İngiltere’de Göçmenlik Halleri Tiyatro Perdesine de Yansıdı

Dün akşam Londra’da 1999 tarihli “East is East” (Doğu Doğu’dur) adlı İngiliz filminin aynı adlı tiyatro uyarlamasını seyrettim. Oyunun dramla komediyi ustaca harmanladığını söylemek sanırım doğru olur.

Öykü 1970’li yılların İngiltere’sinde geçiyor. Vakt-i zamanında Pakistan’dan göçmüş George ve aslen İrlandalı, beyaz İngiliz eşi Ella altı çocuklarıyla (Tarık, Abdül, Mine, Selim, Münir ve Sacit), kuzeydeki Salford kentinde yaşamaktadırlar. Oyun en küçük çocuk Sacit’in 13 yaşındayken babasının zoruyla sünnet ettirilmesi konusuyla başlar. Burada bir “fish and chips” dükkanı işletmekte olan ailede baba figürü tahmin edilebileceği gibi çok baskındır. Aile ile ilgili bütün kararları bırak çocuklarını, karısına bile danışmadan alan, sözüne itaat edilmediğinde bütün aile bireylerini dövmekten çekinmeyen, yüreklere korku ve kin salan bir aile babasından söz ediyoruz. Namaz kılmayı ihmal etmiyor, ama belki de en önemli varlığı olan çocuklarına sevgisini hiç göstermiyor da. Onların itaatkar insanlar, iyi Müslüman ve Pakistanlı olmalarını istiyor. Okuldan sonra kendi dükkanında zorla onları da çalıştırıyor. Ama Urduca bilmeyen, öğrenmek de istemeyen çocuklar İngiliz olmaktan ödün vermiyorlar. Çatışma da buradan çıkıyor. Ailede herkesin yaşadığı kimlik kargaşasının had safhada olduğu söylenebilir. Aslında çocuklarına “piç” demekten çekinmeyen George’un bile, çünkü o kadar dini bütün olmasına rağmen beyaz İngiliz bir kadınla evlenmiş. Arada, herhalde vicdan azabından olacak, ağlarken görüyoruz onu.

Aralarında takke takmaya bayılan Münir dışında dinle imanla ilgisi olan da yok. Her normal ergen gibi gençliklerini yaşamak istiyorlar. Babalarına “Pakistanlı” lakabını takmışlar. Ama babaları kimselere danışmadan veya söylemeden ailenin en büyük iki oğlunu, Abdül ve Tarık’ı evlendirmeye karar veriyor ve bunun için iki kızı olan Pakistanlı bir aileyle anlaşıyor. Zaten kıyamet de bundan sonra kopuyor.  Babanın sürekli haberlerde gelişmelerini izlediği, bölünen Doğu ve Batı Pakistan gibi ailenin de ipleri birer birer çözülüyor.

                                                   Filmin afişi…

Asi yaratılışlı, içki de içen Tarık evlenmeyi kesinlikle düşünmez ve evden kaçma planları yaparken sağduyulu ve sakin, uysal karakterli Abdül evlenmeye can atmamasına rağmen babasını kırmamak, üzmemek için buna katlanmayı göze alıyor. Aileyi bir arada tutan anne ile birlikte ailenin bir temel taşı da Abdül aslında.

Mine dalgacı, Münir ise dinine bağlı bir tipleme. Babasının hatalarını görmekte zorlanıyor. Babasının mühendis sandığı Selim’in aslında üniversitede sanat okuduğunu öğreniyoruz. Duygusal Selim ağabeylerinin evlenmemesi için babasıyla konuştuğu için dayak yiyor. Bütün bunları gözlemleyen Sacit ise annesinin yıkamasına izin vermediği, artık kokuşmuş parkasını bir yıldır bir türlü üstünden çıkarmıyor. Tikleri olan, mutsuz çocuk için parka adeta bir sığınak, bir zırh, hatta belki bir koruyucu melek. Ama oyunun sonunda ruhen büyüyor ve ağabeyi Abdül’ün desteğiyle parkayı çıkarıp çöpe atıyor.

Çocuklar babalarından o kadar korkuyorlar ki hep kapılar ardından dinliyorlar onu…

Oyunun en komik sahneleri ise sona doğru, kızlarını oğlanlarla evlendirmek isteyen ailenin ziyaretiyle yaşanıyor. Kızların annesi çocukların Batılı yetişmesini uygun bulmadığını her fırsatta dile getirirken, Ella’nın aynı dükkanda birlikte çalıştığı, sık sık çay ve sigara eşliğinde yarenlik ettiği İngiliz arkadaşının gelmesiyle işler iyice karışıyor. Sonra ise seyreyle gümbürtüyü…

Piyeste oyuncular dikkat çekici performanslar sergiliyorlar. Dekor ve ses kullanımı (yağmur, tren sesleri) başarılı. Ancak Tarık’ın sevgilisi, evlenecek kızlar gibi filmde bulunan oyuncular piyeste yer almadığı için oyun filme göre sönük kalmış.

Düşük bütçeli film versiyonu ise İngiltere’de ve Avrupa ülkelerinde büyük bir ticari başarı elde etmiş. En İyi İngiliz filmi dalında BAFTA almış ve En İyi Komedi Filmi dalında da İngiliz Komedi Ödülü’nün sahibi olmuş. Filmin senaristi, oyunun da başrol oyuncusu Eyüp Han-Din senaryosuyla En İyi Bağımsız İngiliz Filmi ve Londra Eleştirmenler Çevresi Film Ödülü kazanmış.

Irk ve dinin başlıca öğelerini oluşturabileceği kimlik ve aidiyet konulu, ama mizah dolu bir oyun izlemek isteyenler kaçırmasın. “Doğu Doğu’dur”, 3 Ocak’a kadar Trafalgar Stüdyoları’nda!

Oyunun internet sitesi burada.

Filmin fragmanı da şurada: 

Oyunun pek bir anlam ifade etmeyen fragmanı da buradan izlenebilir: 

Alain De Botton Haber Makinesinin Hayatımızdaki Etkilerini Anlattı

Londra’nın dünyaca ünlü sanat ve tasarım müzesi Victoria and Albert Museum’da (kısaca V&A) geçtiğimiz günlerden birinde zihin açıcı bir konuşma dinledim.

Image

V&A’in girişindeki yeni yerleştirme nefes kesiyor…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Ünlü İngiliz-İsviçreli filozof Alain de Botton’un yeni kitabi “The News: A User’s Manual”ın (Haberler: Kullanıcının El Kitabı) tanıtım sohbetindeydim. De Botton zekasıyla ve konuşmasının arasına serpiştirdiği esprileriyle izleyicinin sempatisini kazanmakta gecikmedi. Bir felsefeciden bekleyebileceğiniz üzere üstten bakan, ukala bir tavrı yoktu, hatta güleryüzlüydü. Tabii bu yazıyı kitabın özeti olarak değerlendirmek doğru olmaz, zira kendisinin bir saatte 272 sayfalık kitabı özetlemesine imkan yoktu, ancak kitaptan önemli satır başları aşağıdaki satırlarda…

Image

De Botton’un yeni kitabının kapağı…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

De Botton konuşmasına 18. yüzyıldan bu yana bilginin dönüşüm geçirerek demokrasi ve ilerlemeyi sağladığını söyleyerek başladı. Bunu 19. yüzyılda yaşamış ünlü Alman filozofu Hegel’in bir sözüyle açıkladı: “Gazete okumak realist, modern insanın sabah duasıdır.” Dolayısıyla Pazar günleri kiliseye gitmenin yerini modern çağda bilgiye erişim özgürlüğünün, (o dönemde sadece) gazete okumanın aldığını belirtti.

İçinde bulunduğumuz çağda bildiğimiz gibi önemli veya ciddi haberler popüler, magazinel veya sansasyonel denebilecek hafif haberlerle yarışında pek de başarılı olamıyorlar. Örneğin küresel ısınma haberleri ilgi çekmiyor ama ünlülerin ne yaptığı haberlerini hepimiz tüketiyoruz.

Haberlerle ilgili bir sorun daha var: hepimiz bizi güçsüz kılan bir haber denizinde boğuluyoruz. Bu denizde yönümüzü bulabilmemiz için kendini tekrarlayan, belli başlı haber numune veya prototipleri olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bunları tanırsak haber “seliyle” başa çıkmak mümkün. Ancak medya işlevini kaybetmemek için bunların haber prototipi olduğunu asla söylemez, o başka.

De Botton bu prototiplerden birinin, önemli veya ünlü bir kişinin sıradan bir iş yaptığı kareler olduğunu söyledi. Örneğin İngiltere tahtının yeni varisi, Cambridge Dükü Prens William’la Cambridge Düşesi Kate Middleton’ın geçtiğimiz yıl doğan bebeği George ile Hz. İsa’nın bebekliği veya ünlü oyuncu Natalie Portman’ın çocuğuyla ilgili haberler aynı prototipe aitmiş. De Botton, Prens William’ın oğlunu bebek oto koltuğuna koyduğu kare ile Portman’ın oğlunu parka götürüp gezdirdiği kareyi bu anlamda aynı duygunun beslediğini anlattı: bize nasıl yaşamamızı söyleyecek ünlülere, bir nevi rol modellerine, “örnek insanlara” olan ihtiyacımız. Bu tip fotoğraflar, bizim sıradan bir şeyin değerini görmemizi de sağlıyormuş.

Buna karşılık De Botton Aralık ayı sonlarında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde düzenlenen saldırılarda 103 kişinin öldüğünü, ama bunu umursamadığımızı söyledi, ama sonra içimizi rahatlatmayı da başardı: bunun nedeni kötü insanlar olmamız değilmiş. Burada suçlu küreselleşmiş taşralılık (“globalised provincialism”) yani olayı bilmemiz, ancak çok önemsememiz gibi görünse de, aslında gerçek suçlu medyaymış: yayımlanan bazı haberler bize olayın arka planını veremiyor veya doğru şekilde sunamıyor. Zira işlenmemiş, ham verileri habere dönüştürmek de bir sanat sayılabilir. Bu anlamda Stephanie Sinclair’in Yemen’deki foto muhabirliği sırasında kadraja aldığı çocuk gelinler De Botton’a göre bir sanat eseri. New York’ta yaşayan Sinclair, cinsiyet ve insan hakları gibi hassas konuları işleyen, altı yıl boyunca Orta Doğu’da çalışmış bir fotoğrafçı. National Geographic ve The New York Times Magazine gibi tanınmış dergilerde fotoğrafları basılan Sinclair, Dünya Basın Fotoğrafları Ödülleri gibi pek çok ödülün sahibi. Kişisel internet sitesi için “Evlenmek İçin Çok Genç”e;  National Geographic’te yayımlanan fotoğrafları için ise şuraya bakabilirsiniz.

Image

Bakışlarımı görüyor musunuz?!
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Image

Düğün ve gözyaşı…
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Image

Zorla gelin edilmenin dramı…
Fotoğraf: Stephanie Sinclair

Bu tür bilgi dolu fotoğraflar bizi olayla daha çok ilgilenmeye itebilir, olayın bizim için önemli hale gelmesini sağlayabilir. Ölü olmayan, yaşayan bir fotoğraftan çok şey öğrenebiliriz. Ancak sorun şu ki, içinde yaşadığımız dönemde aşırı derecede veri odaklı olduğumuz için sanata olan ihtiyacı anlayamıyoruz.

Bir başka haber prototipi ise, cinayet veya felaket haberleriymiş; bu haberler bilhassa çocuklarla ilgiliyse okuyucu nezdinde daha da popüler oluyormuş. Bu rağbetin nedeni sıradan insanlar olarak bu haberlerin bizi korkuyla tanıştırmaları. Zira böylece başkalarının yaşadığı felaketleri görür ve hem korku, hem de acı hissederiz: başkalarının başına gelen kötü şeyler için üzülürken aynı şey bizim başımıza gelir mi diye de korkarız. Bunun kaynağı ise De Botton’a göre antik Yunan filozofu Aristoteles’in Batı geleneğinde hala hüküm süren trajedi kavramı. Araba ve uçak kazaları, kuş gribi, UFO’lar, böcekler, mikroplar ve benzeri şeylerle ilgili haberler, düşük düzeyde kaygı yaratır. Medya korkmamızı ister, hatta korku medyanın değişmezidir.

Ama bunun tam tersine, medyada yayımlanan bilimsel gelişmelerle ilgili umut verici haberler de bir başka haber prototipidir. Çağımızın hastalıklarından Alzheimer’a çare bulunduğu yönündeki haberler buna örnektir. Aslında hepimiz ölecek olsak da, bunu içten içe bilsek de medya bize öleceğimizi söylemek istemez. Bunun yerine sinsi bir şekilde birkaç kötü adam bulur, onları günah keçisi haline getirir, sonunda da bu işten kazanç elde eder. “Bundan dolayı medyayı suçlayabilir miyiz?” sorusuna da yine kendi cevap veriyor De Botton: “Hayır, asıl suçlu haber izleyicileridir. Örneğin McDonald’s kalitesiz, sağlıksız yemek verdiği için eleştirilir, ama oradan yemek satın alan bizizdir. Biz almasak McDonald’s’a bu kadar talep olmayacak ki.” Peki bu meselenin çözümü nedir? De Botton tüketici eğitimi, diyor. Toplum veya halk, medya okur-yazarlığı konusunda eğitilmeli. Eh, doğru söze ne denir?

Bu doğrultuda De Botton teoriyle yetinmemiş, felsefeci arkadaşlarıyla birlikte “The Philosopher’s Mail” (Felsefecinin Postası) adıyla bir internet sitesi hazırlamış. Ocak 2014 tarihinden bu yana aktif olan sitenin mali destekçiliğini De Botton’un kurduğu “The School of Life” (Hayat Okulu) yapıyor. *** The Philosopher’s Mail, tasarımını İngiltere’nin en çok satan tabloid gazetelerinden biri olan “Daily Mail (Günlük Posta)’den almış, hatta adını bile ondan esinlenmiş. Ama bir farkı var: Daily Mail’in büyük fotoğraflarla, uzun uzun verdiği, açlıkla tüketilen magazin haberleri de dahil olmak üzere tüm flaş haberleri gazetenin aksine “bilgece, sakin, daha çetrefilli ve ağırbaşlı” bir bakış açısıyla sunması. Londra merkezli, ancak Amsterdam ve Melbourne’de büroları bulunan bu sitenin verdiği vaat büyük: Adalet, hakikat, şefkat ve empati üzerine kurulu bir medya okur-yazarlığı. Bu sitenin Twitter’da şimdiden (2 aydan kısa bir zaman zarfı içinde) 10 milyonun üzerinde takipçiye ulaşması, De Botton’un geleneksel medyaya hak ettiği cevabı verdiğinin göstergesi olarak yorumlanabilir. (Sitenin adresi: Philosopher’s Mail)

Image

De Botton, The Philosopher’s Mail projesini anlatıyor…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

*** Burası Londra’nın merkezinde “günlük yaşam için iyi fikirler sunan bir kültür oluşumu.” Aşk, ilişkiler, evlilik, iş yaşamı, hobiler gibi çeşitli konularda seminerler düzenliyor, kitaplar satıyorlar.

Siyasetin ve İletişimin Kesişim Noktası Olarak Propaganda

Londra’da bulunan British Library (İngiliz Kütüphanesi) 17 Mayıs – 17 Eylül 2013 tarihleri arasında önemli bir sergiye ev sahipliği yaptı: “Propaganda: İktidar ve İkna.” Siyaset ve iletişimin kesişim noktalarını araştırmak için gittiğim sergi, “propagandanın altın çağı” 20. yüzyıl boyunca ve günümüzde çeşitli dünya devletlerince yapılan propagandaya derinlikli bir bakış sunuyor. Sergi salonu sizi bilim insanlarının ve aydınların propaganda tanımlarıyla karşılıyor.

Image

Serginin afişi…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

 

Image

Philip Taylor’ın propaganda tanımı…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Örneğin uluslararası iletişim profesörü Philip Taylor “Propaganda, insanları istenen şekilde düşünmeye ve davranmaya ikna etme amacıyla fikirlerin iletilmesinden başka bir şey değildir.” derken, dünyaca ünlü Amerikalı dilbilimci, siyaset eleştirmeni ve felsefeci Noam Chomsky “Totaliter devlette cop ne ise demokraside de propagandanın o olduğunu” söylüyor.

Image

Chomsky diyor ki…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

 

PROPAGANDANIN NİTELİKLERİ VE AMAÇLARI

İngiliz Kütüphanesi’nin internet sitesinde yer alan bilgilere bakılırsa “savaşlarla, hastalıklarla mücadele etmek, birlik veya bölünme sağlamak için kullanılan” propaganda “genelde şaşırtıcı, bazen korkunç ve ender de olsa mizahi” bir öğe. Londra’da yaşayan Avustralyalı gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger ise propagandayı devletler düzeyinde kullanılan bir halkla ilişkiler türü olarak tanımlıyor.

Image

Sam Amca, 1917
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Aslında propaganda sözcüğüyle aslında ilk kez 17. yüzyılın başlarında Katolik Kilisesi’nin “Congregatio de Propaganda Fide” (“İnanç Yayma Cemiyeti”) adlı, misyonerlik çalışmalarından sorumlu oluşumu kurmasıyla karşılaşmışız. Ancak Chomsky bu sözcüğün aslında 20. yüzyıla dair bir terim olduğunu söylüyor. İngiltere’de 1. Dünya Savaşı’nın sonlarında kurulan, Londra merkezli ve propaganda yapma amaçlı Bilgi Bakanlığı’nı da buna örnek olarak veriyor.

Kent Üniversitesi Modern Tarih profesörü, 20. yüzyıl siyasetinde propaganda uzmanı David Welch ise propagandanın eğitim ve reklam gibi benzer alanlardan azmettiricilerin amacı sayesinde ayrıldığına dikkat çekiyor. Welch’e göre her propaganda kötü amaçlı olmayabilir, ancak propaganda önyargıları kuvvetlendiren bir unsurdur. Peki propaganda ne zaman tehlikeli ya da zararlı haline gelir? Welch diyor ki, “Propaganda eski totaliter devletlerde veya diktatörlüklerde sorunludur; çünkü alternatif bilgi kaynaklarına erişim yoktur.”

Kütüphane’nin Sosyal Bilimler küratörleri Jude England ve Ian Cooke’un 200’den fazla malzeme toplayarak açtıkları ve Londra’da ses getiren bu serginin multimedyanın sağladığı olanakları etkili kullandığını düşünüyorum. Sergi propagandanın bariz araçlarını da afişe etmiş: posta pulları, dolarlar (para) ve bazı marşlar da bunların arasında. Örneğin tüm dünya ülkelerinin milli marşları, İngilizce metin çevirileriyle birlikte ses kaydı olarak sunulmuş. Türkiye milli marşının İngilizce metni de aşağıda:

Image

İstiklal Marşı’nın İngilizce metni…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Ayrıca birçok metin, çizgi film, kartpostal, rozet, kitap, afiş, poster, broşür ve video da cabası. Bütün materyalleri incelemeye kalksanız bir tam gününüzü alabilirdi. Dolayısıyla ben bir iş çıkışında bulduğum iki saatlik zaman diliminde her şeyi gözlemleme fırsatı bulamadım. Ama dikkatimi çeken öğeleri burada paylaşmak isterim. Sergide kronolojik değil, tematik bir sıra izlendiği için benim paylaştığım örnekler de tarih sırasına göre dizili değil.

GÖZÜME TAKILANLAR

Tavandan sizi izliyor gibi görünen Stalin, Mao, (Eva) Peron, Hitler, Mussolini ve Churchill’in portreleri, üzerlerinde farklı propaganda tanımlarının yer aldığı cansız mankenlerin ardından beni serginin başlangıç noktasına yönelttiler.

Resim 5

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

“İngiliz İmparatorluğu’nun ürünlerini tercih ediniz”

“İngiliz İmparatorluğu’nun ürünlerini tercih ediniz”
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Dikkatimi çeken ilk şey, 1927 yılında Hindistan’da verilen dikkat çekici bir ilan oldu: o yıl İngiltere’nin Hindistan’a ihracatının 86 milyon sterlin  değerinde olduğunu muştulayan ilan şöyle buyuruyor: “En iyi müşterinizi her seferinde İmparatorluk ürünlerini talep ederek destekleyin.”

Tabii propagandanın bazı türleri kendilerini çok kolay açık etse de, bütün propaganda araçlarının elle tutulacak kadar somut olmadığını da söylememiz gerek. Örneğin 1960’lı yıllarda ABD ve Rusya arasında geçen “uzay yarışı” da propagandanın aracı olmaktan kurtulamamış. Ancak dikkatle bakılırsa anlaşılabilecek bir diğer propaganda aracı da markalaşma. The Independent gazetesinde yazan Adrian Hamilton sergiyle ilgili “Büyük Birader Sizi İzliyor” başlıklı eleştirisinde, İngilizlerin her zaman propagandanın demokrasiler değil, despot rejimler tarafından yapıldığını ve kendilerinin “propagandalar üstü” olduğunu düşündüklerini, ancak bunun geçerli olmadığını yazıyor. 2012 Londra Olimpiyatlarının, özellikle de açılış töreniyle “ulusal markalaşma” veya “ülke markalaşmasına” katkıda bulunan bir etkinlik olması Hamilton’ın haklılığını kanıtlıyor.

Rosie the Riveter

Rosie the Riveter
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Rosie the Riveter (Perçin Çekici Rosie), ABD’de İkinci Dünya Savaşı’na gitmeden önce erkeklerin yaptığı ve savaş için hayati önem taşıyan işleri yapmaya kadınları teşvik etmek için çizilen bir karakter. 1940 yılında çalışan Amerikalı kadın sayısı 12 milyonken bu sayının 1944 itibarıyla 20 milyona yükselmesinde Rosie’nin bir kültür ikonuna dönüşmesinin de payı olduğu kuşkusuz. Ancak savaşın ardından, 1947’de milyonlarca kadının savaştan dönen askerlere istihdam sağlamak amacıyla işlerinden kovulmasıyla savaş öncesi iş modelleri yeniden kurulmuş. Chicago menşeli The Four Vagabonds grubunun “Rosie the Riveter” adlı, 1943 çıkışlı şarkısı da Rosie’yi müzik yoluyla tanıtmış. Bu şarkının sadece müziğine odaklandığınızda son derece neşeli bir caz parçası dinlediğiniz izlenimine kapılıyorsunuz, fakat propagandanın ayak sesleri şarkının sözlerinde saklı: “Rosie zafer için çalışıyor, tarih yazıyor. Bu küçük çelimsiz kadın bir erkekten daha fazla şey yapabiliyor.” (2) “Rosie perçinleme makinesinde fazla mesai yapıyor, böylece Charlie’yi koruyor. Bir sürü milli savunma tahvili satın alıyor. Daha çok tahvil almak istiyor, biriktirdiği tüm nakit parayı milli savunmaya veriyor. Bu kız gerçekten akıllılık ediyor.” (3) “Diğer kızlar en sevdikleri kokteyl barında sek Martinilerini yudumlayıp yedikleri havyarla ağızlarını şapırdatıyorlar. Ama onları gerçekten utandıran, Rosie adında bir kız var.”  (4)

Dış basında 1930’lu yıllarda Hitler karşıtı propagandayı durdurmak için yayımlanmış, “Hitler’in Mevcudiyetinde Gençlik” adlı bir fotoğraf kitabını varlığını da yine bu sergi sayesinde öğreniyorum. Berlin’de 1934’te basılmış, fotoğrafçı Heinrich Hoffman’ın imzasını taşıyan kitapta Hitler Alman ulusunun iyiliksever babası, çocukların ve gençlerin hayran olduğu biri olarak resmediliyor. Ey propaganda, sen nelere kadirsin!

Resim 8

“İçimizdeki Düşman”
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

 

Sergide ilginç bulduğum bir pano da yukarıdakiydi. Burada yazılı olanları Türkçeye çevirerek aynen aktarıyorum:

“Bazı devletler ve siyasi hareketler bir ulusun kötü yanlarını nüfusun din, ırk, siyaset, sosyal sınıf veya kültürle tanımlanmış bir altkesitini suçlayarak destek kazanmaya çalışırlar. Burada amaç, dikkatleri o devletin veya siyasi hareketin siyasi başarısızlıkları konusundaki eleştirilerden uzaklaştırmak veya halktan bir türlü rağbet göremeyen politikalara yönelik rıza üretmektir. Bu bazı grupların kendi ülkelerinde “dışlanmışlar” olarak yaftalanmalarına neden olmakta ve bir suçu başkasının üzerine atma, zulüm ve cinayet ortamı yaratmaktadır.” Alın size Gezi Parkı direnişinin teorik açıklaması!

“Düşman olarak Devlet”

“Düşman olarak Devlet”
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Bana Gezi ruhunun önemli öğelerinin sosyal medya ve mizah olduğunu yeniden hatırlatan pano da üstteki oldu. Türkçe meali şu şekilde:

“Bir ulus içindeki muhalif gruplar propagandayı güncel rejimin meşruiyetine meydan okumak için kullanırlar. Bu kişiler kendilerini haklarından mahrum edilmiş hissedebilirler, ayrıca hükümetin baskıcı olduğunu veya bir dış gücü temsil ettiğini de düşünebilirler. Böyle gruplar ulusal hükümetlerin erişimi olan kaynak üretimi ve dağıtımından yoksundurlar. Genelde sansür ve şiddet tehdidi yoluyla yaratılan, uçsuz bucaksız bir zulüm ortamında, veya en azından bir şüphe bulutu altında faaliyetlerini sürdürürler. İletişim kanallarına erişim sınırlı olduğunda şoke edici görüntüler ve tanıklığın kullanılması, bir mesajın daha geniş çevrelerce duyulması için etkili olur. Bunun yerine mizah da devleti eleştirmek ve taşlamak için kullanılabilir.”

Resim 10

Vietnam Kazanacak!
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

 

Neyse ki propagandayı sadece gücü ve iktidarı elinde bulunduran taraf kullanmıyor. Bu pop-art posteri, 1970 yılında Vietnam Savaşı’nı eleştirme amacıyla Asya, Afrika ve Latin Amerika Halkı İçin Dayanışma Örgütü tarafından hazırlatılmış. Küba’nın başkenti Havana’da, 1966’da bir grup sömürgecilik karşıtı solcu tarafından kurulan örgütün diğer posterleri de Batılı ülkelerin müdahaleci politikalarına karşı çıkmak için tasarlanmış.

Resim 11

Özgürlük Heykeli mi Gözetleme Kulesi mi?
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Propagandanın bir diğer ayağı da demokratik özgürlükler konusunda karşımıza çıkıyor: Yukarıda gördüğümüz, 1971 yılında hazırlanan bir Sovyetler Birliği posteri. New York’taki ünlü Özgürlük Heykeli, burada bir özgürlük simgesinin tam tersine ABD polisinin kendi halkını gözetlediği bir kuleye benzetilmiş. Ne yazık ki Amerikalı eski casus Edward Snowden’ın açıkladığı belgelerin gösterdiği gibi, ABD bugün sivil bireylerin elektronik posta mesajlarının yanı sıra bilgi bankalarını taramak suretiyle özel kimlik bilgilerini toplayabiliyor. Yani ABD gözetleme kulesi günümüzde de faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürüyor!

ABD sanatında hakikatin yer-siz’liği...

ABD sanatında hakikatin yer-siz’liği…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Yine Sovyetler Birliği’nden çıkma bu çizim de beni çok etkiledi: ABD’de sanat gerçek dünya yerine hayal ürünlerini resmediyor. Hakikate duyarsızlık ancak bu kadar iyi ifade edilebilirdi.

Propagandanın kurbanı kesekağıdı…

Propagandanın kurbanı kesekağıdı…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

 

Propagandanın yapıldığı materyaller de sınır tanımamış. 1916’da İngiltere Ulusal Savaş Tasarrufları Komitesi’nin hazırlattığı kese kağıtlarının üzerinde savaşa katılımla ilgili mesajlar yazıyormuş. Yapılacak bağışların savaşın süresini kısaltacağı ve zaferle sonuçlanacağı iddiası bu mesajlardan yalnızca biri. Bu kesekağıtlarının savaşla ilgili posterlerden daha çok kişiye ulaşması sürpriz değil.

“Beni destekleyecek misin?”

“Beni destekleyecek misin?”
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Bir başka kesekağıdı üzerine basılmış mesajı okuyoruz: “Beni destekleyecek misin? Düzenli olarak, mümkün olduğu kadar çok sayıda Savaş Tasarrufu Sertifikası satın alın veya Savaş Tasarrufları Derneklerinden birine üye olun.”

Resim 15

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

1940’lı yıllarda artık bu mesajların benzerlerine kadın eşarplarının üzerinde bile rastlanır olmuş.

Resim 16

Hintlilerin Bağımsızlık Ligi – “İngiliz şeytanları”
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Yukarıdaki karikatürde ise Hintli çocukların İngiliz bayrağının önünde eğilmesini emreden veya onları okulda döven zalim İngilizlerin faaliyetleri konu ediliyor. Okuyoruz: “Bu İngiliz şeytanlarını ülkemizden defedin!” Hintlilerin Bağımsızlık Ligi bu karikatürü milliyetçi duyguları ve İngiliz hükümdarlığından bağımsızlaşma arzularını körüklemek için hazırlatmış. Bu Ligde temsil edilen milliyetçiler ve sömürgecilik karşıtı gruplar, bilgiye erişimi regüle eden İngilizlere karşı kampanyalarına halkın destek vermesi için propaganda yöntemine başvurmuşlar. Hindistan, dünyaca ünlü lideri Gandhi’nin barışçıl ama kararlı adımları sayesinde 1947’de bağımsızlığına kavuşmuştu.

Zulmün simgesi olarak Churchill...

Zulmün simgesi olarak Churchill…
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Yukarıda da İngiltere’nin eski Başbakanlarından Churchill’in Hintlileri zincire vurduğu görülüyor. Churchill İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan İngiliz propagandalarında bir özgürlük kahramanı olarak lanse edilmiş olsa da Hintli milliyetçiler onu zulmün simgesi olarak görmüşler. Haksız da sayılmazlar.

TOPARLARSAK…

Bu yazıda ben daha ziyade bariz propaganda örneklerini verdim. Ancak Cooke’un dediği gibi propaganda sadece “kötü adamlar” tarafından yapılmaz. Pilger’a göre propaganda “sinsidir”, “mutlak güce sahiptir”, “tanımlanması ve saptanması zor olabilir.” Serginin küratörlerinden Ian Cooke da onu şu sözleriyle destekliyor: “Propaganda genelde yalandan ibaret ve kötü insanların üretimi olarak görülür, sergiyle bu görüşe meydan okumak istedik. Propagandanın bir tek değil, birçok tanımı var.”

“Her gün”, her yerde ve herkesçe yapılagelen” propagandayı şu an içinde bulunduğumuz sosyal medya çağında giderek daha çok kişinin kullanabildiğini ve kullandığını unutmamak gerekiyor. Hamilton’ın yazdığı gibi, propagandanın işe yaramadığını düşünmek tam da bu yüzden yanlış. Çünkü medya ve sosyal medyayı kullanarak farkına varmadan insanların duygularını ve önyargılarını kuvvetlendiren bir araç olan propagandanın kollarına atılmamız an meselesi…

İngiliz basınından eylemlere güncel yorumlar…

1- THE INDEPENDENT, Richard Hall, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/news/world/europe/eyewitness-in-taksim-square-tear-gas-and-bulldozers-just-add-fuel-to-turkish-protesters-ire-8654611.html

GÖZ YAŞARTICI GAZ BOMBALARI VE BULDOZERLER PROTESTOCULARIN ÖFKESİNİ ARTIRMAKTAN BAŞKA BİR İŞE YARAMIYOR

“–Cüretkâr Türkler İstanbul’da Muhabirimize Başbakanlarının Diktatör gibi Davranmayı Bırakması Gerektiğini Söylediler–

Bir gösterici Başbakan’ın diktatör gibi davrandığını söyledi. Bu konuşmadan hemen sonra Taksim Meydanı göz yaşartıcı gaz bombalarıyla doldu. Akşam üstü meydanda toplanan binlerce kişi yan sokaklara kaçmak zorunda kaldı. Polis meydana saldırdı ve havai fişek atan protestocularla çatıştı. Çatışmalar gecenin geç saatlerine kadar sürü. Polis göz yaşartıcı gaz bombasının yanı sıra tazyikli su da kullandı. Daha sonra protestocular meydana “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganıyla geri döndüler.

İnsan Hakları İzleme Örgütü dün akşam bir erkeğin ciddi beyin travması geçirdiğini ve yoğun bakıma alındığını söyledi. Ayrıca gaza maruz kalan yaklaşık 15 kişinin de hastanelik olduğu belirtildi. Meydana giren buldozerler protestocuların barikatlarını ortadan kaldırmak üzere harekete geçti ve polis memurları protestocuların afişlerini indirerek yerlerine Atatürk resmi ile Türk bayrakları astılar. Gösteriler iki haftadır dinmiyor.

Birçok kişi laik hayat tarzına saldırı olarak algıladığı müdahaleler konusunda endişeli olduğunu ifade etti ve Erdoğan hükûmetini ülkeye İslamcı bir gündem dayatmakla suçladı.

Pınar adında bir gösterici, “Bana göre o bir diktatördür. Burası demokratik bir ülke, o canının her istediğini yapamaz. Başbakan’a kızgınız, her konuşmasında insanları daha da sinirlendiriyor. Bence uzlaşıcı bir tavır takınması gerekiyor ama kendisinde böyle bir tavır görmüyoruz.” dedi.

Diğer göstericiler ise sert bir dil kullanan Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki ateşi körüklediği kanaatindeler. Başbakan ise daha önce göstericileri “çapulcu” ve “aşırılık yanlısı” olarak tanımlamıştı. Ayrıca kendi taraftarlarını sokağa dökme tehdidinde bulunmuştu.

Erdoğan bugün, daha uzlaşmacı bir tavırla protestocuların temsilcileriyle görüşme önerisinde bulundu. Ancak Taksim Meydanı’ndaki göstericiler Erdoğan’ı Türkiye’yi iki kutba bölmekle suçladılar.

Türkiye’de popüler bir sosyal medya sitesinin kurucusu olan Sedat Kapanoğlu, “Erdoğan kendi yüzde 50’si hakkında konuşmaya başlayana kadar halk büyük bir itirazda bulunmadı. Onun tek yaptığı daha çok gerilim yaratmak. Erdoğan’ın halka karşı tavrını değiştirmesi gerekiyor. Sadece kendi taraftarlarını değil; ülkenin diğer yarsını da dinlemeli.” diyor.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı protestolarda dört kişinin öldüğünü, bunlardan birinin de polis memuru olduğunu belirtti. Olaylarda 5.000 protestocu ve 600 polis memuru yaralandı.

Polisin Taksim’deki topluluklara şiddetli saldırısı protestoları yatıştırmak şöyle dursun, evlerine gitmek üzere olan kişileri de harekete geçirmiş oldu. Bunlardan biri şöyle konuşuyor: “Ben buraya yalnızca şiddeti protesto etmek için geldim. Ancak eylem, iktidara, özellikle de Başbakan’ın iktidarına karşı bir protestoya dönüştü. Buradaki insanların çoğu beyaz yakalı: çalışanlar, bankacılar, öğretmenler vs… Bu, çoğumuzun hayatında gittiği ilk protesto, ne yapacağımızı bile bilmiyorduk.”

2- THE INDEPENDENT, Başyazı, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/editorials/editorial-erdogan-plays-it-rough–and-wrong-8653902.html

ERDOĞAN SERT VE YANLIŞ OYNUYOR

“Türkiye’deki protestolarla Arap Baharı arasında eğer bir benzerlik varsa o da tartışmaya açık olmayan bir şekilde iktidarı beklenmedik şekilde sorgulanmaya başlanan bir siyasi liderin aşırı tepkisidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’un Gezi Parkı’nın ve kentin ulaşım merkezi Taksim Meydanı’nın işgal edilmesini kendi otoritesini rahatsız edici ve çok göze çarpan bir meydan okuma olarak görmesi anlaşılabilir. Bu karmaşanın, yatırımcıların cesaretini kırdığını ve ülke ekonomisine bir tehdit oluşturabileceğini düşünmesi de anlaşılabilir ancak protestoları bu kadar saldırgan şekilde sona erdirmeye çalışmak hem akılsızca hem de suçlanmayı hak eden bir davranış.

Türkiye’nin önde gelen liderlerinin “iyi polis kötü polis” oynadığını düşünmek de mümkündü. Zira Erdoğan göstericilere karşı sabrının taşıyor olduğunu ifade etmiş, daha uzlaşmacı yardımcısı, polisin aşırı güç kullanmasından dolayı özür dilemişti ancak Erdoğan Tunus’tan döndüğü an bu ikili oyun -eğer öyle bir şey varsa- sona erdi. Başbakan’ın bugün protesto liderlerini kabul edeceğini açıklamasıyla küçük bir umut ışığı doğdu fakat Taksim Meydanı’na dün yapılan saldırı sadece böyle bir toplantının olma ihtimaline değil (Protesto liderleri toplantıya gelecekler miydi?) Erdoğan’ın toplantı çağrısında bulunurken iyi niyetli olduğu fikrine de gölge düşürdü.

Bu toplantı yapılsa bile bu yeni güç gösterisi atmosferi bozmaya yetti. Aynı zamanda protestocular, ülkenin dört bir yanındaki taraftarları ve iktidardakiler arasındaki mesafenin büyüklüğünü de vurgulamış oldu. Erdoğan demokratik olarak seçilmiş bir hükûmetin başında olabilir, güçlü bir halk desteğinin tadını çıkarıyor da olabilir ancak protestolar herhangi bir hükûmetin, yetkileri ne kadar garanti altında olursa olsun, dikkate alması gereken halk memnuniyetsizliğinin ve bölünmesinin ne kadar derin olduğunu ortaya çıkardı.

Erdoğan’ın kendi deyimiyle “sert oynamak” taraftarları arasındaki desteğinin artmasını sağlayabilir fakat bu uzun ömürlü olmayacaktır. Erdoğan’ın çevreci bir protesto hareketinin Türkiye’nin düşmanları tarafından “ele geçirildiğini” söylemesi de hiçbir şekilde yardımcı olmuyor. Sert oynamak ve muhaliflerini “halkın düşmanları” olarak göstermek köşeye sıkışmış liderlerin standart savunma mekanizmalarıdır ve genelde geri teper. Sadık bir siyasi tabanı olan Erdoğan, İstanbul’da başlayan protestoları ciddiye almakta gönülsüz davranıyor ancak bu, yaptığına pişman olabileceği bir hatadır.”

3- THE GUARDIAN, Simon Jenkins, 12.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/trafalgar-taksim-politics-quare-erdogan

GERÇEK SİYASETİN YAŞADIĞI YER EKRANLAR DEĞİL, SOKAKLARDIR

“—Feldmareşal Twitter’ı unutun. Trafalgar’dan Taksim’e kadar bizi yönetenleri dehşete düşüren şey, meydanın vahşi birlikleridir —

İktidar neden bir kent meydanından nefret edebilir? Bir meydanın ordusu yoktur; oy veremez; gidecek hiçbir yeri yoktur. Yalnızca bir alandır. Ancak, iktidara düşman bir işgali davet eden bir alandır. Dolayısıyla Türkiye Başbakanı dün İstanbul’daki Taksim Meydanı’nı “yeniden ele geçirmek” zorunluluğunu hissetmiştir. Bu majestelerine alternatif bir meşruiyet koltuğu, bir isyan alanı, çirkin bir el hareketidir. Burada tanklar, silahlar, gaz bombaları ve buldozerler kullanıldı ama meydan temizlenmek zorundaydı.

Meydanlar vatandaşların kutsal mabetleridir. Geometrik yapıları geçmişteki ayaklanmaların hayaletlerini gösterir ve gelecekteki ayaklanmaların sözünü verir. Recep Tayyip Erdoğan’ın sadece Kahire’deki Tahrir Meydanı’na bakması ve Pekin’deki Tiananmen, Tahran’daki Azadi, Kiev’de Bağımsızlık, Atina’da Sintagma meydanlarında yaşanan kargaşaları hatırlaması yeterli. Geçmişte bu isimler iktidarın kalbine korku salmış olmalı.

Bir başkentte bulunan bir meydan kızgınların toplanma yeri, mülksüzleştirilmiş kişilerin oturma odasıdır. Orada göstericiler demagojilerinin dünyaya ulaşacağından emin olabilirler. Bize gelişmiş siyasetin, içinde yaşadığımız dijital çağda gezici ve gönüllü oluşumlar, birdenbire ortaya çıkan insan grupları ve Twitter mesajlarına yöneldiği söyleniyor. 1990’larda Amerikan seçim bilimcilerin elektronik demokrasi çağına girdiğimizi ilan etmesinden bu yana, yüz yüze siyasetin öldüğünü düşündük.

Bunu Tahrir, Tunus veya Trablus’ta kırılan kafalara veya Turuncu Kiev sokaklarının, Miloseviç’in Belgrad’ının muzafferlerine anlatın. Bu olayların her birinde güruhlar sokaklara döküldü, telefon uygulamaları veya AK47 tüfekleri yoktu, ancak sayıları çok fazlaydı. İktidardakiler kendi sürelerinin dolduğunu düşünerek kaçtılar.

Bunu İran, Pakistan, Burma, Sri Lanka, Fas ve Bahreyn gibi istikrarsız rejimlerin yöneticilerine sorun. Mareşal Facebook’un veya Tuğgeneral Twitter’ın karşısında tir tir titremiyorlar. Onlar “sefillerden” korkuyorlar, meydanın birliklerinden, barikatlardan, Molotof kokteyllerinden, tuzla buz edilen dükkanlardan, kanlar içindeki polis ve öğrenci görüntülerinden korkuyorlar. İnternet bir kalabalığı ancak toplanmak isterse toplayabilir. Ancak kan dökülmesine neden olan, olayları yaratan bu yürüyen ayaklar ve çığlık sesleridir.

Sanal alemdeki hiçbir tepki Erdoğan’ı ve Taksim Meydanı’nı dümdüz ederek Gezi Parkı’na alışveriş merkezleri ve mülkler dikecek müteahhit dostlarını durduramayacaktı. İngiltere’nin de dâhil olduğu birçok ülkenin modern yöneticileri gibi Erdoğan da ağaçlar ve çimenleri fazla dikkate almayan inşaat çıkarları için rehin alınmış durumda. Ancak bu durum, binlerce insanın onun hürmetsizliğini dünyanın dikkatine sunmak için buldozerlerin önüne yatmasına sebep oldu. İşe yaramamış olabilir, ancak AB’ye girme umutları suya düşen ve aşağılanan Erdoğan, partisinin yozlaşmasının bedelini ağır bir şekilde ödedi.

İnternet siyaseti hükümetleri teftişe ve tartışmaya açtı, ancak eyleme dönüşmezse hiçbir anlamı yok. Online hareketler normal hareketlerin yerini tutamaz, bu yüzden eğlence sektörü şu an gelirlerinin çoğunu canlı etkinliklerden kazanıyor. Online hareketler deneyimler için kesinlikle önemli bir ana portaldır, ancak deneyimin kendisi değildir.  Her müzik menajerinin bildiği gibi “Para dışarıdadır.”

Online hareketler etten kemikten siyasetin de yerini tutamaz. Seçim başarısız olursa ve mermi de yoksa inatçı veya yozlaşmış bir lidere ulaşmak sokağın diliyle mümkündür. Sanal siyaset diğer sanal şeyler gibi gerçekdışıdır. Gerçeğin siyaseti yüzyıllardır değişmemiştir. Bu forumun, meydanın, pazar yerinin siyasetidir.

İngiltere’de Trafalgar Meydanı yıllardır siyasi gösterilere kapatıldı bunun yerine belediye başkanını yükseltecek ticari gösteri ve oyunlara bırakıldı. Erdoğan da böyle bir şeyi uygun görürdü.

Tüm iktidarlar meydanlardan korkar, çünkü tüm meydanlar kalabalıkları sever. Elias Canetti’ye göre kalabalıklar birbirinden çok farklı heyecanların izdihamıdır: öfke, mücadele, kaçma, rahatsız etme, öldürme, arzulama, hayran olma: “Çıplak kalabalığa her şey bir Bastille Meydanı gibi görünür.” demiştir. Freud’a göre bunlar yersiz korkuların oluşturdukları ve “tarihi sarsıntılardır.” Yazar James Surowiecki’ye göre ise kalabalıklar bireylerin aksine, safi kolektif bilgeliğe erişmişlerdir.

Bir tek şeyden eminim ki o da kalabalıkların sonsuza dek süreceği. Siyasetin toplantılardan ve meclisten ayrı kalabileceği fikri delice bir fikirdir.

Barbara Ehrenreich’in uyanışçı “Sokaklarda Dans” adlı çalışması, “devletin ve iş dünyasının ezici gücüne rağmen tek güç kaynağı olarak dayanışmayı” gösterir ve insanların “dayanışma neşesini” tanımlar. Ehrenreich’e göre Woodstock’tan Glastonbury’ye, Coachella’dan Burning Man’e rock müzik festivalleri, övgü toplayacak niteliktedir ve konser olmanın çok ötesine geçip yarı siyasi göçlere dönüşmüştür. Bunlar anarşik neşenin dışavurumlarıdır. İnternet ise onların eşiğinden başka bir şey değildir.

Böyle bir toplanma ustaca bir siyaset anlamına gelmez. Daha ziyade, siyaset ustalığını kaybettiğinde ve kolektif bir bilinçaltının ağına düştüğünde meydana gelir. Ekranlarda değil sokaklarda bulunur. Erdoğan Thatcher’ın kelle vergisi almak için Trafalgar’daki eylemleri dağıttığı gibi, alışveriş merkezini inşa etmek için Taksim’i temizleyebilir. Ancak bu Thatcher’a hiçbir fayda getirmedi. Sonunda Meydan kazandı.”

4- THE GUARDIAN, Timothy Garton Ash, 13.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/europe-condemn-erdogan-hubris-democracy

ERDOĞAN’I KINAYIN ANCAK KİBİRLE VEYA YANILGIYLA DEĞİL

“— Avrupa paylaştığımız değerler için direnenleri desteklemeli. Ancak Türk demokrasisinden mucize beklemeyin —

Farklı bir yıl, farklı bir ülke, farklı bir meydan. Prag’da Wencheslas, Kiev’de Bağımsızlık Meydanı, Tahran’da Azadi Meydanı, Moskova’da Kızıl Meydan, Kahire’de Tahrir Meydanı ve şimdi de İstanbul’daki Taksim Meydanı… Her meydan dünyaya totemsel fotoğraflarla ulaşır. İstanbul’da bu, -İTÜ’de akademisyen olan Ceyda Sungur- çevik kuvvet tarafından çok yakından üzerine göz yaşartıcı bomba sıkılan kırmızı elbiseli kadındı. Ulusal simgeler, bayraklar ve renkler değişiyor, – İran’da yeşil, Kiev’de turuncu, İstanbul’da kırmızı – ancak görüntünün özü aynı kalıyor. Genç, kentli, modern, muhtemelen laiklik yanlısı genç bir kadın; silahlı, kasklı ve yüzü görünmeyen bir adamın karşısında… İster Ayetullahların, ister Devlet Başkanı Vladimir Putin’in isterse padişah olmak isteyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinde olsun, bu kişi, direnişe verilen tepkinin gücünü, otoriterliği ve baskıyı temsil ediyor.

Bu barışçıl protesto görüntülerini görünce, hemen kimin tarafında olduğumuzu biliyoruz. Onları destekliyoruz. Onlar bizim halkımız, biz onların halkıyız. Televizyon ve gazetelerin resim editörlerinin seçtiği görsellerin akıl çelen gücünden ve sosyal medyanın anlık grup tercihlerinden etkilenen bizler, bir şekilde yarı bilinçli olarak bunun aynı uzun mücadele olduğunu hissediyoruz.

Bir anlamda bu duygu tamamen yanlış değil. Dünyanın her yerinde şu anda, genç, daha iyi eğitimli, çoğunlukla kentli erkekler ve kadınların oluşturduğu bir çeşit “Beşinci Uluslararası” grubu var. Bu kişiler Şanghay’dan Karakas’a, Tahran’dan Moskova’ya dünyanın her yerinde birbirlerini tanıyorlar ve ilişki kuruyorlar. 1968 kuşağı gibi, ortak noktaları var, ancak bu sefer dünyanın dört bir yanında. Bunun bir nedeni, birçok kentte ve ülkede gezmeleri, yaşamaları ve eğitim görmeleri. Burada, Berlin’de bir Türk asıllı Alman veya Alman asıllı Türk öğrenciyi izledim: Ebru Dursun protestolara katıldı, televizyon izleyicilerine sakince neler olup bittiğini ve kendisi gibi protestocuların ne istediğini mükemmel Almancasıyla anlattı.

Başka bir açıdan bu duygu bizi tehlikeli bir şekilde dalalete düşürebilir. Yukarıda saydığım meydanların her biri farklı bir anı, çok farklı bir bağlamda simgeliyor. Bu anların sonuçları da tamamen farklı oldu. Taksim Meydanı tazyikli su, göz yaşartıcı bomba ve cop kullanan polis tarafından gaddarca temizlenmeden önce burada ülkenin Alevi azınlığına mensup kişiler, “antikapitalist Müslümanlar”, üç rakip takımdan futbol taraftarları, Sufiler, anarşistler ve yoga yapanlar da vardı. Bunların hepsi bir ortak paydada birleşmişlerdi: Erdoğan’ın gelecek yıl güçlenmiş bir başkanlık sisteminde Başkan olduğu takdirde, yeni padişah olmasını engellemek.

Başbakan yurtdışına yaptığı bir geziden Türkiye’ye döndüğünde çift katlı otobüsünün üzerine çıkıp taraftarlarına bir nutuk çekti: “Buradan İstanbul’un kardeş şehirleri Saraybosna, Bakü, Beyrut, Kahire, Üsküp, Bağdat, Şam, Gazze,  Ramallah, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum.” Vay be. Birçok siyasi lider iktidarda 10 yıldan fazla kalınca kibre boyun eğer. Her zaman otoriter bir kişiliği olan Erdoğan 2011’de yeniden seçildiği günden bu yana kibirli davranıyor. Sonrasında da daha bağımsız fikirli danışmanlarını işten çıkardı. Ancak bu büyük ölçekli bir kibir. Bunun bir sonucu çoktan kesinleşti: Erdoğan iktidarda kalırsa, uluslararası itibarı asla düzelmeyecektir. “Hoşgörünün sonu”, “vandallar”, “provokatörler” ve “teröristler” hakkında atıp tutarken, Erdoğan bölgesel bir umut meşalesinden bir korku simgesine dönüştü.

Bu olayların ne olmadığı konusunda da net olmak zorundayız. Göstericilerin “Resistanbul” (Direnistanbul) şeklindeki doğaçlama pankartlarında artık “Şimdi Tahrir Taksim oldu” yazıyor. Ancak Taksim Tiananmen şöyle dursun, asla Tahrir olmadı, çünkü Türkiye bir diktatörlük değil; bir seçim demokrasisi. Ancak kesinlikle çok bozuk bir demokrasi, zira hukukun üstünlüğü erimiş, azınlık hakları yetersiz ve kitlesel medya sindirilmiş veya manipüle edilmiş durumda. Türkiye Çin’den daha fazla gazeteciyi hapse attı ancak hala bir demokrasi. Son seçimlerde Erdoğan oyların yüzde 50’sini aldı.

Erdoğan esrarengiz bir şekilde bunun bir Batı komplosu olduğunu söylüyor, ancak bu olay kesinlikle bir Batı komplosu da değil. Bizim fotoğraf makinelerimizin odaklanmasını istediğimiz protestolar Batılı ve Avrupalı değerler olarak gördüğümüz şeyleri kucaklıyor olabilirler, ancak bunlar bir Batılı veya Avrupalı politikasının sonucu olarak cereyan etmedi. 10 yıl önce Türkiye’deki insanlar hala gerçekten Türkiye’nin üyeliğine giden müzakerelerin yapılacağına dair verilen sözün Avrupa Birliği üyeliğiyle aynı şey olduğuna cidden inanırken, böyle göstergeler Avrupa’ya yönelik daha büyük bir ulusal yolculuğun bir parçası olarak görülebilirdi. Ancak şimdi AB üyeliğinin bu çekici sözüne inanç büyük ölçüde geçersiz kaldı. Dolayısıyla Türkler bu değerleri kendileri için içselleştiriyorlar ve gösterişsiz bir şekilde kucaklıyorlar, jeopolitik ya da ekonomik sonuçlara yönelik bir araç olarak değil. Bu bir anlamda iyi bir şey olarak görülebilir. Bu Türk özgürlükleri için Türk mücadelesinden başka bir şey değil.

Geçen hafta İstanbul’daki olayları yerinden takip eden, açıkgöz bir Türk siyaset gözlemcisine, Avrupalı liderlerin Taksim olaylarına nasıl tepki göstermeleri gerektiğini sordum. Bana ‘Hiçbir şey. Bunu Türklere bıraksınlar.” diye cevap verdi. O zaman ona hak vermiştim. Ancak şu an fikrim değişti. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Stefan Füle’nin başına geldiği gibi, Türk lider anında çeviri kulaklığını tam da kendisine bir mesaj verildiği sırada çıkarsa dahi, kendi halkına böyle kendini beğenmiş bir şekilde zorbalık eden Erdoğan’a karşı Avrupalı liderler düşündüklerini açıkça söylemeliler.

Ancak ortak bir noktada uzlaşmamız gerekiyor. Paylaştığımız değerleri savunan kişilerle, fotoğraflarda içgüdüsel olarak “kendimiz” olarak gördüğümüz o genç kadınlarla tam bir dayanışma örneği sergilememiz gerekiyor. Onlar arasında birkaç tanesi, aslında yılın en azından belli bir bölümünde Avrupa’da yaşadıkları ve Avrupa ülkeleri vatandaşları oldukları için zaten bir anlamda “bizi” oluşturuyorlar.

Öte yandan son seçimi bu kişilerin kazanmadıklarını ve gelecek seçimleri de muhtemelen kazanmayacaklarını kabul etmek zorundayız. Siyasi olarak gerçekçi bir sonuç şu anki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve iktidar partisi içinde artık daha ılımlı olan eğiliminin avantaj sağlayabileceğidir. Daha hakiki bir liberal demokraside dahi Türk modeli, Doğu Akdeniz’de bir Fransa Cumhuriyeti gibi olmayacaktır. En iyi ihtimalle Türk modeli çoğunluğun dini olarak İslam’ı tanıyan, bir laiklik ve demokrasi bileşimi olacaktır. Bu şekilde Türkiye Orta Doğu’nun büyük bölümü için yeniden bir mıknatıs ve Avrupa Birliği için ciddi bir aday ülke haline gelebilir. Türkiye, kısmen Taksim’de olanlar sayesinde önümüzdeki birkaç yılda bu yönde ilerlerse, o zaman biber gazına boğulan protestocuların gözyaşları boşa akmamış olacaktır.”

5- THE SPECTATOR, Claire Berlinski, İstanbul, 15.06.2013

Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8934351/turkeys-agony-the-view-from-taksim-square/

TÜRKİYE’NİN IZDIRABI

“–Erdoğan Neden Barışçıl Bir Protestoyu Şiddetli Bir Kâbusa Dönüştürdü?–

Şimdiye kadar Türkiye’nin dört bir yanına yayılan protestoların gaddar bir şekilde bastırıldığından herkesin haberi oldu. Kentin merkezi olan Taksim Meydanı’nın hemen yanında bulunan Gezi Parkı’nın AKP’nin bir başka Osmanlı tarzı Disneyland inşa projesine dönüştürülmesi kararlaştırılmıştı. Londra standartlarına göre pek parka benzemese de birkaç ağaç ve açıklık bir alandan oluşan bu park, semtte hâlâ var olan az sayıda yeşil alandan biriydi. Protestocular bu küçük sığınağı İstanbul’un kentli karmaşasına kaptırma fikrini dayanılmaz buluyordu.

Polis ağaçları kucaklayan kendi hâlindeki kişileri sürpriz bir saldırıyla dağıttı, sadistçe ve orantısız güç kullandı. Ben bunu haftalardır kendi gözlerimle görüyorum ancak açık ara en kötü saldırı, salı günü Başbakan Erdoğan’ın protestocularla yapacağı toplantıdan bir gün önce polis Taksim Meydanı’nı tekrar ele geçirmek istediğinde yaşandı.

Sürpriz saldırı sabah saat 07.30’da başladı. Kara duman meydanın çevresini çabucak sardı ve göz yaşartıcı bomba tüm semti sarmaladı. Daha sonra altı adet tazyikli su aracı geldi, bunun ardından da yeni göz yaşartıcı bombalar… Taksim’de en az altı kamera bu sahneyi canlı olarak bütün ülkeye gösterirken İstanbul Valisi Mutlu, Twitter’da “bazı protestocuların sis ve duman çıkaran maddeler kullandığını” belirtti ve şöyle konuştu: “Hepimiz bilmeliyiz ki bu kişiler polisin aşırı derecede göz yaşartıcı bomba kullandığı izlenimini vermeyi amaçlıyorlar.” Anladığım kadarıyla göz yaşartıcı bombanın varlığının tek göstergesinin yalnızca sis ve duman olmadığı Mutlu’nun aklına gelmiyor. Mutlu aynı zamanda sadece Taksim’in temizleneceğine söz vermişti. Protestoculara ve parka “asla” zarar verilmeyeceğine yemin etmişti. Ancak üç saat sonra protestocular polisin parkı yeniden ele geçirmesini önlemek için parkın çevresinde bir insan zinciri oluşturdular ancak polisler plastik mermi kullandılar, gazetecileri dövdüler ve yalnızca çok sayıda protestocuyu gözaltına almakla kalmadılar, onların avukatlarını da gözaltına aldılar. İstanbul Barosuna göre 79 avukat gözaltına alındı. Hükûmet şimdi Twitter’daki “provokatörlere” karşı bir “operasyon” düzenlediği yönünde imalarda bulunuyor ancak yaralıları tedavi eden doktorların telefon numaralarını tweet atanlar da “dezenformasyon” suçu işledikleri gerekçesiyle zaten önceden gözaltına alınmıştı. Bir Türk gazeteci savcıların istedikleri her cep telefonuna el koymalarını da kapsayan bir karar çıkarttırdıkları haberini yaptı. Bunu henüz teyit edebilmiş değilim ancak böyle bir şey doğruysa buna kesinlikle şaşırmam.

Ancak bu henüz başlangıçtı. Sakin geçen bir öğleden sonranın ardından 30.000 kişi Taksim Meydanı’na geri döndü. Sonuçta bu her zaman onların meydanıydı ve hâlâ da öyle. Polis onlara daha da fena bir saldırıyla cevap verdi, dev kalabalığı göz yaşartıcı bomba bulutuna ve ses bombasına boğdu. Öğrencilerin, seyyar satıcıların, kadınların da aralarında olduğu korkmuş ve nefesi kesilmiş kalabalık yan sokaklara kaçtı. Ebeveynler küçük çocuklarından ayrılmak zorunda kaldılar. Polis Türk bayrağı sallayan, tekerlekli sandalyedeki bir adama tazyikli su sıktı.

Kollarında kan grupları yazan gönüllüler yaralıları eğreti bir revire taşıdılar. Aşırılık yanlısı fırsatçı çeteler (parktaki barışçıl göstericilere pek benzemeyen) sloganlar eşliğinde polise Haliç’e açılan sokaklarda sataştılar. Yabancı muhabirler bu olayı son zamanlardaki en kötü anıları olarak tanımladılar.

15 gündür süren çatışmalarda dört ölü teyit edildi, birçok kişi ciddi beyin hasarı geçirdi ve en az 10 gencin plastik merminin hedefi olması nedeniyle gözleri çıktı. Yaralı haberleri hızla geliyor ancak sayıyı teyit etmek zor. Türk İnsan Hakları Derneği hastane raporlarına bağlı olarak yaralı sayısını 5.000 olarak veriyor. Ancak yaralanan herkesin hastaneye gitmediğini de akılda tutmak gerekir.

Üstelik birçok doktor muhtemelen devlet baskısı altında olduğundan “polisle çatışmaları” yaralanma nedeni olarak kaydetmiyor, bunun yerine doktor raporlarında kurbanın “kaza geçirdiği” yazıyor. Ancak mahallemdeki (Taksim’e yakın) hastanelerin kayıtlarını elde ettim ve okuduklarımdan buz kestim: Her hastane yüzlerce yaralanma olayını kaydetmişti. Raporlar sayfalarca sürüyordu ve doktorlar bunların “kaza” olmadığı konusundan emindiler.

Belki olayların şimdiye kadarki en acı verici kısmı Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda saldırılar arasında yaşanan sessiz birkaç gün boyunca tadı çıkarılan barış anlarıydı. Kentin gerçek hâlini çok kısa bir süre için de olsa gördüğümüz bu andı.

Geçtiğimiz cuma günü de Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarıyla durumu alevlendirmeye yönelik gayretli girişimine rağmen barışçıl havada geçti. Öyleki İstanbul Borsası Erdoğan’ın ağzından çıkan her sözle alt üst oldu. Özellikle bir konuşması borsanın yüzde 7,5 oranında düşmesine sebep oldu. (Bu konuşmanın ulusun gayrisafi yurtiçi hasılasına maliyetini hesaplamayı matematikçilere bırakıyorum.)

Bununla beraber bir şekilde saldırıları durdurma talimatı yukarıdan geliyor gibi görünüyordu. Ama hiç kimse bunun kaynağını bilmiyor. Birkaç gün önce Tanrı’ya şükür ki Erdoğan çok acil bir Kuzey Afrika gezisine çıkarak ülkeden kaçmıştı ve ülkeden ayrılışının üstünden birkaç saat geçtiği anda polis Taksim’den çekilmişti.

Cuma günü Taksim ve Gezi Parkı’nda gezindim ve İstanbul’da yaşadığım on yıl boyunca ilk kez kendimi özgür bir ülkede gibi hissettim. Daha önce Türkiye’de böyle bir şey görmemiştim. Taksim’den sürekli geçerim ve her zaman (sivil ve üniformalı) polis kaynıyor olur.

Ancak geçtiğimiz hafta sonu buralar farklıydı ve görkemliydi, dev ve masum bir karnaval düzenlenmişti ve milliyetçi Türklerle milliyetçi Kürtler candan bir şekilde kaynaşmıştı, Mumlarla yakılan balonlar gökyüzüne salıverilmişti ve havadan gelen tek biber kokusu taze ekmeğin arasında dağıtılan acılı ızgara köfteden geliyordu.

Protestocuların kin duydukları şeylerden biri de Başbakanın içki satışlarını kısıtlayacak yeni yasaları geçirmeye yönelik buyurgan girişimleriydi. Buna karşı özel bir isyan göstergesi olarak girişimci protestocular veya girişimci Türkler buz gibi bira sattılar. Bu biralar 1970’li yıllarda sokakları kana bulayarak 1980 darbesine neden olan silahlı çatışmalara giren komünistler ve sağcılar tarafından paylaşıldı.

Parkta sendikacılar, doktorlar, beyaz yakalı çalışanlar ve daha çok da üniversiteliler, eşcinseller, Aleviler, Sufiler ve yogacılar vardı. Hükûmetle dalga geçen doğaçlama dokundurmalar da mevcuttu. Bunların bazıları çok komikti ancak kültürel ve dilsel olarak İngilizceye çevrilmesi olanaksız. Doğaçlama dans edenler vardı. Parkın kurtulması için herkes zıpladı. Ücretsiz kitap ödünç verilen bir kütüphane kuruldu ve birçok kişi koyu renk giyinen, komşuların ne diyeceği konusunda aşırı derecede endişelenen ve ciddi kişiler olan İstanbulluların pek yapmadığı şekilde aptalca ve kaygısızca gülümsüyordu.

Glastonbury müzik festivalinin esrarsız versiyonu gibiydi. Bu çocuklar Wall Street’i İşgal Edin hareketindeki kalabalığa benzemiyorlardı, siyasi olarak ne yaptıkları konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Broşür dağıtmıyorlardı, Saul Alinsky’nin kim olduğunu bilmiyorlardı, sokakları tuvalet olarak kullanmıyorlardı. Herkes mutluydu ve canının istediğini yapıyordu. Böylece Türkiye’nin sürekli halkını izleyen ve dinleyen, sürekli halkına müdahale eden devletinin halktan elini çektiğinde nasıl olacağını bir kereliğine de olsa görmüş oldum.

Ancak salı gecesi itibarıyla o aptal, masum ağaç kucaklayıcılarının çoğu hastanelik edilmişti ve yaralı sayısı çok yüksek. Bunların en kötü yanı ise hiç kimsenin bunun niye olduğunu anlayamaması. Erdoğan protestoların kendisine karşı “finansal kurumlar, faiz lobisi ve medya grupları” olarak tanımladığı dış mihraklar ve teröristler tarafından bir komplo olduğu yönündeki ısrarını artırdı. AKP’li yetkililer halkın önünde Erdoğan’a bir iç savaş mı başlatmaya çalıştığını soruyorlar.

Çarşamba sabahı Taksim Meydanı’nda rahatsız edici bir sükûnet vardı ancak İstanbul bir “evet” kenti değildi artık ve hiç olmayacaktı. Yeniden “yok” kentine dönüşmüştü.”

6-THE ECONOMIST, 15.06.2013

Orijinali: http://www.economist.com/news/europe/21579487-prime-minister-chooses-toughness-over-talk-consequences-turkey-could-be-seriously?zid=307&ah=5e80419d1bc9821ebe173f4f0f060a07

TÜRKİYE’NİN AYAKLANMASI: YÜZLEŞMEYE GİRMEK

“— Başbakan iletişim yerine katı tavırlılığı tercih ediyor. Bunun Türkiye için ciddi anlamda zarar verici sonuçları olabilir —

“Başbakan ser konuşuyor diyorlar. Eğer buna sertlik diyorsanız, üzgünüm ama bu Tayyip Erdoğan değişmez.” Türkiye Başbakanı’nın kendi parti temsilcilerine 11 Haziran’da kullandığı bu iddialı ifade, çevik kuvvetin Taksim Meydanı’nda protestocularla şiddetli bir şekilde çatıştığı sırada söylendi. Meydanı temizlemeye yönelik talimatın nereden geldiği bu sözlerle ortaya çıkmış oldu.

Türkiye’deki karmaşa 31 Mayıs’tan bu yana devam ediyor. Erdoğan Gezi Parkı’nı yıkıp yerine bir alışveriş merkezi ve rezidans dikme yönündeki tartışmalı planını daha önce geri çekseydi, protestolar çoktan, kısa süre içinde dinmiş olacaktı. Bunun yerine inatçı Başbakan on binlerce genç kişiyi kızdıran, kışkırtıcı söylemini püskürtmeye devam etti. Erdoğan ancak 12 Haziran’da biraz yumuşayarak Gezi Parkı planının İstanbul çapında bir referanduma tabi tutulabileceğini belirtti.

Muhalifleri Erdoğan’ın Türkiye’nin müdahaleci ordusunun gücünü elinden yalnızca polise teslim etmek için aldığını söylüyorlar. Erdoğan’ın müttefikleri bile onun hala ülkenin en popüler siyasetçisi olmasına karşın ülkeyi yönetme konusunda hala uygun kişi olup olmadığından şüphelenmeye başladılar. Polis gaddarlığının yaşandığı sahneler İslam dünyası için uzun süre boyunca rol modeli olarak görülen bir ülkenin imajına leke sürdü. Türkiye konusunda çalışan Oxford Üniversitesi’nde akademisyen Kerem Öktem, Erdoğan’ın devrilmesinden önceki dönemde Hüsnü Mübarek’e gittikçe daha çok benzediğini belirtiyor.

Erdoğan 12 Haziran’da protestocularla buluştuğunda bir umut ışığı doğdu. Ancak görüşmeden tam bir gün önce polisin meydana saldırması insanları kızdırdı. Radikal solcular Taksim Anıtı’na ve çevredeki binalara dev afişler asarak hükümetin otoritesine açık bir şekilde isyan ettiler. Yakılmış kamyonetlere ve uzun duvarlar küfürlü grafitiler yazılmıştı: “Türkiye’den Yunanistan’a, “kahrolası” polis.”

Polis protestoculara dağılmalarını söyleyince bir grup provokatör Molotof kokteyli ve taş atmaya başladılar. Cevap tazyikli su ve göz yaşartıcı bombalarla geldi. Hatta gaz bombaları direkt insanların üzerine atıldı. İstanbul Valisi’nin parka dokunulmayacağı yönündeki taahhüdüne karşın polis parka da daldı.

Hayra yorulamayacak bir tavır değişikliğiyle Erdoğan parkın 24 saat içinde boşaltılmasını, aksi takdirde zorla boşaltılacağını açıkladı. Türkiye’nin Amerikalı ve Avrupalı dostları seslerini daha çok yükselterek ortalığı yatıştırma çağrısında bulunsalar da, Erdoğan hala çatışmaya kararlı görünüyor. Erdoğan yalnızca protestocuları çapulcu ve ayyaş olarak aşağılamıyor (Osmanlı döneminden kalma bir camiide bira içtiklerini ve cinsel ilişkiye girdiklerini bile ileri sürdü), aynı zamanda öfkesini dış basına da yöneltiyor. İki Kanadalı gazeteci bu yüzden kısa bir süre tutuklu kaldı. Erdoğan’a göre Taksim Meydanı’nda yaşanan olaylara dair yapılan “abartılı” haberler, dış mihrakların Türkiye’nin borçlanma maliyetlerini artırarak ülkeyi karıştırmaya yönelik küresel bir komplonun parçası.  Bu güya ekonomiyi küçültecek ve bununla birlikte Erdoğan’ı devirecek. Hükümet yanlısı gazeteler bu komploda İsrail ve Yahudilerin oynadığı rolü anlatan öykülerle dolu. Bir AK Partili esas problem “Başbakanın bunlara inanıyor” olması diyor.

Aslında protestocular etiketlenmek istemiyorlar. Aralarında çevreciler, eşcinseller, anarşistler, Kürtler, Aleviler ve çok sayıda kadın var. Neredeyse hepsi Erdoğan’ın kendi toplumsal muhafazakarlığına dayalı dünya görüşünü ülkeye dayatma girişimlerinden ve AK Parti’ye hiçbir zaman oy vermemiş Türk seçmenlerin yarısının pek kale alınmamasından bıkmış. CHP’li milletvekili Aykan Erdemir “Bunlar kolektif haklardan ziyade bireysel özgürlükler için sokaklara dökülen ilk nesil.” diyor.

Erdoğan’ın kavgacı tarzı daha önce ordu ve yargıyla girdiği mücadelelerde işine yaramıştı. Geçtiğimiz hafta dindarların Türkiye’nin laik yöneticileri tarafından nasıl zamanında zulme uğradığını anlatan kışkırtıcı konuşmalar yaptı. Boston Üniversitesi’nde antropolog olarak çalışan Jenny White şöyle diyor: “Erdoğan’ın soğukkanlılığını kaybettiğini ve körlemesine tepki verdiğini düşünenler bu çatışmanın Erdoğan’ın protestoları bir an önce ve bir kerede sona erdirmeye yönelik pragmatik stratejisi olduğunu göz önünde bulundurmalı.”

Ancak bu işe yarayacak mı? Erdoğan’ın devam eden popülaritesinin bir nedeni de ekonomiyi başarılı şekilde yönetmesi. Kutuplaştırıcı taktikleri onun tabanını harekete geçirebilir, ancak ekonomik görünüm zaten pek parlak değilken, görünüşe bakılırsa yatırımcıları korkutuyor. Ayrıca bu cesaret gösterisinin ardında bir gelecek korkusu yatıyor.

Erdoğan Ağustos 2014’te Türkiye Cumhurbaşkanı olmak istiyor. Taksim olaylarına kadar bu göreve geleceğinden emindi. Ancak şimdi AK Parti’yi birlikte kurduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu görevde ikinci dönemini yaşamak istediğine teşvik olmuş olabilir. Gül’ün kriz boyunca süren uzlaşmacı tavırları ona duyulan desteği artırdı. Ancak demokrat olduğu kadar Müslüman da olan Gül, Erdoğan’ın tartışmalı içki satışı ve tüketimini yasaklayan kanun tasarısını onaylayarak yasalaştırdı.

Birçok şeyin geleceği, önümüzdeki Mart ayında yapılacak yerel seçimlere bağlı. AK Parti bu seçimlerde kötü sonuç alırsa, bazı parti üyeleri Gül’e başvurabilir. Her halükarda Erdoğan’ın uzun süredir sözünü verdiği yeni anayasayla ilerleme ihtimali artık çok zayıf görünüyor. Bu onun Kürtlerle barış görüşmelerini de tehlikeye sokabilir. Suriye’deki çatışmanın Türkiye’ye sıçraması yönündeki tehdit de endişe kaynağı olmaya devam ediyor. Türklerin çoğu Reyhanlı’da geçen ay 52 kişinin hayatına mal olan çifte bombalı saldırıdan Erdoğan’ın Suriyeli isyancılara aleni desteğini sorumlu tutuyor.

Bazı kişiler Erdoğan’ın maço duruşunun arkasında bir paniğin ipucunu saptadılar, bu da durumu daha da kötüleştirebilir. Erdoğan neden bu hafta sonu Ankara ve İstanbul’da mitingler planlıyor ve hangi mesajları verecek? Taraftarları Erdoğan’ı 6 Haziran’da Kuzey Afrika’dan dönüşünde karşıladıklarında ona “Yol ver Taksim’i ezelim” ve “Azınlık sabrımızı taşırma” şeklinde tezahürat yapmışlardı. White’ın uyardığı gibi “Erdoğan ellerine bir sopa almalarını sağlar ve onlara gidecekleri yolu gösterecek işareti verirse, Tahrir Meydanı’nda ortaya çıkıveren canilere dönüşecekler.”

7-THE INDEPENDENT ON SUNDAY, Joan Smith, 16.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/comment/turkey-protests-government-fury-at-istanbul-protests-exposes-an-authoritarian-regime-8660309

ERDOĞAN’IN KÜÇÜMSEMESİ AÇIKÇA GÖRÜLEBİLİYOR

“–Hükûmetin İstanbul Protestolarına Öfkesi Otoriter Bir Rejimi İfşa Ediyor–

Cuma gününün erken saatlerinde Türk hükûmeti karar değiştirdi. İstanbul’da bir parkı işgal eden protestocularla olabilecek bir çatışmanın neticesiyle ilgili bir sürü gürültü çıkardıktan sonra Başbakan birdenbire görüşme önerisinde bulundu. Beş kişi öldükten ve 5.000 kişi yaralandıktan sonra Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı’nın bir bölümünü alışveriş merkezine dönüştürme planlarını mahkeme kararı açıklanıncaya kadar askıya almayı kabul etti. Bu da hükûmetinin taktiklerinin Avrupa Parlamentosunda kınanmasına neden olan endişe verici durumu yatıştırdı.

Ancak bu, kesinlikle Erdoğan’ın sorunlarının sonunu getirmedi. İstanbul’un geriye kalan birkaç yeşil alanından birini koruma amaçlı bir protesto olarak başlayan olaylar apaçık şekilde otoriter hâle gelen bir hükûmete karşı öfkenin odak noktasına dönüştü. Gazeteciler bu eylemlerin ön sıralarındaydı ve geçen yıl dünya genelinde hapiste tutulan gazetecilerin beşte birinde fazlası Türkiye hapishanelerindeydi. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu yılın başlarında düzenlenen ortak bir basın toplantısında gazetecilerin hapiste olması konusunu dile getirmesinin ardından Erdoğan, yalnızca birkaç gazetecinin tutuklu olduğunu söyleyerek ona çıkıştı. Erdoğan “Onlar gazetecilik çalışmaları nedeniyle hapse atılmadılar.” diyerek bu gazetecileri darbe planlamak, yasa dışı silahlara sahip olmak veya terör örgütlerine çalışmakla suçladı.

Bu söylem, anlaşmazlıkların meşru yollarla ifade edilmesiyle düzenli olarak alay eden bir siyasetçi için tipiktir. Erdoğan’ın dili tahrikkâr ve paranoya belirtileri taşıyor.  Erdoğan kürtajları sivillere hava saldırılarıyla karşılaştırmış ve bunu “ülkeyi dünya sahnesinden indirmeye yönelik alçak bir plan” olarak tanımlamıştır. Erdoğan sezaryenle yapılan doğumlara bile öfkelenmektedir. Her kadının en az üç, tercihen beş çocuk doğurması gerektiğini söylemekte, Türkiye’nin çok önemli aile içi şiddet sorununu hafife almakta ve 2002-2009 yılları arasında “namus” cinayetlerinin 14 katına çıkmasıyla ilgili kanıtları reddetmektedir.

Ancak Ankara ve İstanbul gibi kentlerde, azımsanmayacak sayıda modern, eğitimli, haklarını güçlü bir şekilde savunan kadın ve erkek bulunmaktadır. Milyonlarca kişi Erdoğan’ın kendi dinî görüşlerini demokratik yetkilerini epey aşacak şekilde topluma dayattığını düşünüyor. Bu kişiler bir caminin 100 metre yakınında içki satışını yasaklayan yeni yasadan bahsediyorlar. Bu yasak şimdi daha da etkili çünkü Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde 17.000 yeni cami inşa edildi. Bu kişiler “dindar bir nesil yetiştirme” sözünden hoşlanmıyor, özellikle de Erdoğan’ın AK Partisine mensup bir yetkilinin geçenlerde ateistlerin “yok edilmesi gerektiği” yönünde bir Twitter mesajı atmasından sonra.

Modern dünyada mantıklı insanların böyle kısıtlamalara hoşgörüyle yaklaşmasının da bir sınırı vardır. Geçen birkaç hafta içinde Türkiye’nin epey hoşgörüsüz Başbakanı, rıza almaksızın yönetmeye çalışmanın sınırlarını keşfetmiştir.”

8- THE GUARDIAN, Ahmet Davutoğlu, 17.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/16/protests-represent-turkey-democracy-akp

BİZ TÜRKİYE’NİN TÜMÜNÜ TEMSİL EDİYORUZ

“–Hükûmetimiz Birinci Sınıf Bir Demokrasi İnşa Etmiştir ve Barışçıl Protestolara İzin Vermek Başarımızın Yansımasıdır–

İstanbul’daki Gezi Parkı olayları konusunda çok şey söylendi ancak bu olayları tamamen anlamak için daha geniş bir perspektiften bakmak şart.

Öncelikle Türkiye’de demokrasi açığı olduğunu iddia etmek yanlıştır. AK Partinin iktidara geldiği andan bu yana biz toplumun tüm kesimlerinin temel haklarını kullandıkları, istikrarlı ve adil bir sistem kurmak için çabaladık. Bu kolay olmadı; çok büyük engelleri aşmak zorunda kaldık. Bunlar arasında birçok başarısız darbe girişimi, partiyi ve liderlerini ortadan kaldırmak için siyasileştirilmiş yargı girişimleri de vardı. Bu sorunların üstesinden gelirken demokratik ilkeleri sıkı şekilde kucakladık, kamuoyunun bilgeliğine bel bağladık ve hukuk içinde hareket ettik. Kendimizi ülkenin iktidarı olarak değil, halkın seçtiği ve halka hizmet eden demokrasinin hizmetkârları olarak gördük.

Partimiz fikir ve inançların çeşitliliğini takdir eder çünkü bize kılavuzluk eden onlardır. Yönetimimize izin veren yurttaşlarımızın gücüdür. Bu, partinin birbiri ardına seçim zaferleri kazanmasının temel nedenidir.

İkincisi, başarımız sandığın ötesine geçiyor. Gerçekten tüm barışçıl protestolar demokratik katılım ve müzakereyi artırma başarımızı yansıtmaktadır. Ben kesinlikle inanıyorum ki başta genç kuşaklar olmak üzere daha çok kişinin siyasete müdahil olması muhtemelen gerçek bir demokrasi kültürünün sürmesini sağlayacaktır.

Siyasi katılım ve muhalefetin bir tehdit değil, demokrasinin ilerici bir aracı olduğunu düşünüyoruz. 2002’den bu yana Türkiye bunun birçok somut örneğini gördü. Aydınlar, halka mal olmuş kişiler ve gençlerle demokratikleşme, Kürt sorunu ve azınlık meselelerine ilişkin çalıştaylar ve müzakereler gerçekleştirildi. Gezi Parkı konusunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve protestocuların temsilcileri arasında gerçekleşen toplantının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu temsilcileri protestoların başından bu yana birçok kez toplantıya çağırdı ve parka ilişkin düzenleme planını referanduma götürmeyi teklif etti.

Üçüncüsü, barışçıl protestoları demokratik bir sistemin parçası olarak görmemize karşın bu ilke ile kamu düzeninin korunması arasında ortak noktada buluşmamız da gerekmektedir. Protestolar hükûmetin parkın yeniden düzenlenmesine karşı barışçıl bir çevre eylemi olarak başlamıştı. Ne yazık ki şiddet ve aşırılık yanlısı gruplar onların taleplerini gasp ettiler. Hiçbir demokratik hükûmet yasa dışı veya gayrimeşru bir grubun kamu düzenini altüst etmesine, polise saldırmasına ve mülklere zarar vermesine izin vermez. Ancak protestoculara karşı güç kullanımında bazı hatalar yapıldı ve hükûmet bundan dolayı üzüntüsünü ifade etti. Bu konuda soruşturmalar yolda ve sorumlular bunun hesabını vermeye başladılar.

İlginç bir şekilde yalnızca bazı kışkırtıcıların AK Partiye karşı olması nedeniyle medya kuruluşlarının çoğu onların şiddetini görmezden geldi ve onları demokrasi yanlısı gruplar olarak bile betimledi. Bu yüzden Gezi protestolarının Türkiye’nin birinci sınıf demokratik ekonomiler seviyesine yükselmesi konusunda birtakım şüpheler uyandırmak için suiistimal edildiğini düşünüyoruz. Bununla beraber Reyhanlı’da yakın geçmişte yaşanan terör saldırısı medyada çok az yer aldı.

Biz toplumun büyük bölümünün desteğiyle seçildik ancak tüm ulusun iradesini temsil ediyoruz ve buna cevap veriyoruz. Demokrasi katılım, danışma ve fikir birliği kurmak demektir. Gezi Parkı ile yükselen talepleri duyduğumuz kadar bu hafta sonu parti mitinglerimizi dolduran yüz binlerce kişinin sesini de duyuyoruz.

Seçilmiş bir hükûmeti değiştirmenin tek yolu seçimlerdir. Partimiz, birinci sınıf bir demokrasi inşa etti ve biz buna büyük değer veriyoruz. Türkiye’de hükûmetler 1950 yılından bu yana dört kez siyasi alanın dışında kalan güçler tarafından devrildi. Biz halkın iradesini temsil ediyoruz ve siyasi iktidarımız tüm vatandaşlarımızın iktidarıdır.”

9- THE GUARDIAN, Richard Seymour, Sadece İnternet Sitesinde Yayımlanmıştır, 18.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/18/turkey-standing-man

TÜRKİYE’NİN “DURAN ADAMI” PASİF DİRENİŞİN BİR DEVLETİ NASIL SALLAYABİLECEĞİNİ GÖSTERİYOR

“–Türk Hükûmeti Erdem Gündüz’ün Ağırbaşlı İsyanının Kendi Bunaltıcı Gücüyle Denk Hâle Gelmesinden Sonra Panik Yapmakta Çok Haklı–

Erdem Gündüz bir efsane. Ve bu statüyü kazanması sadece ayakta durarak oldu. Sol-Kemalist siyasi görüşe sahip performans sanatçısı Gündüz, pazartesi günü saat 18.00’de Taksim Meydanı’nda ayakta durmaya başladı. Saat 02.00’ye kadar polisin gaddarlığına karşı sessiz, inatçı ve ağırbaşlı eylemini sürdürdü. Sağlık Bakanı polisin yaraladığı protestocuları tedavi eden sağlık personelinin lisanslarını ellerinden almakla tehdit edecek kadar ileri gitti.

“Duran adam” pasif direniş geleneğinin bazı özelliklerini içinde barındırıyor. Hükûmetin bunaltıcı gücüyle başa çıkabilen, kararlı ancak pasif bir isyanın bazen inatçı rejimlerin ölüm çanı hâline gelebildiğini gösteriyor. İkincisi, pasif direniş tamamen sembolik değil, yöneticilerin hesaplarını altüst ediyor. Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’yı istila ettiğinde bir kısım direnişçi sokak tabelalarını boyamış ve gizemli bir şekilde altyapının işleyişini durdurmuşlardı.

Gündüz’ün protestosu otoriteler için de bir hakaret ve soru niteliği taşıyordu: Onu dövsek mi? Neden, sadece orada duruyor. Peki orada bıraksak mı? Ama o zaman kazanmış olmaz mı?

Gündüz’ün ne yaptığını anlayanlar da ona sadece Taksim’de değil, Ankara’da, İzmir’de, ülkenin dört bir yanında katılmaya başladılar. Türk Devleti panik yapmakta çok haklı.

Sosyal medya, protesto konuları, sloganları ve taktiklerinin virüs gibi yayılmasını sağlıyor. Daha önceki “Twitter devrimlerinin” aksine, Türkiye’de sosyal medyaya halk kitlesel olarak erişiyor. New York Üniversitesine göre sadece bir günde, 28 Mayıs’ta protestoları haber veren 2 milyon tweet gönderilmiş. Paniğe kapılan devletin hakikat ve yalancılık konusunda tekelini yeniden inşa etme girişimi bundan dolayıdır.

Gündüz’ün sessiz protestosunun yansıttığı başka bir neden de hükûmetin protestolara cevabı olabilir. Zira hükûmet protestoları “istediğiniz kadar şikâyet edin, biz kararımızı verdik” şeklinde cevap vererek dağıtmıştı ve daha sonra şiddet gösterisiyle protestoları bastırmaya çalışmıştı. Bu öyle bir şok yarattı ki ulusal düzeyde bir isyana yol açtı. Daha sonra hükûmet günah keçileri aramaya başladı. Protestocuları “terörist”, “ayyaş” “Twitter’cı” olarak tanımlayan Erdoğan protestoların başlama nedenleri arasında bir tek hükûmet politikalarını saymadı.

Ancak Başbakan’ın İstanbul mitinginde de tekrarladığı gibi asıl tema, protestocuların Türk olmadığıydı. Hükûmete göre bu protesto dış kaynaklı ve uluslararası medyanın manipüle edilmesiyle ilişkili bir komplo teorisinin parçası. Hükûmet gerçek Türk ulusunun akşamları tencere-tava çalmadığını düşünüyor. Ancak YouTube’deki protesto videoları izlendiğinde görülecektir ki Türk polisi tarafından sokaklarda avlanan ve şaşırtıcı derecede çok biber gazı yiyen protestocular küçük Türk bayrakları da sallıyorlardır. Dalgın bir şekilde Atatürk’ün resmi önünde duran Gündüz’ün Türk olmaya dair farklı bir fikri var gibi görünüyor.

Bu devlet şiddetiyle doğrudan ilişkili bir konu. Bu protestoları bir arada tutan itici güç elbette devlet şiddetiydi. Protestolar birçok açıdan devletin zayıf yanıydı. AKP’nin 2002’den bu yana artan oy oranıyla kazandığı seçimlere ve devlet aygıtlarındaki düşmanlarına karşı verdiği, büyük ölçüde başarılı olan mücadelesine karşın kendi yükselişini pekiştirebilecek nitelikteki halk konsensüsünü asla elde edemedi.

Daha istikrarlı rejimler şiddeti ve baskıyı kendi iktidarlarını muhafaza edecek şekilde kullanabilirler. Bu hükûmet kendisi için varoluşsal bir kriz yaratmaksızın bunu başaramadı. Ulusal birliğin sembollerine karşı hükûmetin verdiği savaş ve protestocuları “ötekileştirme” girişimi bunun belirtileri.

Devlet şiddetinin hükûmetin geçerliliği hakkında derin sorulara yol açtığı söylenebilir. Polis şiddeti ayaklanmayı bastıramazsa ne bastıracak? Hükûmet bazı protestocu gruplarıyla gergin görüşmeler yapıyor ve Gezi Parkı konusunda gönülsüzce taviz verdi. Ancak protestolar artık yalnızca Gezi Parkı konusunda yapılmıyor ki… Umutsuzluğa düşen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da geçtiğimiz günlerde protestoculara karşı silahlı kuvvetleri salıverme tehdidinde bulundu.

Bu kendi meşruiyetini ve kurumsal yetkisini eski askerî seçkinlere ve özellikle de “derin devlete” karşı savaş açmak üzerine kuran bir hükûmet için sendeleyen bir adım olacaktır. AKP’nin eski düşmanlarının protestoları bastırmak için yeniden doğmalarını sağlayacaktır. Üstelik hükûmetin böyle bir durumda hayatta kalıp kalamayacağı da ucu açık bir sorudur.

Gündüz’ün dokunaklı ve hareketsiz protestosu Türkiye’deki rejimin büyük bir tehlike altına girmesinin simgesidir.”

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.

Orta Doğu uzmanı köşe yazarı Patrick Cockburn’den Türkiye protestoları analizi…

THE INDEPENDENT ON SUNDAY, Patrick Cockburn, “World View” Köşesi, 09.06.2013

Orijinali:  http://www.independent.co.uk/voices/comment/erdogans-mishandling-of-protests-has-exposed-the-myth-of-a-stable-turkey-8650706.html

ERDOĞAN’IN PROTESTOLARI İYİ İDARE EDEMEMESİ, İSTİKRARLI BİR TÜRKİYE MASALINI İFŞA ETTİ

 “— Başbakanın ülke içindeki ve düşmanlarla olan kargaşaya karşılık verememesi “yeni bir Osmanlı imparatorluğu” konusundaki lakırdıları saçma hale getirdi —

     Türk hükümetinin Taksim Meydanı’ndaki çınar ağaçlarını koruma amaçlı küçük bir gösteri olarak başlayan ve şimdiye kadar meydana gelen en büyük ve en yaygın halk protestosuna dönüşen protestolara karşı attığı yanlış adımlar komedi gibi. Görsel ve sosyal medyada gösterildiği üzere Türk güvenlik güçleri barışçıl protestoculara tazyikli su ve biber gazıyla saldırmakla yine klasik bir hata yaptılar. Kalabalıkları kızdırmak ve kışkırtmak için yeterince şiddet kullanıldı.

     Televizyonların acımasız davranan güvenlik güçlerini sansürlediği veya gazeteci ve medya sahiplerinin korkutulduğu bir zaman vardı. Ancak insanların yerli ve yabancı olmak üzere birden çok televizyon kanalı izleyebildiği günümüzde bu mekanizmalar artık pek işlemiyor.  CNN TÜRK’ün yaptığı gibi penguen belgeseli yayımlanırsa bir bilgi boşluğu oluşur ki bu boşluk protestocular tarafından hızla dolduruldu. Neler olduğunu hükümetin gözüyle anlatılırsa marjinalleşir ve görmezden gelinir.

     Başbakan Erdoğan gibi marifetli siyasetçilerin ve etrafındakilerin bu kadar kısa sürede bu kadar çok hata yapması şaşırtıcı. Erdoğan bu tuzağa nasıl düştü? Burada iktidarı çok uzun süre elinde bulunduranların kendini beğenmişliği söz konusu. Bu kişiler, tavsiyeleri reddederler ve muhaliflerini şeytanlaştırıp aşağılarlar. Bu sadece Türklere özgü bir şey değil. Aynı şey eski İngiltere Başbakanları Thatcher ve Blair’in de başına gelmişti.

     Gel gör ki, Türkiye, bu protestolar konusunda Orta Doğu devletleri arasında değildir. Türkiye ile Batı Avrupa devletleri arasında paralellik kurulmalıdır. Yabancıların Türkiye’yi anlamakta zorlanmalarının bir nedeni de siyasetin bölgedeki diğer Müslüman devletlerle benzerlik taşıdığına kanaat getirmeleridir. Türkiye’nin 1960’tan bu yana dört askeri darbe yaşadığı doğru, 1980 askeri darbesinde 450 kişi işkence altında öldü, 50 kişi idam edildi ve birçok kişi de kayboldu. En az 178.000 kişi tutuklandı ve bunların neredeyse hepsine işkence yapıldı, 64.000’i de hapse atıldı.

     Bu taraftan bakılırsa Türkiye’deki siyaset Baas Partisi ile yönetilen Irak rejimi veya Arjantin’deki cunta dönemlerini andırıyor. Ancak Türkiye Latin Amerikalı veya Orta Doğulu polis devletlerinin aksine asla seçim yapmaktan vazgeçmedi. Askeri iktidarın en etkili olduğu dönemlerde dahi Türkiye demokratik bir devlet olmaktan tamamen vazgeçmedi. Her zaman güçlü partiler seçimlere adaylıklarını koydu ve hiçbir zaman Mübarek’in Mısır’ında veya Saddam’ın Irak’ında yaptığına benzer tepeden inme bir iktidar olmadı.

     Taksim Meydanı protestolarına dair dış basın yorumlarıyla Türkiye’deki “laiklik” ve “İslam” rekabete değinilmekte. Ancak bu yazarların, söz konusu sözcüklerin Türk bağlamında ne anlama geldiğinden haberleri olmadığı çok açık. Zira Türkiye’de “laiklik” subaylar, çalışan kesim, devlet memurları, polis güçleri ve iyi eğitimli insanlar gibi geniş bir kitle tarafından benimsenen bir dini kült kadar sıkı bir inanca dayanır.

     Ancak Atatürk’ün mirasının kalbinde yatan laiklik değil, etnik toplulukları olmasa bile tüm Türk toplumsal sınıflarını cazibesiyle kendine çeken, hararetli bir milliyetçiliktir. Belki de bu yüzden Erdoğan güneydoğuda Kürtlerle 30 yıldır süren gerilla savaşını ateşkes anlaşmasına karşın sona erdirmekte bu kadar zorlanıyor.

     Taksim Meydanı protestoları ve Türkiye’nin Suriye iç savaşının içine bezdirici şekilde bu kadar çekilmesi, yeniden dirilen Türkiye’nin Orta Doğu, Balkanlar ve Karadeniz bölgesindeki eski Osmanlılık lafların sonunu getirdi.

     Bu bana her zaman Erdoğan Türkiye’sinin siyasi, askeri ve ekonomik gücünü abartmak gibi gelmiştir. “Yeni Osmanlılar” fikri Ankara’nın anlamakta geç kaldığı gizli tehlikeleri beraberinde getirmektedir.

     Öncelikle Türkiye hangi bölgede edindiği nüfuzunu hayata geçirecek? Lübnan, Suriye, Irak ve İran gibi ülkeler ki bunlar yabancı devletlerin müdahalesi için dünyadaki en tehlikeli yerler.

     Öte yandan bu günlerde “Yeni Osmanlılardan” pek de bahsedilmiyor. Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esed ve hükümetinin çabucak devrileceği yönünde oynadığı kumar boşa çıktı. Türkiye, Suriye’yle 500 mil uzunluğundaki güney sınır boyunca yayılmaya başlayan azgın bir savaşı kucağında buldu. Suriyeli liderler Erdoğan’ın Suriye rejimi konusundaki eleştirilerini Türkiye’ye uygulayarak Erdoğan’ın istifa etmesini talep ederek eğleniyor, keyiflerine bakıyorlar. Türkiye sonunda Suriye’de ABD’nin bir vekili haline geldi ki Türkiye’deki halk bundan hoşnut değil.

     Erdoğan, Beyaz Saray’a kolay erişimi konusunda kendini iyi hissediyor olabilir, ancak Tahran ve Şam’da kendine ciddi düşmanlar edindi. Bunların şu anki protestolarla ilgisi olmadığını düşünmek için bir sebep yoktur. Türkiye hem kendi Kürtleriyle hem de Irak’taki Kürtlerle İran’ın muhalefetine rağmen uyuşmakta zorlanacak.

     Türkiye bilhassa şu an Suriye ve Irak’ta patlayan mezhepsel ve etnik çatışmalara bulaşma konusunda gerekli donanımlara sahip değil. Kendi Kürt meselesini dahi çözmüş değil ve dolayısıyla yurtdışındaki mezhepsel ve etnik çatışmalarla baş edemez.

     Erdoğan’ın Taksim Meydanı protestolarıyla başa çıkmaya çalışırken yaptığı hatalar ve Türk dış politikasının başarısızlıkları telafi edilebilecek nitelikte.

     Ancak Türk devletinin zayıflıkları ve ülke içindeki siyasi bölünmelerin derinliği şu anda daha da belirgin hale gelmektedir. Gösteriler aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik başarı tarafından önceden maskelenen / gizlenen başarısızlıklarına işaret etmektedir.

     Türkiye’nin Batısındaki gece isyanları, güneyinde patlayan bombalar ve doğuda Kürtlerin yeniden huzursuzlaşması ihtimali ülke içinde ve dışında Türkiye’nin başarılı olduğu öyküsünü temelinden sarsmakta.”

*** Yukarıdaki yorumun çevirisi bana aittir.

ImagePa