parçalanıyor mu? Toplumu bölen fay hatları daha fazla istikrarsızlık, şiddet ve baskıya mı neden olacak? Karamsar bir senaryo mümkün ancak ben bu olaylardan gerçek bir Türk modelinin de çıkabileceğinin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle büyük kentlerden tüm ülke geneline yayılan toplumsal hareket kapsayıcı ve geniş kapsamlıydı. Protestolar bir yetkilenme duygusunu açığa çıkardı. Laiklik yanlısı ancak çoğu apolitik olan gençler; Müslüman dindarlar, kariyerinin ortasındaki çalışanlar ve fabrika işçileriyle bir araya geldiler. Taksim Meydanı’na yakın bir caminin müezzini polise camiye sığınan gençlerin hiçbirini tutuklayamayacaklarını söyledi.

Göstericiler çoğunlukla barış yanlısıydı hatta eylemlerin ertesinde temizlik yaptılar. 4 Haziran’da Kandil gecesi birçoğu dindar olmayan genç eylemciler dindar Müslümanlarla birlikte namaz kıldılar. Eylemcilerin temel mesajı, hükûmeti devirmek veya herhangi bir kişiye herhangi bir dayatma uygulamak istemedikleri yönündeydi. Onlar sadece kendi uygun gördükleri şekilde yaşama özgürlüğünü (toplum içinde el ele tutuşmak, içki içmek veya içmemek, kendi istedikleri şekilde giyinmek) kazanmak istiyorlar. Doğa, çeşitlilik ve bireysel özgürlüklere saygı gösteriyorlar.

İkincisi, AKP’nin bazı kıdemli üyeleri polisin aşırı güç kullandığını kabul ettiler. Cumhurbaşkanı Gül uzlaştırıcı mesajlar verdi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç polisin aşırı göz yaşartıcı gaz bombası kullanmasından dolayı özür diledi. Bazı muhafazakâr köşe yazarları, gençleri dış mihrakların manipüle ettiği holiganlar olarak görürken diğer muhafazakârlar göstericilerin bazı taleplerinin anlaşılması gerektiğini savundular.

Artık gerçek Türk modelini inşa etme fırsatı gelmiştir. Laiklik yanlısı gençlerin büyük bir bölümü, daha önceki kuşakların pek de yapamadığı şekilde, daha dindar olan kardeşlerinin inançlarına ve yaşam tarzlarına saygı duyduklarını gösterdiler. Kız öğrencilerin başörtüsü taktıkları için üniversitelere alınmadıkları günlere geri dönmek istemiyorlar. Eğer muhafazakârlar ve dindar yurttaşlar da diğer yurttaşların kendi yaşamlarını istedikleri gibi bağımsız bir şekilde sürdürme isteklerini gerçekten kabul eder ve iktidar partisi de daha büyük bir çoğunluğun rızası olmaksızın ülkeyi etkili bir şekilde yönetemeyeceğini idrak ederse işte o zaman Türkiye, Avrupa’daki Hristiyan Demokratların Müslüman versiyonunu yaratabilir. Ortanın solundaki muhalefetin de ülkeyi oluşturan çeşitliliği tam olarak kucaklaması ve canlı bir alternatif durumuna gelmesi gerekiyor. Bu gerçekleşirse Türkiye, o zaman başkaları için gerçekten bir örnek teşkil edebilir.

Önümüzdeki yıllar çok önemli. Ben iyimserim çünkü yaşanan son olaylar yüzü ileriye dönük genç bir ülkeyi gösterdi ve Anadolu İslam’ının büyük şahsiyetleri Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın dizeleriyle yüzyıllardır kuşaktan kuşağa taşınan bir hoşgörü ve evrenselcilik mesajı verdi. Son olarak modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e gösterilmeye devam edilen saygı; Cumhuriyet’in hâlihazırda elde ettiği modernleşme, kadın hakları ve refaha giden çetin yolda kat edilen büyük mesafeyi yansıtıyor.”

Image

4- THE DAILY TELEGRAPH, Başyazı, 10.06.2013

Orijinali: http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/europe/turkey/10109387/A-time-for-reason.html

SAĞDUYU ZAMANI

“Bir protesto dalgasının Türkiye’yi yaklaşık iki hafta önce ele geçirmesinden bu yana Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir dramın nasıl krize çevrileceği konusunda herkese bir ustalık dersi verdi. Ortalığı sakinleştirmek yerine eylemcileri “çapulcu”, “anarşist” ve “terörist” olarak adlandırarak kınadı ve sindirilmiş bir medyanın önemsiz gösterdiği protestolar konusundaki bilgileri yaydığı için Twitter adlı sosyal medya sitesini “tehdit” olarak tanımladı. Ayrıca genel olarak onun ve başarılarının aşağılanmasını ifade özgürlüğü değil, isyana teşvik olarak değerlendirdi. Bu davranış, zalim polisin kalabalıkları sis bombaları ve göz yaşartıcı gaz bombalarını kullanarak dağıtma girişimleriyle birleşince Türk toplumunun birçok kesimini çileden çıkardı ve fevkalade ateşli bir durumu yarattı.

Elbette Türkiye, Mısır değil; Taksim Meydanı da Tahrir değil. Erdoğan hakikaten popüler bir lider, özellikle de kırsal kesimlerin muhafazakâr Anadolulu nüfusu arasında. Erdoğan aynı zamanda etkileyici bir ekonomik büyüme de sağladı. Onun iktidarı boyunca ülke doğu ve batı arasında bir köprü, Avrupa ve ABD için eşsiz bir ortak ve siyasi İslamcılığın (iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni doğuran hareket) nasıl demokratik değerlerle bağdaştırılabileceğinin iyi bir örneği olarak görüldü.

Maalesef Erdoğan’ın giderek artan şekilde saldırgan ve otokratik tutumu bu başarıları riske atıyor ve demokrasinin yalnızca bir hedefe giden araç olduğunu düşündüğüne dair eski korkuları diriltiyor. Bu hedef de tek partili bir devleti inşa etmek ve Atatürk’ün kurduğu laik düzeni erozyona uğratmak. Aynı zamanda Türkiye’ye mesafeli davranılması gerektiğine inanan Avrupa Birliği içindeki devletlere de (ki söylemekten gurur duyuyoruz, İngiltere bunlardan biri değildir) bulunmaz bir koz veriyor. Erdoğan’ı sağduyuya davet ediyoruz.”

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.

 

İngiliz basınından eylem yorumları sürüyor…

1- THE ECONOMIST, Başyazı, 08.06.2013

Orijinali: http://www.economist.com/news/leaders/21579004-recep-tayyip-erdogan-should-heed-turkeys-street-protesters-not-dismiss-them-democrat-or-sultan

DEMOKRAT MI PADİŞAH MI?

–Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin Sokak Protestocularını Kapı Dışarı Etmek Yerine Onlara Kulak Vermeli–

     Kırık kafalar, gözyaşı bombaları, tazyikli su araçları: burası Kahire, Trablusgarp veya başka gaddar bir diktatörlüğün başkenti olmalı. Ancak burası Tahrir değil; Avrupa’nın en büyük kenti ve demokratik Türkiye’nin finans başkenti İstanbul’daki Taksim Meydanı. Protestolar, Türkiye’nin Atatürk’ten bu yana en önemli lideri olan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili artan memnuniyetsizliğin işareti. İsyanlar ülkenin dört bir yanına kontrol edilemeyen bir yangın gibi yayıldı. 4.000’den fazla kişi yaralandı ve 900’den fazla kişi tutuklandı, üç kişi de öldü.

Protestoların çıkış noktası İstanbul’un merkezindeki son yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı’nı yeniden düzenlemeye yönelik bir plandı. Hükûmetin Karadeniz’den başlayan çılgın bir kanaldan, Boğaziçi boyunca uzanan bir üçüncü köprüye, bütün büyük inşa projelerine içerleyenlerin kızgınlığı artıyordu. Ancak yalnızca ilk protestonun korkunç şekilde zalim bir polis şiddetiyle karışlanmasının ardından olaylar Twitter ve sosyal medya yoluyla alev alev yanmaya başladı. Yerel bir tartışmanın ulusal boyut kazanmasının nedeni, polisin gaddarca davranışları ve halka danışılmadan ve halkı dışlar şekilde parlamentodan geçiriliveren mega projeler gibi etmenlerin, Erdoğan’ın şu an ülkesini yönetme biçimindeki otoriter yapının ölçüsüz bir örneği olmasıydı.

Bazı gözlemciler için Türkiye’deki ayaklanma, İslam ve demokrasinin birlikte yaşayamayacağına dair yeni bir kanıt teşkil ediyor. Ancak Erdoğan’ın dindarlığı bu konunun dışında. Bu olaylardan çıkarılacak gerçek ders, onun otoriterliğiyle ilgili: Türkiye bir Osmanlı padişahı gibi davranan, orta sınıf bir demokrata katlanmayacaktır.

     –Demokrasi Treninden İnmek–

Erdoğan bazı alanlarda iyi şeyler yaptı. Gayrisafi yurtiçi hâsıla AK Partinin 2002 sonlarında iktidara gelmesinden bu yana yılda ortalama yüzde 5’in üzerinde artış gösterdi. Hükûmet, Avrupa Birliği ile 2005’te üyelik müzakerelerinin başlamasını sağlayacak kadar çok reform yaptı. Bu Türkiye’nin 40 yıldır ele geçiremediği bir ödüldü. Erdoğan ülkesinin 15 milyon bastırılmış ve gergin Kürt’ü ile meseleleri halletmek için seleflerinin hepsine nazaran daha çok şey yaptı. Türkiye Arap Baharıyla doğan uluslar için bir model olarak görülmeye başlandı.

Bu gelişme AK Partinin neden üç seçim zaferini etkili bir şekilde kazandığını da açıklıyor. Bu seçimlerin en yenisi Haziran 2011’de yapıldı. Erdoğan hâlâ popüler, özellikle de kentlere yakın geçmişte yapılan göçleri gerçekleştiren milyonlarca kişinin çoğunluğunu teşkil eden küçük iş sahipleri ve muhafazakâr Anadolu köylüleri nezdinde. İşe yaramayan bir muhalefete karşı AK Partinin seçimleri tekrar kazanması muhtemeldir.

Ancak Erdoğan hakkında uzun süredir endişeler de mevcut. Kendisi bir keresinde demokrasiyi, “gideceğiniz istasyona vardığınız zaman ineceğiniz bir tren” olarak tanımlamıştı. İstanbul ve İzmir’deki kozmopolit burjuvaziyi küçümsüyor. Partisinin dinî kökenleri birçok kişide Atatürk’ün iftihar edilen laik devletinin İslamlaştırılacağı korkusu yaratıyor. Alkollü içki satışlarını kısıtlayan yeni bir yasa bu endişeleri haklı çıkartıyor. Bazı kişiler İslamcı demokrasi modeli olmak şöyle dursun, AK Parti’nin bu kavrama bir tezat teşkil ettiğinden endişeliler.

Ancak AK Parti’nin diğer kurucusu Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi Erdoğan’ın partisine mensup olup da Başbakan’ın otoriterliğini onaylamayan ve onun demokrasi yorumunu sığ bulan birçok kişi de var. Ayrıca Rusya lideri Vladimir Putin ve Macaristan lideri Viktor Orban gibi despotça davranan birçok gayrimüslim lider de var. Yani sorun İslam değil, Erdoğan’ın kendisi. Erdoğan’ın siyaset kavramı çoğunlukçuluğa dayanıyor: eğer bir seçimi kazanırsa gelecek seçime kadar canı ne isterse onu yapmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Bazen darbe eğilimli orduyu arka plana atma örneğinde görüldüğü gibi bu gücünü iyi yönde kullanıyor. Ancak zamanla doğru yaptığı şeyler azaldı. AK Partililer yargıyı doldurdu ve AK Partinin adamları vali oldu, dostları büyük ihaleleri kazanıyor. Erdoğan medyayı sindirerek otosansür uygulamasına neden oldu: protestocular gazdan boğulurken televizyon kanalları penguen belgeselleri ve yemek programları yayımladılar.

Türkiye’de, Çin’de olduğundan daha fazla sayıda gazeteci hapiste. Erdoğan, Harp Akademili komutanların hepsini parmaklıklar ardına koydu. Kendi partisi içindeki insanlar bile ona karşı çıkmaya korkuyor. Kendine olan güveni uzun süre önce hoşgörüsüzlük düzeyine geldi. Erdoğan’ın toplumsal muhafazakârlığı da toplum mühendisliğine evrildi.

Erdoğan’ın iktidara şimdi daha da sıkı tutunacağı riski mevcut. AK Parti kurallarına göre milletvekilleri parlamentoda üç dönemden fazla kalamıyorlar, dolayısıyla Erdoğan 2015 seçimlerinde başbakanlık koltuğundan inmek zorunda kalacak. Yetkileri geniş bir başkan olabilmek için anayasayı değiştirmek veya partisini Çankaya Köşkü’nden yönetmek ona çekici gelebilir. Erdoğan, başbakan olarak kalmak için parti kurallarını da değiştirebilir.

     –Bugünlerde Osmanlılar Yerinde Otursun–

İki nedenden dolayı Erdoğan’ın bu fikirlerden vazgeçmesi ve AK Parti liderliğini gelecek seçimlerde devlet adamlığına daha uygun olan Gül gibi kişilere bırakmaya hazırlanması gerekiyor. Birinci neden, tam da 1990’da İngiliz halkının Margaret Thatcher’dan usandığını gösteren kelle vergisi isyanlarının veya 1968’den sonra Fransızların De Gaulle’ü reddetmesi gibi, Türklerin Erdoğan’dan usanmaya başlaması. Erdoğan bu koltukta kalacaksa, ülkesinin giderek artan şekilde frenlenemez hâle geldiğini görebilir.

Erdoğan’ın ayrıca zaten hassas ve etkisizleşmeye maruz kalabilecek olan başarılarını muhafaza etmesi gerekiyor. Ekonomi kısmen Türkiye’nin en büyük pazarı Avro Bölgesi’ndeki ekonomik gerileme nedeniyle keskin şekilde yavaşladı. AB ile görüşmeler durma noktasına geldi ve Erdoğan Birliğe ilgisini kaybetmiş görünüyor. Kürtlerle, özellikle de PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan ile müzakereler de bıçak sırtında.

Erdoğan sorunsuz bir iktidar devri sözünü vererek Türkiye’yi doğru yolda tutabilir. Ülke ordu tarafından yazılan 1982 Anayasa’sının yerini almak üzere yeni bir anayasaya gereksinim duyuyor; ancak bu tüm tarafların fikir birliğiyle yapılmalı ve yetkileri merkezileştirmekten ziyade devretmelidir. Erdoğan da kalan zamanını anayasal reformlara, Kürt sorununun çözümüne, AB ile canlandırılacak görüşmeleri demokrasiyi ve ekonomiyi rayına oturtmak için kullanmaya harcarsa Türk tarihindeki yeri garantilenmiş olacaktır.

Bu haftaki gösteriler sadece göz yaşartıcı gaz ve yaşaran gözlerden ibaret değildi. Sıradan semtlerde sıradan insanlar seslerini duyurmak için tencere-tava çalıyor ve bayraklar asıyorlardı. Türklerin çoğu, zaman içinde hakiki ve çoğulcu bir demokrasiyi geliştirecek yeni bir birlik duygusu hissetmeye başladı, keşke Padişah bunu dinlese. Şimdi her şey büyük oranda Padişahın Taksim Meydanı’ndaki protestoculara nasıl davranacağına bağlı.”

Image

2- FINANCIAL TIMES, David Gardner, Yorum, 06.06.2013

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/0/aa39ad2c-ceb7-11e2-8e16-00144feab7de.html#axzz2VhsM40av

TÜRKİYE KRİZİ DEVAM EDERKEN GÜL İZLİYOR VE BEKLİYOR

“— Cumhurbaşkanı Başbakanın azalan popülerliğini suiistimal etmeye çalışıyor —

 Başbakanının kendi düşüncesine göre şekillendirmek istediği bir ülkede İstanbul-Taksim’den yükselen öfke ve enerji aniden ülkedeki çeşitliliği gündemin merkezine oturttu. Aynı zamanda Erdoğan’la Türkiye Cumhurbaşkanı Gül’ün farklı tarzlara sahip olduklarını da daha aleni bir şekilde ortaya çıkardı.

Bu hafta Kuzey Afrika’yı ziyaret eden Erdoğan’ın yokluğunda Gül Türk protestoculara Başbakan ve onun otoriter tarzı arasında cereyan eden bu sürpriz ve doğal çatışmada en çok ihtiyaç duydukları şeyi verdi: kapıyı araladı

Başbakanlık yapmış, yeniden başbakan olma ihtimali olan Cumhurbaşkanı Gül iyi bir kriz yönetimi yapmaktadır.

2002’de Türkiye’yi 80 yıldır yöneten laiklik yanlısı seçkinleri devre dışı bırakarak iktidara gelen Yeni-İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’e ülkede muhalefet edecek kimse de yok. Neredeyse Cumhurbaşkanı muhalefet liderinin rolünü üstlenmiş durumda.

Protestolar Taksim Meydanı yakınında yeniden geliştirilmek üzere olan küçük bir parkın yıkılma süreci nedeniyle başladı. Ancak çevik kuvvetin başta yalnızca birkaç yüz kişi olan protestoculara rastgele gözyaşı bombası ve tazyikli su ile saldırmasının ardından protestolar ulusal çapta bir isyan eylemine dönüştü. Erdoğan protestocuları kendisini iktidardan devirmek isteyen “çapulcu” ve “aşırılık yanlısı” kişiler olarak tanımlayarak kınadı. Gül ise onları “medeni” olarak tanımladı.

Çarşamba günü, Gül, parlamentodaki çevre komisyonuna açık bir şekilde “İnsanların ağaçları korumak için sokaklara dökülmeleri ve yetkililerden kendi görüşlerinin dikkate alınmasını talep etmeleri çok güzel şeyler.” demişti.

Cumhurbaşkanı daha önce “demokrasi yalnızca seçimlerden ibaret değildir” gözlemini yapmış ve “iyi niyetli (protestoculardan) mesajlar alınmıştır” demişti. Çabuk öfkelenen Erdoğan ise “Ne mesajı?” diye gürlemişti.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Gül’le yaptığı bir toplantıdan sonra polisin gaddarlığı yüzünden barışçıl protestoculardan özür diledi ve Taksim Meydanı eylemcilerinin bir kısmından oluşan bir heyeti kabul etti.

En önemlisi, Türk yürütme gücü üzerinde anayasal yetkileri bulunan Gül’ün bu çerçevede nüfuzunu kullanarak İstanbul Belediye Başkanı’na polisi Taksim’den çekmesini söylemesi bu işin en önemli tarafıdır.

Gül bunu Erdoğan’ın halka açık açık geri adım atmayacağına yemin etmesinden birkaç saat sonra yaptı.

Arınç’la birlikte bu iki adam AKP’nin mimarları. AKP İslam’la demokrasiyi evlendirmeye yönelik bir proje. AKP aynı zamanda Cumhuriyet’in asıl laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün zenginleştirdiği kentli seçkinlerin yerine Anadolu’nun kalbinden gelen dindar, muhafazakâr ama dinamik olan bir kesimin geçmesini sağlamaya dönük yükselen bir proje.

Besbelli ki AKP’nin bu iki ağır topunu birbirinden tarzları ayırıyor: Erdoğan ülkeyi kuşatarak kontrol etmeye yönelik bir eğilim sergilerken Gül, gülümsüyor, danışıyor. Başbakan ise buna zıt olarak sık sık kaşlarını çatıyor ve hırçın davranıyor.

Avrupa’dan televizyon dizilerine kadar birçok meselede farklı düşünen bu iki lider hiçbir zaman aleni bir şekilde bu meselede olduğu kadar fikir ayrılığına düşmemişti. Şimdi ise özlerinde ayrılmaya başlıyorlar.

Erdoğan seçim sandıklarındaki olağanüstü hünerinin kendisine Türklerin özel yaşamına müdahale etme hakkı verdiğini düşünen, kutuplaştırıcı bir şahsiyet. Kürtaj ve alkollü içki tüketimi bu müdahaleye örnek teşkil edebilir.

İstanbul merkezli Açık Toplum Vakfı Başkanı Hakan Altınay’a göre Gül ‘Tamam. Oyların yüzde 50’sini almış olabiliriz, ancak bu değişen-yer değiştiren bir çoğulcu toplum ve bunu kabul etmeliyiz.’ diye düşündüğünü söylüyor.

Cumhurbaşkanı şu an engellenen AB üyelik müzakereleri için gerekli ölçütleri tutturabilmek amacıyla hükümetin başlattığı reformları artırması ve özgürlükleri genişletmesi gerektiğini söylüyor, ancak koltuğundaki üçüncü dönemini yaşayan Başbakan ona nazaran görünmesi, konuşması ve davranışları açısından daha otoriter.

Edam adlı liberal düşünce kuruluşunun başkanı Sinan Ülgen “ Bundan çıkan en açık sonuç, Başbakanın bu yönde devam edeceğini farz eden Gül’ün Erdoğan’a meydan okumasıdır. Ancak bunu yapmaya gerçekten hazır mı?” diye soruyor.

Muhafazakâr Zaman gazetesinde köşe yazarı olan Yavuz Baydar ise “Gül bekleme konumunda, bekliyor ve izliyor. Ancak Erdoğan kutuplaşmayı seçerse AKP’nin bir kısmı Gül’ün geri dönmesini talep edecektir.”

Erdoğan, gelecek yıl yapılacak seçimlerde kendisini Cumhurbaşkanlığına hazırlıyor.  Daha çok simgesel olarak görülen Cumhurbaşkanlığı makamının anayasal yetkilerini artırmak istiyor.

Bu şu anda tartışılabilir görünüyor. Gül Cumhurbaşkanlığı’nın görülenden daha çok yetkisi olduğunu bu söyledikleriyle göstermiş oldu. Erdoğan sadece protestocular tarafından değil, kendi partisinin bazı kesimleri tarafından da güç kullanımı konusunda güvenilmiyor.

Cumhurbaşkanının bir taraftarı şöyle diyor: “AKP içinde kesinlikle partiyi Tayyip Erdoğan’ın narsisizminden kurtarmaya yetecek kadar şu an mevcut birçok farklı düşünce var.”

Image

3-THE INDEPENDENT, Mary Dejevsky, Yorum, 06.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/comment/turkey-protests-the-forces-that-are-reshaping-the-middle-east-will-reshape-turkey-too-8647489.html

TÜRKİYE BAŞBAKANI BİZİM BU PROTESTOLARIN ÖNEMLİ OLMADIĞINI DÜŞÜNMEMİZİ İSTİYOR. AMA ÖNEMLİLER

“Geçtiğimiz hafta içinde yapılan gözlemlerin çoğuna bakılırsa Türkiye’deki Sokak protestolarının nedeni belirsiz görünüyordu. Kısa bir süre önce az sayıda olan gösterici sayısı katlanarak arttı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. Gerginlik Türkiye’nin dört bir yanına sıçradı. Başbakan Erdoğan ise televizyondaki konuşmalarında sosyal medyayı ve “baş belalarını” suçladı. “Kriz mi, ne krizi?” sorusunu sorarak daha önce planladığı Kuzey Afrika gezisine çıktı.

Bu sırada Türkiye’nin yabancı dostlarının çoğu Taksim’de başlayan protestoların ne olduğu değil de ne olmadığı hakkında daha çok şey söylediler. Bize ilk söylenen bu gösterilerin Arap Bahar’ına benzemediğiydi. Türkiye Arap ülkelerinden çok farklı bir ülke: burada demokrasi var ve mükemmel bir ekonomik büyümeye sahip. Yavaş yavaş da olsa Avrupa Birliği üyeliği için gerekli reformları yapıyor. Dolayısıyla burada birinin Kahire’nin Tahrir Meydanı’nın veya öfkeli Tunuslu manavın yankısını duyduğunu düşünmesi bile çok yanlış.

Duyduğumuza göre bu protestolar Türkiye’nin İslam- laiklik savaşının yansıması da değil. Evet, birkaç protestocu bira şişeleriyle poz vermiş olabilir, sokağa çıkan kadınların çoğunun giyimi Batılı tarzda ve başları açık da olabilir, Ankara’daki protestoların odak noktası Erdoğan’ın Anıtkabir’de yeni bir camii yapma teklifinde bulunması da olabilir. Ancak bu protestolar İslamileşmeye yönelik değildi.

Ayrıca bu protestolar Suriye’deki iç savaşla da ilgili değildi. Evet, Türkiye’de ölümlere neden olan bombalı saldırılar gerçekleşti ve sığınmacılar artan toplumsal bir gerilime neden oldular. Ancak Türkiye bu göçmen akınıyla iyi baş ediyordu. Üstelik Kürt liderlerle yeni yapılan bir ateşkes anlaşması geçici de olsa güneydoğudaki isyana bir son verdi. Dolayısıyla orada da bir sorun yok.

Başka bir deyişle İstanbul’daki Taksim Meydanı’nda başlayan protestolar, çoğu ülkede zaman zaman çıkabilen sivil çatışmalardan biri olarak görülebilir. Bu gösterilerin bu kadar hızlı bir şekilde yayılması sosyal medyanın harekete geçirici gücünü yansıtıyor. Bunun tek sonucu da İstanbul’da var olmaya devam edebilen bazı ağaçların kesilmeyebileceği. Çekilecek başka bir tarafı yok bunun.

Böyle bir yargıda bulunmak Türkiye’nin statükosuna yatırım yapan, çok sayıda kişiyi rahatlatmak için tasarlanmıştır. Bu kişiler arasında Erdoğan da dâhil olmak üzere sadece Türkiye yönetimi değil, NATO’nun doğu bölümünü korumaya yardımcı olması için Türkiye’ye bel bağlayan ABD, Türkiye’nin bir gün üyesi olacağı AB ve Türkiye’yi güvenilir bir enerji ve ticaret ortağı olarak gören Rusya da var.

Bu grupların temsilcilerinin geçtiğimiz haftaya yönelik “sakin olun ve devam edin” şeklindeki yorumları, bu yorumu şu an için de uzun vadede de doğru veya geçerli kılmıyor. Geçen haftaki olayların tek bir nedenle açıklanamayacağına dair ısrarları ise Türkiye’nin bunların hepsinin birikimini hissetmeye başladığı yönünde, daha rahatsız edici bir ihtimali gündeme getiriyor. Bu nedenlerin hepsi de (çözümlenememiş Arap Baharı’nın istikrarsızlaştırıcı dalgalanmaları, İslam’ın Türkiye’nin siyasetini istila etmesi, Suriye’deki savaşın etkileri) var olmaya devam ediyor. Tam tersine bölgedeki gerilim ve çatışma ihtimalinin daha da kötüleşebileceğine dair beklentiler var.

Türkiye’nin güney, kuzey ve doğusundaki komşularını tokatlayan güçlerden uzak kalabileceğine inanmak hiçbir zaman gerçekçi bir seçim olmadı. Türkiye’de bir demokrasi olabilir, ancak olgun bir demokrasi değil. Üstelik genç ve hızla büyüyen nüfusu, eğitim sistemindeki yetersizlikler ve kırsal kesimlerindeki geri kalmışlık şu an başka yerlerde filizlenenlere benzer istikrarsızlık tohumları ekti.

Başbakan Erdoğan İslam’ın nüfuzunun artmasına –birçok camii inşasıyla- liderlik etmiş olabilir, ancak yasaların geçmesi parlamentonun gidişatına bağlı bir şeydir, bu da ülke çapındaki siyasi güçlerin dengesine bağlıdır. Türkiye sessizce modern devletinin laik köklerinden vazgeçecekse bu siyasi dikta yüzünden değil, halkın ruh halini yansıtmasından ötürü meydana gelecektir.

Suriye’deki çatışma Türkiye’de hengâme yarattıysa ki yarattı. Ama buna karşı Ankara’daki herhangi bir hükümetin nasıl bir tavır takınacağını kestirmek zor. Ancak göstericiler Erdoğan’ı Türkiye’yi Suriye savaşının içine çekmesi nedeniyle kınıyorlarsa Erdoğan’ın önünde çok seçenek olup olmadığı sorulmalıdır.

Bu protestoların daha olumlu bir yanı da var. Erdoğan karşıtı gösteriler Anıtkabir’de aylardır yapılıyor. 19 Mayıs’ta büyük bir gençlik protestosuna neden oldular. Bu da 10 gün sonra İstanbul’da yayılan protestolara zemin hazırlamış olabilir. Görünüşe bakılırsa Türkiye’nin laikliği bir savaş olmadan kaybedilmeyecektir. Ancak şimdi bölgenin dört bir yanında salıverilen kalabalık güçler kim bilir belki de hızla gelişen Türkiye’den daha büyük ve güçlü olabilirler.”

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.

 Image

İngiliz basınından protesto yorumlarına devam…

1- THE DAILY TELEGRAPH, İngiltere’de bulunan Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü (RUSI)’nde araştırmacı ve Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü doktora öğrencisi Shashank Joshi,Yorum, 04.06.2013

Orijinali: http://blogs.telegraph.co.uk/news/shashankjoshi/100220077/hubris-and-nemesis-with-a-turkish-accent

TÜRK ŞİVESİYLE KİBİR VE İNTİKAM

— Yurtiçinde ve yurtdışındaki sorunların temelinde Recep Erdoğan’ın yaptığı siyaset tarzı yatmaktadır —

     Türkiye’nin kurnaz Başbakanı Erdoğan birkaç yıldır çok mutluydu. 2011’de domino etkisiyle bölgedeki liderler devrilirken Erdoğan’ın partisi AKP ezici bir farkla seçimleri kazanmıştı. Aynı yıl devrim olmuş Mısır’a bir ziyaret gerçekleştiren Erdoğan dalkavukluk yapan kalabalıklarca karşılanmıştı. Bunların çoğu Erdoğan’ın söylem düzeyinde de olsa İsrail’le tartışma hevesine hayran kalmışlardı. Türkiye’yi İslam ile demokrasinin evliliği olarak görmüşlerdi. Bu evlilik Arap Baharı yaşayan ülkeler için dersler içerebilir nitelikteydi. Bölgesel anketler, Türkiye’nin İslam dünyasındaki gözde konumunun son on yıl içinde arttığını ve Erdoğan’ın açık ara bölgenin en popüler şahsiyeti olduğunu gösteriyordu. Üstelik Erdoğan Türk demokrasisinin geleneksel belası olan darbelerin hakkından gelmiş görünüyordu. Dikkat çeken bir başka şey, Türkiye’nin komutanlarının çoğunun ve amirallerinin yarısından fazlasının – iddiaya göre bir kısmının düzmece suçlardan olmak üzere- hapiste olmasıdır.

Henüz birkaç ay önce Erdoğan atılgan siyasi hamleler yapmak için bu konumunu hala kullanıyordu. Mart ayında Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu’nun simgesel ve diplomatik bir zafer olarak özür dilemesini sağladı. Aynı ay daha da cesur bir adım atarak PKK’yla ateşkes anlaşması imzaladı. Bu stratejik olarak akıllıca bir adımdı. Erdoğan’ın nihai hedefi, ülkenin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun ve kendi partisinin direnişine karşın anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçmekti.

Aslında geçtiğimiz hafta barışçıl protestoların şiddetli şekilde bastırılmasından çok önce çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı. Türkiye’nin ekonomik canlanması ve diplomatik aktivizmi askeri yönetimden halk demokrasisine geçişte bir şeyin tamamen ters gittiği gerçeğini gölgelemişti.

Her şeyden önemlisi, bu bir kibir öyküsüdür. Ürdün Kralı Abdullah yakın geçmişte verdiği bir mülakatta, Erdoğan’ın bir zamanlar demokrasinin bir otobüs yolculuğuna benzediğini söylemişti… ‘Durağıma gelince inerim.’ Güzergâh, demokratik kisve altında gizlenen, ancak hakiki bir demokrasi alışkanlığı ve haklarından yoksun yumuşak tek partili bir otoriter devlet.

Örnek olarak devletin sistematik olarak gazetecileri sansürlemesi ve yıldırması verilebilir. Bazı kişilere göre dünyada en çok gazetecinin hapse atıldığı ülke Türkiye. Erdoğan son derece popüler olan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine karşı yasal işlem başlatma tehdidinde bile bulunmuştu. Protestolar devam ederken CNN TÜRK dikkatleri başka tarafa çekmeye yönelik yayınlar yaparak penguen belgeseli yayımladı. Bu sindirilmiş bir basının en belirgin özelliğidir.

Büyük ölçüde orta sınıfın katıldığı ve Türkiye’nin dört bir tarafına aniden yayılan protestoları ulusal bir kültür savaşı olarak görmek çekici bir şeydir. Laiklik yanlıları İslamcılara karşı, Avrupalılar Asyalılara karşı ve kentli kesim kırsal kesime karşı. Bu şekilde bölünmeler olduğu doğru. AKP’nin muhafazakâr siyasi gündemi – ki bir örneği, pek de kimselere danışılmadan hazırlanan ve parlamentodan geçirilen, kısıtlayıcı yeni alkol yasası – Türklerin çoğunun asabını bozuyor. Ancak bu, laiklik yanlısı bir protestodan çok daha derin ve kapsamlı bir eylemdir. Bir Türk köşe yazarının geçen yıl belirttiği gibi “Temsil yetkisi, herhalde insanların hayat tarzlarını ve kimliklerini dönüştürmek için bir açık çek olarak yorumlanmış.”

Bunun altında yatan sorun basit: Erdoğan’ın siyaset tarzından başka bir şey değil. Hafta sonu halka seslenişi, alıştığımız standart bir Arap diktatörün kaba parodisi gibi kulağa geliyordu. İnsanların bam teline basan bu konuşmada Erdoğan “Twitter toplumun baş belasıdır” diyerek sosyal medyayı suçladı, çoğu barışçıl olan protestocuları da “bir avuç çapulcu” olarak tanımlayarak onlara dudak büktü. Bu konuşmanın en rahatsız edici noktası ise “Bizimle rekabet etmeyin. Siz 100.000 kişi topladıysanız ben bir milyon kişi toplarım.” demesiydi. Bunlar Kaddafi’nin ve Esed’in yankıları, bir Avrupa Birliği adayının değil.

Büyük resme geri dönecek olursak, Türkiye Suriye değil ve bu da bir Türk Baharı değil. Türkiye’nin siyasi muhalefeti dağınık ve organize değil. Erdoğan yeni bir seçimi de muhtemelen kazanabilir. Başbakan düşmeyecek. Ancak kişisel ve siyasi duruşu tamir edilemez biçimde zarar gördü ve bunun bölgede daha geniş çaplı sonuçları olacaktır.

Türkiye’nin dış politikası da olayların gerginliğinden mustarip durumdadır. Türkiye’nin komşu İran ve Suriye ile diplomasisi hüsranla sonuçlandı. Üstelik Suriye ile durum bir savaşa bile yol açabilir. Türk halkı Erdoğan’ın Esed rejimine karşı saldırgan muhalefet etmesinden endişe etmektedir. Halkın çoğu geçen ay bir sınır kasabasında meydana gelen araç bombalama olayını hükümet politikasının gereksiz yere kışkırtıcı olduğunun bir kanıtı olarak görüyor. Türkiye hem yurt içinde hem de yurt dışında yara bere içinde. Şu an bunu söylemek için çok erken, ancak bu yaşananlardan daha sessiz ve içedönük bir ulus çıkabilir.

Çok uzun bir süre boyunca Türkiye bir NATO müttefiki ve yükselen bir güç olarak bazı şeyleri çok kolay elde etti. Erdoğan’a demokrasiyi otobüs yolculuğu olarak gördüğü teorinin sürdürülebilir olmadığını birinin söylemesi lazım.

51ab52a52d7527776d00002c

2- THE GUARDIAN, Hürriyet Daily News ve Star Gazeteleri yazarı Mustafa Akyol – ISPU ve Brookings Enstitüsü’nden Dr. H.A Hellyer, Yorum, 05.06.2013

Orijinali:http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/04/turkey-renewal-spring-erdogan-democratic

BAHAR DEĞİL YENİLENME

–Türkiye’deki Protestolar Erdoğan Hükûmetinin Demokratik Sicilini Göstermesi İçin Bir Fırsat–

   Yazımıza olayları doğru tanımlayarak başlayalım: Tahrir değil, Taksim Meydanı… Evet, bugün Türkiye sokaklarında yaşanmakta olan birçok şey, Mısır’daki ayaklanma sırasında olanlara benziyor: polis gaddarlığı karşısında sindirilmeyi reddeden barışçıl göstericiler; protestocuların otoriteye hesap sorma konusunda kendi bireysel güçlerinin var olduğuna dair ısrarları; sosyal medyanın rolü ve bir meseleye odaklı bir protestonun daha geniş çaplı bir memnuniyetsizliği yansıtmaya başlaması. Ancak (Arap olmayan) protestoları, Arap baharının son bölümü olarak yorumlamak ne kadar çekici olsa da bu eylemler birçok açıdan Arap baharı eylemlerinden farklı. Üstelik iktidar partisi AKP dikkatli davranırsa bu durumdan kazançlı çıkabilir. Ancak protestoların mesajını görmezden gelirse o zaman Türk baharı etiketi gerçekleşen bir kehanete dönüşebilir.

Arap ayaklanmaları sadece memnuniyetsizlikle ilgili değildi. Onlar demokratik meşruiyeti olmayan despot liderlere karşı yapılan halk ayaklanmalarıydı. Hâlâ da bu niteliklerini koruyorlar. Söz konusu protestolara verilen şiddetli cevaplar binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Bunlar Türkiye’ye benzetilemez zira Türkiye’nin onlarca yıllık demokrasi deneyimi var. Ülkenin Başbakanı, rakipleri zayıflarken oylarını her defasında artırarak üç özgür ve adil seçim kazanarak iş başına gelmişti.

Ancak hükûmetin son birkaç günden çıkaracağı çok ders var. Seçim kazanmak, sağlıklı, çoğulcu bir demokrasinin göstergesi değildir. Sadece seçimleri kazanabileceğinizi kanıtlar, o kadar. Ezici çoğunlukla seçim kazansa bile bir parti suistimale açıktır ve güçlü bir muhalefetten noksan olması durumunda ise bu durum neredeyse kaçınılmaz hâle gelir. Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi, Türkiye için büyük şeyler yaptı ancak eleştiriye karşı tahammülsüzlük, karşı kamplardaki kişilerin herhangi bir katılımının reddedilmesi ve şu anki protestoları önemsememe eğilimi, rahatsız edici bir davranış kalıbını ortaya çıkarıyor.

Mısır’da benzer bir çoğunlukçu yönetim başarısızlıklarla sınır tanımadan devam ediyor. Müslüman Kardeşler’in yönetimsel salahiyeti de hayranlık uyandıracak şekilde değil. AKP sadece Müslüman Kardeşler’den değil birçok Türk siyasi partisinden de daha becerikli olduğunu kanıtlamış olsa da partiler üstü gerçek yakınmalar var. Bunlardan bazıları, İstanbul’un yeni kıtalararası köprüsüne Alevi azınlığın kanlı bir zorba olarak gördüğü bir Osmanlı padişahının adının verilmesi ve alkollü içki tüketimi konusunda tartışmalı kısıtlamaların uygulanmaya başlanmasıdır. Buna Kürt bölücülerle barış sürecinden hiç hoşlanmayan milliyetçi grupları ve AKP’nin karşı çıktığı Esad rejimini destekleyen komünist gruplar da eklenilebilir.

Bütün bu şikâyetler, belki insanları sokaklara dökecek kadar önemli olmayabilir. Ancak polisin kendini dizginlememesi bunu kaçınılmaz hâle getirdi. Polisin gaddarlığı apolitik Türkleri bile dışarı çıkardı, bu da hükûmetin farkına varması gereken bir şey. Hükûmetin Hatay’da -kendi ülkesinde kendi düşüncesini ifade eden silahsız bir vatandaş- bir protestocunun ölmesini de ciddiye alması ve ona göre davranması gerekiyor. Madalyonun diğer yüzünde protestoculara katılan bazı kişilerin aşırı derecede şiddete yönelmesi, ortalığı yakıp yıkması sadece olanlara bir bakış sunmuyor, gerilimin devam etmesi durumunda nelerin olabileceğinin de kısa bir işaretini veriyor.

Geçtiğimiz birkaç gün içerisinde cereyan eden olaylar Erdoğan’ın istifa etmesi gerektiği anlamını taşımıyor ama Başbakan da uzlaştırıcı bir gücün çabasını göstermeli. Dün Erdoğan’ın vekâlet eden Bülent Arınç’ın polisin daha itidalli davranacağına söz vermesi ve kabine içinde bir “özeleştiri” yapması atılan iyi bir adımdır. Erdoğan, Kuzey Afrika’dan dönüşünde buna benzer yumuşak bir dil kullanırsa harika bir hizmet yapmış olur. Bu ziyaret, Erdoğan’a en iyi hükûmetlerin, yalnızca kendilerine oy verenleri değil bütün vatandaşları ciddiyetle dinleyen hükûmetler olduğunu hatırlatırsa iyi olur. Erdoğan’ın başarıları o kadar önemlidir ki daha büyük bir çatışma ve krize yol açacak alternatif bir yolun izlenmesi çok yazık olacaktır.

51ab53d71323adbb76000014

3- FINANCIAL TIMES, İstanbul muhabiri Daniel Dombey, “Günlük” Köşesi, Yorum, 05.06.2013

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/2/fca58092-cc62-11e2-9cf7-00144feab7de.html

TAKSİM HALK CUMHURİYETİ’NİN İÇİNDEN…

İşgal edilmiş bir alana girmek acayip bir şey… Türkiye’de büyük çalkantı yaratan protestoların merkezi Taksim Meydanı yakınlarındaki Kabataş civarında her şey tam olarak normal değil. Buldozerler, Başbakan’ın İstanbul bürosunun yakınlarında taşları, göstericiler onları barikat olarak kullanmasın diye kepçe ile çekip çıkarıyorlar. Küçük çocuklar cerrah maskesi, limon ve yüzücü gözlükleri satıyorlar.

Ancak funikülere binip tepeye çıkarsanız, her şey çok farklı. Taksim Meydanı, Türkiye’nin en büyük kentinin merkezi ancak hiçbir yerde artık polis yok.

Mao ve Che’nin yüzlerinin yer aldığı afişler rüzgârda salınıyor ancak Atatürk resimleri ve Türk bayrakları daha çok. Yanmış araçların bazıları polisin geri dönmesini engellemek için barikat görevi görüyor.

Her yer grafiti dolu: bunların hepsi Başbakan Erdoğan’ı eleştiriyor. Erdoğan protestocuları siyasi aşırı uçların ve muhtemelen dış güçlerin manipüle ettiği aşırılık yanlıları ve çapulcular olarak nitelendirerek kınadı. Onlar da buna karşılık olarak üç kez lider seçilen Erdoğan’ı otoriter bir İslamcı olarak ilan ettiler. “Oh Tayyip, çok tatlısın” veya “Dövüş Kulübü’ne hoş geldin Tayyip” şeklinde kınayan grafitiler yazdılar. Ancak Taksim çöpleri toplayan eylemciler ve belediye sayesinde tertemiz. Meydan’daki kafeler çok yoğun. Turistler hatıra fotoğrafları çekiyorlar.

Her zaman Taksim’in kentin Avrupa yakasının canlı sokaklarına açılan çirkin bir giriş kapısı olduğunu düşünürüm. Ancak Taksim, Türk solunun tarihinde köklü bir yer. 1977’de 30’dan fazla gösterici burada şüpheli bir şekilde vurulmuştu. Taksim’in İstanbul’un kalbindeki rolü de su götürmez.

Geçen Cuma, Gezi Parkı protestosunun başlangıcında meydana geldiğimde çok beklentim yoktu. Birkaç kişi meydanın etrafında gezinerek polise slogan atıyordu.

Ancak daha sonra yürüdüm ve yüzlerce kişinin barışçıl şekilde oturma eylemi yaptığını gördüm. Bundan hemen sonra hepimize gözyaşı bombası atıldı. Ben dolu bir taksinin ön koltuğuna atlayarak oradan kaçtım. Ancak polisle çatışma devam etti ve Taksim’de atılan biber gazları cumartesi gününe kadar kentin Asya yakasından bile görülüyordu. Daha sonra on binlerce, belki de yüz binlerce kişi meydana aktı ve polis meydandan çekildi.

Bir Türk bankasında yöneticilik yapan bir tanıdığım, cuma günü, Taksim’e gitmek için işten çıktığını ve birçok üst düzey iş arkadaşının da orada olduğunu gördüğünü söyledi.

Protestocular farklı zamanlarda farklı biçimler alıyorlar. Geceleri İstanbul’un diğer bölgelerinde polise taş atan gençler ortaya çıkıyor ancak bunlar azınlıkta. Gündüz ise Gezi Parkı çocuklar ve öğrencilerle dolu.

Park’ta bir San Francisco havası da yok değil. Park’ın önünde yoga dersleri, arkasında ise yiyecek dağıtan bir grup genç var. Burada derme çatma bir klinik ve tuvalet kâğıdı ile sargı bezi bağışı yapılmasını isteyen bir yazı tahtası mevcut. Kendi gazetelerini çıkarmayı planlıyorlar. 70’li yaşlarındaki bir çift (kadın başörtülü) Edirne’den desteklerini göstermek için gelmişler.

Bu böyle devam edemez. Er ya da geç polis geri dönecek ve yanan arabalarla afişleri götürecek. Göstericiler, protestolarının ne kadar hassas olduğunu herkes kadar iyi biliyorlar. ABD’de Massachusetts’te, ekonomi doktorasını yeni tamamlayan genç kadın Bengi “Hükûmet ve polis bizi gerçekten ezmek isterse ezebilir. Ancak biliyoruz ki bize şimdi saldırırlarsa daha da büyümeye devam edeceğiz.”

51ac7cea064ecacc3900000d

4- THE GUARDIAN, Editör yardımcısı ve dış haberler köşe yazarı Simon Tisdall, Yorum, 03.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/world/2013/jun/03/turkey-protests-erdogan-autocratic-ambitions

TÜRKİYE PROTESTOLARI, ERDOĞAN’IN ARTAN OTOKRATİK İHTİRASLARI KONUSUNDA ENDİŞELERİ GÖZLER ÖNÜNE SERİYOR

— Başbakanın iktidar idraki daha çok telaffuz edilir oldu, Türkiye medyası yıldırılıyor ve yargısı sindiriliyor —

Başbakan Erdoğan kendisini bir çeşit doğrucu, babacan ve intikam arzusu taşıyan bir komiser olarak göstermek için on yılını harcadı. Başbakanın İstanbul ve diğer Türkiye kentlerini sallayan protestoların temel odak noktası olması -bazı göstericilerce eski dönemlerin padişahına benzetilen- Başbakanın başarısının ölçütüdür.

Ancak siyasi anlamda kendisinin kavgacı, fevri tarzı taviz vermiyor ve hata kabul etmiyor. Protestolara son verilmesi talebinde bulunurken Türk televizyon kanallarına: “Bu sosyal bir hareketse, onlar 20 kişi topluyorsa ben 200.000 kişi toplarım. Partimden 1 milyon kişi getiririm.” dedi.

Erdoğan İstanbul-Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı projesinin “aşırılık yanlıları” tarafından bir bahane olarak kullanıldığı ve ana muhalefet partisi CHP tarafından kışkırtıldığını söyledi.

CHP ise bunu reddetti. Parti lideri Kılıçdaroğlu, Şubat ayında Başbakanın giderek otoriterleştiğini ve sivil toplumun baskı altında olduğunu söylemişti.

Gazeteci-yazar Cengiz Aktar “Erdoğan güçlü bir başkan, yeni bir Atatürk olmaya çalışıyor. Ekonomi, idari yapı, hepsi yeni bir merkezi yönetime doğru gidiyor ve bunun merkezinde ise Erdoğan var. AKP artık bir parti değil, Erdoğan’ın sahip olduğu aygıt. Bu ülkede çok büyük bir kutuplaşma var.” şeklinde konuştu.

Erdoğan hızlı ekonomik büyüme, istihdam yaratılması ve güçlendirilen altyapılar sayesinde birçok kişinin takdirini kazandı. Ancak işini şansa bırakmıyor. İktidara öyle bir sarılıyor ki devletin tüm kurumlarını kuşatıyor.

Birçok gazeteci hapse atıldı, medya ve yargı sindirildi. Erdoğan artık sendikalar, üniversiteler veya sivil toplum tarafından daha az eleştiriliyor.

Erdoğan’ın gücü arttıkça, AKP’nin yeni-İslamcı dünya görüşü daha da belirginleşiyor. İstanbul sakinleri kafe-barların dışarıya masa atmasının yasaklanmasına ve çiftlerin sokakta yakınlaşmaları nedeniyle aldıkları işgüzar uyarılara sinirlendiler.

Erdoğan’ın işçi mahallesi Kasımpaşa’daki İslami yetiştiriliş tarzı, kişiliği hakkında ipuçları veriyor. İmam-Hatip Lisesi ve Marmara Üniversitesi mezunu olan Erdoğan, siyasete atılmadan önce profesyonel bir futbolcuydu. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi ve Refah Partisi’nin lideri oldu. Daha sonra da Türkiye’nin laik düzenini yıkmaya çalıştığı iddiasıyla kısa bir süre hapis yattı.

2001 yılında söz konusu parti yasaklanınca Erdoğan 2002 seçimlerinden en büyük parti olarak çıkan AKP’nin kurucuları arasında yer aldı. 2003’te de Başbakan oldu. Erdoğan için iktidarın kullanımı, bir alışkanlığa dönüştü.

51ad05da8b9236d455000039

5- THE SPECTATOR, Norman Stone, Yorum, Ankara 08.06.2013

Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8927491/whats-eating-turkey/

TÜRKİYE’Yİ YİYİP BİTİREN NEDİR?

— Erdoğan kendine düşman edinmekte usta – ancak Suriye’den yardım aldı —

“İslam, siyaset, ekonomi – bunlardan aynı hatta olan ikisini seçin.” Bu bir Türk öğrencimin söylediği harika bir sözdü, hatta iyi bir sınav sorusu da olabilir. Tayyip, (Arapça “çok temiz”-abdest anlamına gelen) Erdoğan (“güçlü doğan kuşu” manasında Türklerin milliyetçi bir referansı olan) 2002’de medyanın tam desteğiyle iktidara gelmişti. Dünyanın istediği şey Alman veya İtalyan Hristiyan Demokrasisinin Müslüman versiyonu idi ve Erdoğan da yıllar boyunca bunu yerine getirdi. Rakip partiler aptalca çekişerek veya yolsuzluk yaparak kendilerini yok ettiler ve Erdoğan’ın partisi çok başarılı oldu, sağlık ve konut konusunda reformlar yaparak sıradan Türklerin hayatını sınır tanımayacak şekilde geliştirdi. Partinin temsilcileri çoğunlukla cana yakın ve şaka kaldırır kişilerdi. Entelektüel İslami gazete Zaman’ın da iyi editörleri ve farklı fikirlere sahip köşe yazarları var. Para birimi istikrarlı bir hale geldi, yabancıları kıkırdatan ve Türkleri rahatsız eden milyonluk Türk lirası banknotları artık yoktu. İhracat canlandı. Devlet malları çoğunluğu memnun edecek şekilde satıldı. Eski Türkiye epey sosyalistti. (Şimdi bile beş yıllık kalkınma planı var, ama kimse bu planın farkında değil.) Yani sonuç olarak diğer bir ifade ile İtalya’daki Hristiyan Demokratlar gibi, oyların üçte birini alan ve birkaç şehir dışında iktidar ihtimali bulunmayan komünistleri kızdırma pahasına…

Erdoğan’ın İtalya sahnesinden ayrıldığı yer tam da burası. Farklılıkları tanımak ve muhaliflerin tercih ettikleri kişileri veya partileri desteklemelerine izin vermek yerine İslami bir mutlakiyetçilik peyda oldu ki bunun ayrıntıları bir acayip.

Türkiye’de üç adet uluslararası ve birinci kalite üniversite var ve şarap içilen öğrenci kulüplerine sahipler. Alkollü içkilerin üniversitelerde satılmaması gerektiği emri geldi ve kulüp şimdi bir nükleer kış yaşıyor. Bu yüzden yabancılardan özür dilemeniz ve onları otellerine taksiyle götürmeniz gerekiyor, akademik kadro dostça bir yerden oldu ve garsonlar işsiz kaldı. Başka anlamsız kısıtlamalar da hükümet taraftarlarının yarısının bulunmadığı bir oturumda sabahın 7’sinde aceleyle parlamentodan geçirildi. Bunlar arasında televizyon ve sinema da şarap bardaklarını buzlayacak, şarap şişelerinin üzerine sigara paketlerinin üzerindeki uyarıları koyduracak, turistlerin gittiği, popüler yerlerde bile içki içilmesini durduracak idari hileler var. Başbakan Erdoğan bu kısıtlamaların hepsini dünyadaki kısıtlamalara gönderme yaparak savundu. Ancak herkes biliyor ki Türkiye’nin Finlandiya veya İngiltere’deki gibi bir alkolizm sorunu yok. İçkili araba kullanmadan doğan kazalar, toplam trafik kazalarının yaklaşık yüzde birini oluşturuyor. Asıl trafik kazaları hızdan doğuyor. Üstelik Ramazan ayında oruç tutulduğu için şekeri düşen sürücüler de yoldan çıkıyorlar.

Ancak hükümet olaya bir kere burnunu soktu ve aptal Püriten ahlak devam ediyor: metro istasyonlarında “ahlaka uygun hareket etmeye yönelik” emirler veriliyor, internet sansürleniyor. Örneğin Daily Mail adlı İngiliz gazetesini bir internet kafede arama motorunda arattığımda  “yasaklı site” uyarısı çıkıyor, çünkü posta anlamına gelen “Mail” sözcüğü erkek / eril anlamına gelen “Male” sözcüğüyle karıştırılmış. Boğaz’ın Asya yakasında yeşil kalan son tepeye dev bir betonarme camii yapılması planları var.  Bu dünyanın her yerinden görülebilecek şekilde göz zevkinin bozulması anlamına gelecektir. Buranın büyük ihtimalle Anıtkabir’le rekabet edecek bir Erdoğan anıtı olması planlanıyor.

Şu anki protestoları ateşleyen şey, küçük ve merkezi parkı yıkarak ondan boşalan alana İstanbul’un 93. alışveriş merkezini dikme teklifi oldu. Hükümet bu protestoya sokaklara gözyaşı bombaları attırarak ve zararsız iyi niyetli göstericileri dövdürerek,  absürt bir şekilde aşırı tepki gösterdi. Ancak bunların hepsi başka bir şeyi daha yansıtıyor: Arap varlığını. Türkiye’deki turizm pazarında Araplar İsraillilerin yerini aldılar. Bunda kısmen Erdoğan’ın Filistin davasına sahip çıkmasının da etkisi var.

Arapların paraları alışveriş merkezlerinin temellerinde de yatıyor, Türkiye’nin cari açığını kapatmaya destek de oluyor. Suudiler ve Katarlılar artık Yalova’da arsa alıyorlar. Bu Osmanlı İmparatorluğu’na romantik şekilde bakan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu çok mutlu etti. Davutoğlu pek de akla ve mantığa uygun olmayan bir düşünce ile Arnavutluk’u Suriye ve Gürcistan hattıyla bağlıyor, ancak Türkiye’nin rolü abartılıyor.

Erdoğan ise İsrail’le geleneksel işbirliğinden vazgeçti ve Arapların ona rağbet göstermesinin tadını çıkarıyor. Ancak bu politika Suriye konusunda kötü bir şekilde başarısız oldu. Esed hükümeti düşmedi ve sözcüsü de Erdoğan’ın rahatsızlığına sevinerek ellerini ovuşturuyor. Bu sözcü geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın  “Ali Baba ve 40 alışveriş merkeziyle birlikte” Doha’ya sürgüne gitmesini tavsiye etti. Bu sırada Türkiye’de 400.000 Suriyeli göçmen bulunuyor ve çoğunluk kendilerinden nefret ediyor.

Geçtiğimiz Cumartesi günü verdiği bir mülakatta Erdoğan uğradığı bozgundan hiçbir şey öğrenmediği çok açıktı. Sosyal medyanın bir baş belası olduğunu, bir bira içen herkesin alkolik olduğunu söyleyerek ders vermeye yeniden başladı ve sorunların dış mihraklardan kaynaklandığını söyledi. Erdoğan yazılı medyayı da suçlayarak 800 gazeteciyi düzmece suçlardan hapse attırmış ve medyayı bu yolla kontrol etmeye çalışmıştı. Erdoğan aynı zamanda gazete sahiplerine de cezalandırıcı vergiler ödeterek tehdit etmişti.

Gazeteci Boris Kalnoky’ye bir gerçeği borçluyuz. Türkiye’de şu an sürmekte olan kriz aslında bir ay önce, Reyhanlı’da bir bombalı saldırı sonucu 50 kişinin ölmesiyle başladı. Bu olayda kimse sorumluluk kabul etmedi. Türk hükümeti derhal Suriye hükümetini suçladı ve birkaç düzine kişiyi elinde kanıt olmadan tutukladı. Daha sonra bu konuda yayın yasağı koydu ve bugüne kadar orada ne olduğu bilinmiyor. Türkiye’ye daha çok sorun çıkarmanın Suriye hükümetinin çıkarına olmadığı açık bir şey, ancak bu şu anda savaşı kaybediyor olan isyancıların çıkarınadır. Aslında Redhack adlı sol örgüt Türk polis kayıtlarına girerek Türk istihbarat servisinin bombalı saldırı planını önceden bildiğini ve yerel yönetimleri uyardığını, ancak bunun bir faydası olmadığını ortaya çıkardı. Herkes, Erdoğan’ın bunun üstünü kapatmak istediği için hükümetinin haber yapılmasını yasakladığını düşünüyor. Hükümetin Suriye iç savaşına müdahil olması birçok kişi tarafından kınandı, ben de bu müdahaleyi savunan daha bir kişiyle bile tanışmadım. İstanbul’un merkezinde şu an süren gösterilerin garip yanı, Reyhanlı’da ölen 50 kişinin adının protestoların ilk başladığı o küçük parktaki ağaçlara tek tek iğnelenmesi. Başarısızlığa uğrayan Suriye politikası nedeniyle bombalı saldırıdan Erdoğan sorumlu tutuluyor.

Şimdi ne olacak? Erdoğan kendi partisini başarısız hale getirdi, bıçaklar çekildi ve bunu Amerikalıların sessizce teşvik ettiğine şüphe yok. Erdoğan hükümetin haber ajansıyla masraflı ve faydasız olduğu gerekçesiyle kontratını iptal eden Zaman gazetesinin desteğini de kaybetti. Cumhurbaşkanı Gül’ün huzursuz olduğu çok açık, Arapların sıcak parası dışarı çıkıyor. Erdoğan şimdiye kadar her şeyin kendi dediği gibi olacağını düşünmüş olmalı. Ancak son gülen Esed de olabilir.

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir. 

51ae0b8f5883bbee0e000014