1- THE DAILY TELEGRAPH, İngiltere’de bulunan Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü (RUSI)’nde araştırmacı ve Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü doktora öğrencisi Shashank Joshi,Yorum, 04.06.2013
Orijinali: http://blogs.telegraph.co.uk/news/shashankjoshi/100220077/hubris-and-nemesis-with-a-turkish-accent
TÜRK ŞİVESİYLE KİBİR VE İNTİKAM
— Yurtiçinde ve yurtdışındaki sorunların temelinde Recep Erdoğan’ın yaptığı siyaset tarzı yatmaktadır —
Türkiye’nin kurnaz Başbakanı Erdoğan birkaç yıldır çok mutluydu. 2011’de domino etkisiyle bölgedeki liderler devrilirken Erdoğan’ın partisi AKP ezici bir farkla seçimleri kazanmıştı. Aynı yıl devrim olmuş Mısır’a bir ziyaret gerçekleştiren Erdoğan dalkavukluk yapan kalabalıklarca karşılanmıştı. Bunların çoğu Erdoğan’ın söylem düzeyinde de olsa İsrail’le tartışma hevesine hayran kalmışlardı. Türkiye’yi İslam ile demokrasinin evliliği olarak görmüşlerdi. Bu evlilik Arap Baharı yaşayan ülkeler için dersler içerebilir nitelikteydi. Bölgesel anketler, Türkiye’nin İslam dünyasındaki gözde konumunun son on yıl içinde arttığını ve Erdoğan’ın açık ara bölgenin en popüler şahsiyeti olduğunu gösteriyordu. Üstelik Erdoğan Türk demokrasisinin geleneksel belası olan darbelerin hakkından gelmiş görünüyordu. Dikkat çeken bir başka şey, Türkiye’nin komutanlarının çoğunun ve amirallerinin yarısından fazlasının – iddiaya göre bir kısmının düzmece suçlardan olmak üzere- hapiste olmasıdır.
Henüz birkaç ay önce Erdoğan atılgan siyasi hamleler yapmak için bu konumunu hala kullanıyordu. Mart ayında Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu’nun simgesel ve diplomatik bir zafer olarak özür dilemesini sağladı. Aynı ay daha da cesur bir adım atarak PKK’yla ateşkes anlaşması imzaladı. Bu stratejik olarak akıllıca bir adımdı. Erdoğan’ın nihai hedefi, ülkenin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun ve kendi partisinin direnişine karşın anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçmekti.
Aslında geçtiğimiz hafta barışçıl protestoların şiddetli şekilde bastırılmasından çok önce çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı. Türkiye’nin ekonomik canlanması ve diplomatik aktivizmi askeri yönetimden halk demokrasisine geçişte bir şeyin tamamen ters gittiği gerçeğini gölgelemişti.
Her şeyden önemlisi, bu bir kibir öyküsüdür. Ürdün Kralı Abdullah yakın geçmişte verdiği bir mülakatta, Erdoğan’ın bir zamanlar demokrasinin bir otobüs yolculuğuna benzediğini söylemişti… ‘Durağıma gelince inerim.’ Güzergâh, demokratik kisve altında gizlenen, ancak hakiki bir demokrasi alışkanlığı ve haklarından yoksun yumuşak tek partili bir otoriter devlet.
Örnek olarak devletin sistematik olarak gazetecileri sansürlemesi ve yıldırması verilebilir. Bazı kişilere göre dünyada en çok gazetecinin hapse atıldığı ülke Türkiye. Erdoğan son derece popüler olan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine karşı yasal işlem başlatma tehdidinde bile bulunmuştu. Protestolar devam ederken CNN TÜRK dikkatleri başka tarafa çekmeye yönelik yayınlar yaparak penguen belgeseli yayımladı. Bu sindirilmiş bir basının en belirgin özelliğidir.
Büyük ölçüde orta sınıfın katıldığı ve Türkiye’nin dört bir tarafına aniden yayılan protestoları ulusal bir kültür savaşı olarak görmek çekici bir şeydir. Laiklik yanlıları İslamcılara karşı, Avrupalılar Asyalılara karşı ve kentli kesim kırsal kesime karşı. Bu şekilde bölünmeler olduğu doğru. AKP’nin muhafazakâr siyasi gündemi – ki bir örneği, pek de kimselere danışılmadan hazırlanan ve parlamentodan geçirilen, kısıtlayıcı yeni alkol yasası – Türklerin çoğunun asabını bozuyor. Ancak bu, laiklik yanlısı bir protestodan çok daha derin ve kapsamlı bir eylemdir. Bir Türk köşe yazarının geçen yıl belirttiği gibi “Temsil yetkisi, herhalde insanların hayat tarzlarını ve kimliklerini dönüştürmek için bir açık çek olarak yorumlanmış.”
Bunun altında yatan sorun basit: Erdoğan’ın siyaset tarzından başka bir şey değil. Hafta sonu halka seslenişi, alıştığımız standart bir Arap diktatörün kaba parodisi gibi kulağa geliyordu. İnsanların bam teline basan bu konuşmada Erdoğan “Twitter toplumun baş belasıdır” diyerek sosyal medyayı suçladı, çoğu barışçıl olan protestocuları da “bir avuç çapulcu” olarak tanımlayarak onlara dudak büktü. Bu konuşmanın en rahatsız edici noktası ise “Bizimle rekabet etmeyin. Siz 100.000 kişi topladıysanız ben bir milyon kişi toplarım.” demesiydi. Bunlar Kaddafi’nin ve Esed’in yankıları, bir Avrupa Birliği adayının değil.
Büyük resme geri dönecek olursak, Türkiye Suriye değil ve bu da bir Türk Baharı değil. Türkiye’nin siyasi muhalefeti dağınık ve organize değil. Erdoğan yeni bir seçimi de muhtemelen kazanabilir. Başbakan düşmeyecek. Ancak kişisel ve siyasi duruşu tamir edilemez biçimde zarar gördü ve bunun bölgede daha geniş çaplı sonuçları olacaktır.
Türkiye’nin dış politikası da olayların gerginliğinden mustarip durumdadır. Türkiye’nin komşu İran ve Suriye ile diplomasisi hüsranla sonuçlandı. Üstelik Suriye ile durum bir savaşa bile yol açabilir. Türk halkı Erdoğan’ın Esed rejimine karşı saldırgan muhalefet etmesinden endişe etmektedir. Halkın çoğu geçen ay bir sınır kasabasında meydana gelen araç bombalama olayını hükümet politikasının gereksiz yere kışkırtıcı olduğunun bir kanıtı olarak görüyor. Türkiye hem yurt içinde hem de yurt dışında yara bere içinde. Şu an bunu söylemek için çok erken, ancak bu yaşananlardan daha sessiz ve içedönük bir ulus çıkabilir.
Çok uzun bir süre boyunca Türkiye bir NATO müttefiki ve yükselen bir güç olarak bazı şeyleri çok kolay elde etti. Erdoğan’a demokrasiyi otobüs yolculuğu olarak gördüğü teorinin sürdürülebilir olmadığını birinin söylemesi lazım.
2- THE GUARDIAN, Hürriyet Daily News ve Star Gazeteleri yazarı Mustafa Akyol – ISPU ve Brookings Enstitüsü’nden Dr. H.A Hellyer, Yorum, 05.06.2013
Orijinali:http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/04/turkey-renewal-spring-erdogan-democratic
BAHAR DEĞİL YENİLENME
–Türkiye’deki Protestolar Erdoğan Hükûmetinin Demokratik Sicilini Göstermesi İçin Bir Fırsat–
Yazımıza olayları doğru tanımlayarak başlayalım: Tahrir değil, Taksim Meydanı… Evet, bugün Türkiye sokaklarında yaşanmakta olan birçok şey, Mısır’daki ayaklanma sırasında olanlara benziyor: polis gaddarlığı karşısında sindirilmeyi reddeden barışçıl göstericiler; protestocuların otoriteye hesap sorma konusunda kendi bireysel güçlerinin var olduğuna dair ısrarları; sosyal medyanın rolü ve bir meseleye odaklı bir protestonun daha geniş çaplı bir memnuniyetsizliği yansıtmaya başlaması. Ancak (Arap olmayan) protestoları, Arap baharının son bölümü olarak yorumlamak ne kadar çekici olsa da bu eylemler birçok açıdan Arap baharı eylemlerinden farklı. Üstelik iktidar partisi AKP dikkatli davranırsa bu durumdan kazançlı çıkabilir. Ancak protestoların mesajını görmezden gelirse o zaman Türk baharı etiketi gerçekleşen bir kehanete dönüşebilir.
Arap ayaklanmaları sadece memnuniyetsizlikle ilgili değildi. Onlar demokratik meşruiyeti olmayan despot liderlere karşı yapılan halk ayaklanmalarıydı. Hâlâ da bu niteliklerini koruyorlar. Söz konusu protestolara verilen şiddetli cevaplar binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Bunlar Türkiye’ye benzetilemez zira Türkiye’nin onlarca yıllık demokrasi deneyimi var. Ülkenin Başbakanı, rakipleri zayıflarken oylarını her defasında artırarak üç özgür ve adil seçim kazanarak iş başına gelmişti.
Ancak hükûmetin son birkaç günden çıkaracağı çok ders var. Seçim kazanmak, sağlıklı, çoğulcu bir demokrasinin göstergesi değildir. Sadece seçimleri kazanabileceğinizi kanıtlar, o kadar. Ezici çoğunlukla seçim kazansa bile bir parti suistimale açıktır ve güçlü bir muhalefetten noksan olması durumunda ise bu durum neredeyse kaçınılmaz hâle gelir. Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi, Türkiye için büyük şeyler yaptı ancak eleştiriye karşı tahammülsüzlük, karşı kamplardaki kişilerin herhangi bir katılımının reddedilmesi ve şu anki protestoları önemsememe eğilimi, rahatsız edici bir davranış kalıbını ortaya çıkarıyor.
Mısır’da benzer bir çoğunlukçu yönetim başarısızlıklarla sınır tanımadan devam ediyor. Müslüman Kardeşler’in yönetimsel salahiyeti de hayranlık uyandıracak şekilde değil. AKP sadece Müslüman Kardeşler’den değil birçok Türk siyasi partisinden de daha becerikli olduğunu kanıtlamış olsa da partiler üstü gerçek yakınmalar var. Bunlardan bazıları, İstanbul’un yeni kıtalararası köprüsüne Alevi azınlığın kanlı bir zorba olarak gördüğü bir Osmanlı padişahının adının verilmesi ve alkollü içki tüketimi konusunda tartışmalı kısıtlamaların uygulanmaya başlanmasıdır. Buna Kürt bölücülerle barış sürecinden hiç hoşlanmayan milliyetçi grupları ve AKP’nin karşı çıktığı Esad rejimini destekleyen komünist gruplar da eklenilebilir.
Bütün bu şikâyetler, belki insanları sokaklara dökecek kadar önemli olmayabilir. Ancak polisin kendini dizginlememesi bunu kaçınılmaz hâle getirdi. Polisin gaddarlığı apolitik Türkleri bile dışarı çıkardı, bu da hükûmetin farkına varması gereken bir şey. Hükûmetin Hatay’da -kendi ülkesinde kendi düşüncesini ifade eden silahsız bir vatandaş- bir protestocunun ölmesini de ciddiye alması ve ona göre davranması gerekiyor. Madalyonun diğer yüzünde protestoculara katılan bazı kişilerin aşırı derecede şiddete yönelmesi, ortalığı yakıp yıkması sadece olanlara bir bakış sunmuyor, gerilimin devam etmesi durumunda nelerin olabileceğinin de kısa bir işaretini veriyor.
Geçtiğimiz birkaç gün içerisinde cereyan eden olaylar Erdoğan’ın istifa etmesi gerektiği anlamını taşımıyor ama Başbakan da uzlaştırıcı bir gücün çabasını göstermeli. Dün Erdoğan’ın vekâlet eden Bülent Arınç’ın polisin daha itidalli davranacağına söz vermesi ve kabine içinde bir “özeleştiri” yapması atılan iyi bir adımdır. Erdoğan, Kuzey Afrika’dan dönüşünde buna benzer yumuşak bir dil kullanırsa harika bir hizmet yapmış olur. Bu ziyaret, Erdoğan’a en iyi hükûmetlerin, yalnızca kendilerine oy verenleri değil bütün vatandaşları ciddiyetle dinleyen hükûmetler olduğunu hatırlatırsa iyi olur. Erdoğan’ın başarıları o kadar önemlidir ki daha büyük bir çatışma ve krize yol açacak alternatif bir yolun izlenmesi çok yazık olacaktır.
3- FINANCIAL TIMES, İstanbul muhabiri Daniel Dombey, “Günlük” Köşesi, Yorum, 05.06.2013
Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/2/fca58092-cc62-11e2-9cf7-00144feab7de.html
TAKSİM HALK CUMHURİYETİ’NİN İÇİNDEN…
İşgal edilmiş bir alana girmek acayip bir şey… Türkiye’de büyük çalkantı yaratan protestoların merkezi Taksim Meydanı yakınlarındaki Kabataş civarında her şey tam olarak normal değil. Buldozerler, Başbakan’ın İstanbul bürosunun yakınlarında taşları, göstericiler onları barikat olarak kullanmasın diye kepçe ile çekip çıkarıyorlar. Küçük çocuklar cerrah maskesi, limon ve yüzücü gözlükleri satıyorlar.
Ancak funikülere binip tepeye çıkarsanız, her şey çok farklı. Taksim Meydanı, Türkiye’nin en büyük kentinin merkezi ancak hiçbir yerde artık polis yok.
Mao ve Che’nin yüzlerinin yer aldığı afişler rüzgârda salınıyor ancak Atatürk resimleri ve Türk bayrakları daha çok. Yanmış araçların bazıları polisin geri dönmesini engellemek için barikat görevi görüyor.
Her yer grafiti dolu: bunların hepsi Başbakan Erdoğan’ı eleştiriyor. Erdoğan protestocuları siyasi aşırı uçların ve muhtemelen dış güçlerin manipüle ettiği aşırılık yanlıları ve çapulcular olarak nitelendirerek kınadı. Onlar da buna karşılık olarak üç kez lider seçilen Erdoğan’ı otoriter bir İslamcı olarak ilan ettiler. “Oh Tayyip, çok tatlısın” veya “Dövüş Kulübü’ne hoş geldin Tayyip” şeklinde kınayan grafitiler yazdılar. Ancak Taksim çöpleri toplayan eylemciler ve belediye sayesinde tertemiz. Meydan’daki kafeler çok yoğun. Turistler hatıra fotoğrafları çekiyorlar.
Her zaman Taksim’in kentin Avrupa yakasının canlı sokaklarına açılan çirkin bir giriş kapısı olduğunu düşünürüm. Ancak Taksim, Türk solunun tarihinde köklü bir yer. 1977’de 30’dan fazla gösterici burada şüpheli bir şekilde vurulmuştu. Taksim’in İstanbul’un kalbindeki rolü de su götürmez.
Geçen Cuma, Gezi Parkı protestosunun başlangıcında meydana geldiğimde çok beklentim yoktu. Birkaç kişi meydanın etrafında gezinerek polise slogan atıyordu.
Ancak daha sonra yürüdüm ve yüzlerce kişinin barışçıl şekilde oturma eylemi yaptığını gördüm. Bundan hemen sonra hepimize gözyaşı bombası atıldı. Ben dolu bir taksinin ön koltuğuna atlayarak oradan kaçtım. Ancak polisle çatışma devam etti ve Taksim’de atılan biber gazları cumartesi gününe kadar kentin Asya yakasından bile görülüyordu. Daha sonra on binlerce, belki de yüz binlerce kişi meydana aktı ve polis meydandan çekildi.
Bir Türk bankasında yöneticilik yapan bir tanıdığım, cuma günü, Taksim’e gitmek için işten çıktığını ve birçok üst düzey iş arkadaşının da orada olduğunu gördüğünü söyledi.
Protestocular farklı zamanlarda farklı biçimler alıyorlar. Geceleri İstanbul’un diğer bölgelerinde polise taş atan gençler ortaya çıkıyor ancak bunlar azınlıkta. Gündüz ise Gezi Parkı çocuklar ve öğrencilerle dolu.
Park’ta bir San Francisco havası da yok değil. Park’ın önünde yoga dersleri, arkasında ise yiyecek dağıtan bir grup genç var. Burada derme çatma bir klinik ve tuvalet kâğıdı ile sargı bezi bağışı yapılmasını isteyen bir yazı tahtası mevcut. Kendi gazetelerini çıkarmayı planlıyorlar. 70’li yaşlarındaki bir çift (kadın başörtülü) Edirne’den desteklerini göstermek için gelmişler.
Bu böyle devam edemez. Er ya da geç polis geri dönecek ve yanan arabalarla afişleri götürecek. Göstericiler, protestolarının ne kadar hassas olduğunu herkes kadar iyi biliyorlar. ABD’de Massachusetts’te, ekonomi doktorasını yeni tamamlayan genç kadın Bengi “Hükûmet ve polis bizi gerçekten ezmek isterse ezebilir. Ancak biliyoruz ki bize şimdi saldırırlarsa daha da büyümeye devam edeceğiz.”
4- THE GUARDIAN, Editör yardımcısı ve dış haberler köşe yazarı Simon Tisdall, Yorum, 03.06.2013
Orijinali: http://www.guardian.co.uk/world/2013/jun/03/turkey-protests-erdogan-autocratic-ambitions
TÜRKİYE PROTESTOLARI, ERDOĞAN’IN ARTAN OTOKRATİK İHTİRASLARI KONUSUNDA ENDİŞELERİ GÖZLER ÖNÜNE SERİYOR
— Başbakanın iktidar idraki daha çok telaffuz edilir oldu, Türkiye medyası yıldırılıyor ve yargısı sindiriliyor —
Başbakan Erdoğan kendisini bir çeşit doğrucu, babacan ve intikam arzusu taşıyan bir komiser olarak göstermek için on yılını harcadı. Başbakanın İstanbul ve diğer Türkiye kentlerini sallayan protestoların temel odak noktası olması -bazı göstericilerce eski dönemlerin padişahına benzetilen- Başbakanın başarısının ölçütüdür.
Ancak siyasi anlamda kendisinin kavgacı, fevri tarzı taviz vermiyor ve hata kabul etmiyor. Protestolara son verilmesi talebinde bulunurken Türk televizyon kanallarına: “Bu sosyal bir hareketse, onlar 20 kişi topluyorsa ben 200.000 kişi toplarım. Partimden 1 milyon kişi getiririm.” dedi.
Erdoğan İstanbul-Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı projesinin “aşırılık yanlıları” tarafından bir bahane olarak kullanıldığı ve ana muhalefet partisi CHP tarafından kışkırtıldığını söyledi.
CHP ise bunu reddetti. Parti lideri Kılıçdaroğlu, Şubat ayında Başbakanın giderek otoriterleştiğini ve sivil toplumun baskı altında olduğunu söylemişti.
Gazeteci-yazar Cengiz Aktar “Erdoğan güçlü bir başkan, yeni bir Atatürk olmaya çalışıyor. Ekonomi, idari yapı, hepsi yeni bir merkezi yönetime doğru gidiyor ve bunun merkezinde ise Erdoğan var. AKP artık bir parti değil, Erdoğan’ın sahip olduğu aygıt. Bu ülkede çok büyük bir kutuplaşma var.” şeklinde konuştu.
Erdoğan hızlı ekonomik büyüme, istihdam yaratılması ve güçlendirilen altyapılar sayesinde birçok kişinin takdirini kazandı. Ancak işini şansa bırakmıyor. İktidara öyle bir sarılıyor ki devletin tüm kurumlarını kuşatıyor.
Birçok gazeteci hapse atıldı, medya ve yargı sindirildi. Erdoğan artık sendikalar, üniversiteler veya sivil toplum tarafından daha az eleştiriliyor.
Erdoğan’ın gücü arttıkça, AKP’nin yeni-İslamcı dünya görüşü daha da belirginleşiyor. İstanbul sakinleri kafe-barların dışarıya masa atmasının yasaklanmasına ve çiftlerin sokakta yakınlaşmaları nedeniyle aldıkları işgüzar uyarılara sinirlendiler.
Erdoğan’ın işçi mahallesi Kasımpaşa’daki İslami yetiştiriliş tarzı, kişiliği hakkında ipuçları veriyor. İmam-Hatip Lisesi ve Marmara Üniversitesi mezunu olan Erdoğan, siyasete atılmadan önce profesyonel bir futbolcuydu. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi ve Refah Partisi’nin lideri oldu. Daha sonra da Türkiye’nin laik düzenini yıkmaya çalıştığı iddiasıyla kısa bir süre hapis yattı.
2001 yılında söz konusu parti yasaklanınca Erdoğan 2002 seçimlerinden en büyük parti olarak çıkan AKP’nin kurucuları arasında yer aldı. 2003’te de Başbakan oldu. Erdoğan için iktidarın kullanımı, bir alışkanlığa dönüştü.
5- THE SPECTATOR, Norman Stone, Yorum, Ankara 08.06.2013
Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8927491/whats-eating-turkey/
TÜRKİYE’Yİ YİYİP BİTİREN NEDİR?
— Erdoğan kendine düşman edinmekte usta – ancak Suriye’den yardım aldı —
“İslam, siyaset, ekonomi – bunlardan aynı hatta olan ikisini seçin.” Bu bir Türk öğrencimin söylediği harika bir sözdü, hatta iyi bir sınav sorusu da olabilir. Tayyip, (Arapça “çok temiz”-abdest anlamına gelen) Erdoğan (“güçlü doğan kuşu” manasında Türklerin milliyetçi bir referansı olan) 2002’de medyanın tam desteğiyle iktidara gelmişti. Dünyanın istediği şey Alman veya İtalyan Hristiyan Demokrasisinin Müslüman versiyonu idi ve Erdoğan da yıllar boyunca bunu yerine getirdi. Rakip partiler aptalca çekişerek veya yolsuzluk yaparak kendilerini yok ettiler ve Erdoğan’ın partisi çok başarılı oldu, sağlık ve konut konusunda reformlar yaparak sıradan Türklerin hayatını sınır tanımayacak şekilde geliştirdi. Partinin temsilcileri çoğunlukla cana yakın ve şaka kaldırır kişilerdi. Entelektüel İslami gazete Zaman’ın da iyi editörleri ve farklı fikirlere sahip köşe yazarları var. Para birimi istikrarlı bir hale geldi, yabancıları kıkırdatan ve Türkleri rahatsız eden milyonluk Türk lirası banknotları artık yoktu. İhracat canlandı. Devlet malları çoğunluğu memnun edecek şekilde satıldı. Eski Türkiye epey sosyalistti. (Şimdi bile beş yıllık kalkınma planı var, ama kimse bu planın farkında değil.) Yani sonuç olarak diğer bir ifade ile İtalya’daki Hristiyan Demokratlar gibi, oyların üçte birini alan ve birkaç şehir dışında iktidar ihtimali bulunmayan komünistleri kızdırma pahasına…
Erdoğan’ın İtalya sahnesinden ayrıldığı yer tam da burası. Farklılıkları tanımak ve muhaliflerin tercih ettikleri kişileri veya partileri desteklemelerine izin vermek yerine İslami bir mutlakiyetçilik peyda oldu ki bunun ayrıntıları bir acayip.
Türkiye’de üç adet uluslararası ve birinci kalite üniversite var ve şarap içilen öğrenci kulüplerine sahipler. Alkollü içkilerin üniversitelerde satılmaması gerektiği emri geldi ve kulüp şimdi bir nükleer kış yaşıyor. Bu yüzden yabancılardan özür dilemeniz ve onları otellerine taksiyle götürmeniz gerekiyor, akademik kadro dostça bir yerden oldu ve garsonlar işsiz kaldı. Başka anlamsız kısıtlamalar da hükümet taraftarlarının yarısının bulunmadığı bir oturumda sabahın 7’sinde aceleyle parlamentodan geçirildi. Bunlar arasında televizyon ve sinema da şarap bardaklarını buzlayacak, şarap şişelerinin üzerine sigara paketlerinin üzerindeki uyarıları koyduracak, turistlerin gittiği, popüler yerlerde bile içki içilmesini durduracak idari hileler var. Başbakan Erdoğan bu kısıtlamaların hepsini dünyadaki kısıtlamalara gönderme yaparak savundu. Ancak herkes biliyor ki Türkiye’nin Finlandiya veya İngiltere’deki gibi bir alkolizm sorunu yok. İçkili araba kullanmadan doğan kazalar, toplam trafik kazalarının yaklaşık yüzde birini oluşturuyor. Asıl trafik kazaları hızdan doğuyor. Üstelik Ramazan ayında oruç tutulduğu için şekeri düşen sürücüler de yoldan çıkıyorlar.
Ancak hükümet olaya bir kere burnunu soktu ve aptal Püriten ahlak devam ediyor: metro istasyonlarında “ahlaka uygun hareket etmeye yönelik” emirler veriliyor, internet sansürleniyor. Örneğin Daily Mail adlı İngiliz gazetesini bir internet kafede arama motorunda arattığımda “yasaklı site” uyarısı çıkıyor, çünkü posta anlamına gelen “Mail” sözcüğü erkek / eril anlamına gelen “Male” sözcüğüyle karıştırılmış. Boğaz’ın Asya yakasında yeşil kalan son tepeye dev bir betonarme camii yapılması planları var. Bu dünyanın her yerinden görülebilecek şekilde göz zevkinin bozulması anlamına gelecektir. Buranın büyük ihtimalle Anıtkabir’le rekabet edecek bir Erdoğan anıtı olması planlanıyor.
Şu anki protestoları ateşleyen şey, küçük ve merkezi parkı yıkarak ondan boşalan alana İstanbul’un 93. alışveriş merkezini dikme teklifi oldu. Hükümet bu protestoya sokaklara gözyaşı bombaları attırarak ve zararsız iyi niyetli göstericileri dövdürerek, absürt bir şekilde aşırı tepki gösterdi. Ancak bunların hepsi başka bir şeyi daha yansıtıyor: Arap varlığını. Türkiye’deki turizm pazarında Araplar İsraillilerin yerini aldılar. Bunda kısmen Erdoğan’ın Filistin davasına sahip çıkmasının da etkisi var.
Arapların paraları alışveriş merkezlerinin temellerinde de yatıyor, Türkiye’nin cari açığını kapatmaya destek de oluyor. Suudiler ve Katarlılar artık Yalova’da arsa alıyorlar. Bu Osmanlı İmparatorluğu’na romantik şekilde bakan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu çok mutlu etti. Davutoğlu pek de akla ve mantığa uygun olmayan bir düşünce ile Arnavutluk’u Suriye ve Gürcistan hattıyla bağlıyor, ancak Türkiye’nin rolü abartılıyor.
Erdoğan ise İsrail’le geleneksel işbirliğinden vazgeçti ve Arapların ona rağbet göstermesinin tadını çıkarıyor. Ancak bu politika Suriye konusunda kötü bir şekilde başarısız oldu. Esed hükümeti düşmedi ve sözcüsü de Erdoğan’ın rahatsızlığına sevinerek ellerini ovuşturuyor. Bu sözcü geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın “Ali Baba ve 40 alışveriş merkeziyle birlikte” Doha’ya sürgüne gitmesini tavsiye etti. Bu sırada Türkiye’de 400.000 Suriyeli göçmen bulunuyor ve çoğunluk kendilerinden nefret ediyor.
Geçtiğimiz Cumartesi günü verdiği bir mülakatta Erdoğan uğradığı bozgundan hiçbir şey öğrenmediği çok açıktı. Sosyal medyanın bir baş belası olduğunu, bir bira içen herkesin alkolik olduğunu söyleyerek ders vermeye yeniden başladı ve sorunların dış mihraklardan kaynaklandığını söyledi. Erdoğan yazılı medyayı da suçlayarak 800 gazeteciyi düzmece suçlardan hapse attırmış ve medyayı bu yolla kontrol etmeye çalışmıştı. Erdoğan aynı zamanda gazete sahiplerine de cezalandırıcı vergiler ödeterek tehdit etmişti.
Gazeteci Boris Kalnoky’ye bir gerçeği borçluyuz. Türkiye’de şu an sürmekte olan kriz aslında bir ay önce, Reyhanlı’da bir bombalı saldırı sonucu 50 kişinin ölmesiyle başladı. Bu olayda kimse sorumluluk kabul etmedi. Türk hükümeti derhal Suriye hükümetini suçladı ve birkaç düzine kişiyi elinde kanıt olmadan tutukladı. Daha sonra bu konuda yayın yasağı koydu ve bugüne kadar orada ne olduğu bilinmiyor. Türkiye’ye daha çok sorun çıkarmanın Suriye hükümetinin çıkarına olmadığı açık bir şey, ancak bu şu anda savaşı kaybediyor olan isyancıların çıkarınadır. Aslında Redhack adlı sol örgüt Türk polis kayıtlarına girerek Türk istihbarat servisinin bombalı saldırı planını önceden bildiğini ve yerel yönetimleri uyardığını, ancak bunun bir faydası olmadığını ortaya çıkardı. Herkes, Erdoğan’ın bunun üstünü kapatmak istediği için hükümetinin haber yapılmasını yasakladığını düşünüyor. Hükümetin Suriye iç savaşına müdahil olması birçok kişi tarafından kınandı, ben de bu müdahaleyi savunan daha bir kişiyle bile tanışmadım. İstanbul’un merkezinde şu an süren gösterilerin garip yanı, Reyhanlı’da ölen 50 kişinin adının protestoların ilk başladığı o küçük parktaki ağaçlara tek tek iğnelenmesi. Başarısızlığa uğrayan Suriye politikası nedeniyle bombalı saldırıdan Erdoğan sorumlu tutuluyor.
Şimdi ne olacak? Erdoğan kendi partisini başarısız hale getirdi, bıçaklar çekildi ve bunu Amerikalıların sessizce teşvik ettiğine şüphe yok. Erdoğan hükümetin haber ajansıyla masraflı ve faydasız olduğu gerekçesiyle kontratını iptal eden Zaman gazetesinin desteğini de kaybetti. Cumhurbaşkanı Gül’ün huzursuz olduğu çok açık, Arapların sıcak parası dışarı çıkıyor. Erdoğan şimdiye kadar her şeyin kendi dediği gibi olacağını düşünmüş olmalı. Ancak son gülen Esed de olabilir.
*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.
Share this post / Bu yazıyı paylaşın: