Londra’nın Gezici Lezzet Durağı: Bleecker Street Burger

İngiltere’nin en sevdiğim gazetesi The Guardian’da yakın geçmişte bir makale okumuştum: “I gave it all up What is it like to quit your life and start again?” (Her şeyden vazgeçtim: eski hayatımı geride bırakmak ve her şeye yeniden başlamak nasıl bir şey?”) Bu dosyada yer verilen başarı öykülerinden biri de Bleecker Street Burger’ın kurucusu ve sahibi Zan Kaufman’a aitti. New York’lu girişimcimiz, bu şehirde bir şirketin avukatı olarak çalışıyormuş, maaşı iyiymiş ama mutsuzmuş: işi stresliymiş, çalışma saatleri uzunmuş ve katı bir hiyerarşiden muzdaripmiş. Arkadaşının ailesinin sahip olduğu ve çok sevdiği bir burgerci varmış. Buranın burgerlerini adeta “sihirli” olarak tanımlıyor. 2011’de arkadaşına pazar günleri burada çalışmayı teklif edince hayatı değişmiş. İki hafta sonra işinden istifa etmiş ve burgercide tam zamanlı çalışmaya başlamış. Pek yemek yapmaktan da anlamazmış o zamanlar. Korkumu yenen işe yönelik tutkum oldu, diyor. Bir yıl sonra sevgilisiyle evlenmek için Londra’ya yerleşmiş. Burada lokanta açacak parası yokmuş, o da elden düşme bir kamyonet almış ve 2012 yılında Bleecker Street Burger markasıyla Londra sokaklarında dolaşmaya başlamış. Markanın adı Manhattan’da en sevdiği sokaktan mirasmış. Bu arada bir parantez açmak gerekirse, bu kamyonet hikayesi bana feci halde 2014’te gösterime giren Şef / Chef filmini hatırlattı. Bu sevimli filmin ana karakteri de şef olarak çalıştığı lokantadan istifa edip eski bir karavan alıyor ve hayatı değişiyordu: Sokak mutfağı hazırladığı karavanıyla şehir şehir dolaşıp hem para kazanıyor hem de müşterilerle içli dışlı olabiliyordu. Kaufman da sokakta çalışmayı sevmiş: çünkü müşterilerden hemen geri dönüş alabiliyor ve bir mutfakta durmak yerine onlarla doğrudan ilişki kurabiliyor. Hatta müşterilerinin çoğuyla sıkı fıkı olmuş. Ama kamyonet daha sonra kalıcı standlara dönüşmüş. Bunlardan biri, Pazar günleri Doğu Londra’da kurulan Old Spitalfields Market adlı pazaryerindeki köşeleri, bir diğeri de merkez Londra’daki Southbank’te bulunan karavanları. İkisi de her gün açık. Ayrıca daha önce şu yazımda bahsettiğim Dalston Yard’da kurulan Street Feast’e de katılıyorlar.

Bleecker Burger'ın kurucusu Zan Kaufman

Bleecker Burger’ın kurucusu Zan Kaufman karavanının önünde…

Peki bu işin kötü yanları yok mu diye sorulduğunda şöyle diyor Kaufman: “Elbette var: iş hayatım ve özel hayatım birbirine karıştı, çocuk doğurma planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Buna rağmen Londra‘nın finans merkezindeki ofis çalışanlarını ellerinde kartondan kahve bardaklarıyla etrafta koşuştururken görünce ‘iyi ki onlardan biri değilim’ dedim.”

Bleecker Street, hem yeme-içme konusunda sözü epey geçen Time Out London dergisinden beş yıldız almış, hem de Burgerac lakaplı burger blogu yazarının Londra’daki en iyi 20 burger listesine girmiş. Londra’da iyi pek çok burgerci var aslında. Peki burayı farklı kılan ne? Zan Kaufman, tıpkı Vedat Milor gibi iyi yemeğin sırrı iyi malzemedir, diyor. İngiltere’nin küçük çiftliklerinden gelen, otlakta beslenmiş danaların etini kullanıyor. Bunları da güney Londra’daki Bermondsey semtinde The Butchery adlı kasaptan alıyor. Burada 40-50 gün kurutularak dinlendirilen et yoğun bir aroma kazanıyor. İşi basit tutmayı seviyorum, diyor Kaufman.

Buranın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bleecker Street Burger’ın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bence de burası pek çok kişiye göre Londra’nın en iyi burgercisi olan Patty and Bun ile yarışır. Yumuşak ve küçük bir susamlı ekmek önce karamelize ediliyor, daha sonra “az – orta arası pişmiş” (ama ben orta istedim 🙂 derecede kızarttıkları burger köftesi bunun içine konuyor. Özel bir burger sosu ve beyaz soğan da kullanılıyor. Gurme bir yer değil, mesela çizburgerlerine Mac Donalds’ın gözdesi, bence lastik tadı veren “Amerikan peyniri” koyuyorlar, ama bu bile burgerlerinin tadını bozmayı başaramamış! 🙂 Burgerac‘ın da dediği gibi burgerler hakikaten ağızda eriyor.

Burgere geell... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burgere geell… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada bir de “Angry Fries”ı, yani “Öfkeli Patates Kızartması” (!) deneme şansım oldu. Chili biberi ve küflü peynir soslu olduğu için bu adı vermişler kendisine. Hiç fena değildi, ama chili, peynir sosunu biraz bastırıyordu. Sade patates kızartmaları da gayet güzeldi bu arada.

Patates kızartması da lezzetli... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Patates kızartması da lezzetli… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada “craft” denen, Brooklyn Lager gibi artizan New York biralarını veriyorlar. Eh, daha ne olsun? 🙂 Mönüyü ve fiyatları da aşağıda görebilirsiniz:

Mönü solda görülebiliyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Mönü solda görülebiliyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eğer bir gün yolunuz Londra’ya düşerse, kesinlikle denemenizi öneririm. Şimdiden afiyet olsun! 🙂

Kendi internet sitesi: http://bleeckerburger.co.uk

İngiltere’de Göçmen Olmak…

Bugün İngiliz The Times gazetesi “Migrant Benefits” (Göçmenlerin Sağladığı Yararlar) başlıklı şahane bir başyazıya imza atmış. Yazı özetle göçmenlerin İngiltere’ye zarardan çok fayda getirdikleri ve sağcı partilerin bunu bir türlü anlamak istemedikleri temasını işliyor. Göçmenlerin ülkeye ekonomik, kültürel ve finansal yönden kazanç sağladıkları gerçeğini inkar eden popülizme siyasetçilerin karşı çıkması gerektiği fikrini savunan makale, benden (ve eminim buradaki birçok göçmenden!) tam not aldı.

The Times genelde sağcı bir gazete olarak değerlendirilir, ama The Daily Telegraph kadar körü körüne, ölümüne sağcı ve Kraliyetçi değildir. Akılcı, bağnaz olmayan bir şekilde sağ eğilimli olduğu söylenebilir. Bu gazetede yayımlanan bazı köşe yazıları neredeyse solcu bir gazete okuyormuşsunuz izlenimine kapılmanız için birebir. Hatta bu yazının da onlardan biri olduğu söylenebilir.

Burada ülkedeki göçmenleri ve onlara genel yaklaşımı anlatacak bir parantez açalım: Ülkeye daha eski dönemlerde gelmiş olan bazı göçmenler topluma entegre olmamış ya da olamamışlar, İngilizce bilmiyorlar ya da öğrenmek istemiyorlar, bazılarının işi gücü bile yok. Bu insanların bir kısmı devletin sosyal yardımlarını (işsizlik, sakatlık yardımı, sağlık yardımları, belediyelerin verdiği ücretsiz evler) iliğine kadar sömürmüşler, hala da sömürüyorlar. Örneğin belediyenin kendilerine verdiği bedava evde oturuyorlar, ama belediyeden habersiz kiracı alıp kira parasını da bir güzel ceplerine atıyorlar. Bunun sonucu olarak da onlara karşı bir önyargı, hatta nefret doğabiliyor, işe yaramayıp bir de üstüne vergilerimizi yiyorlar diye. İngiltere’deki sağcı partiler göçmen karşıtı bir görüşü yıllardır körüklüyorlar. Irkçı İngilizler “İngiltere’nin işleri İngilizlere gitsin” (British jobs for British people) diyerek bunu pekiştiriyorlar. Dolayısıyla birkaç yıldır iktidarda olan sağ eğilimli Muhafazakar Parti, Genel Başkanı ve Başbakan Cameron’ın öncülüğünde gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde oylarını artırmak için sürekli var olan vizeleri kaldırıyor ve ülkeye daha fazla göçmen girişini engellemeye çalışıyor.

Örneğin 2007’de İngiltere‘ye ilk geldiğimde var olan tam üç değişik çalışma vizesi (Yüksek Vasıflı Göçmen Programı yani Tier 1 General, Öğrencilik Sonrası Çalışma Vizesi yani Tier 1 Post Study Work ile çocuk bakıcılığı yoluyla İngilizce öğrenmeye dayalı Au pair vizesi) şu an itibarıyla kaldırılmış durumda. Artık Türk vatandaşı olarak İngiltere’ye gelmenin yolları ya Ankara Anlaşması’na başvurmak, ya İngiltere vatandaşıyla evlilik yapmak ya da Tier 2 denen şirketinizin size sponsor olmasına dayalı vize. Bunların hiçbiri yukarıda saydığım eski vizeler kadar kolay yollar değil. Ankara Anlaşması için şirket kurmanız, belli bir sermayeye sahip olmanız ve ürün ya da hizmet satmanız bekleniyor. Sponsorluk da çoğu şirketin istediği bir şey değil, çünkü bir İngiltere vatandaşını işe almak her zaman çok daha kolay. Zira şirketin sponsorluk ücretini ödemesi ve sizin başvurunuz için belgeler sunması gerekiyor.

Tekrar makaleye dönecek olursak İngiltere’ye Mart 2013-Mart 2014 döneminde göç eden kişi sayısı 243.000 ve bu rakam bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 40 oranında bir artışa işaret ediyor. Gazete buna binaen Başbakan Cameron’ın ülkedeki göçmen sayısını yılda 100.000’den aza indirme taahhüdünün gerçekçi olmadığını savunuyor.

Gazetenin dikkat çektiği bir ikinci nokta, bu yeni göçmenlerin çoğunun AB ülkesi vatandaşı ve çalışma yaşında olması. Dolayısıyla devlete ödedikleri vergi, devletten aldıkları sağlık vb. hizmetlerin maliyetinden yüksek. Yani İngiltere’ye adapte olabilmiş, İngilizce bilen, çalışan göçmenlerle diğerlerini aynı kefeye koymamak gerekiyor. Bu basit denklemi kurmak herhalde bazı insanların, partilerin ve siyasetçilerin işine gelmiyor. Üstelik, diyor The Times, göçmenlik karşıtı politikalar güdüyorsunuz ama İspanya çoğu emekli olup oraya yerleşen 700.000 İngilizi istemiyorum dese ne yapacaksınız?

The Times’a göre toplumda kanaat önderi olarak görev yapan İngiliz siyasetçilere burada düşen görev, göçmenlerin İngilizleri işlerinden ettiği efsanesini yalanlamak, zira bu doğru değil. Tam tersi göçmenler işgücü piyasasındaki boşlukları dolduruyorlar. Göçmenleri istemiyorum diyenlere sorum şu: kim çalışacak o zaman fast-food lokantalarında, kim dağıtacak bedava dergilerinizi, kim servis yapacak lokantada masanıza, kim dizecek markette rafları, kim kaldıracak trenleri? İngiltere doğumlu, beyaz İngilizler yapmak ister mi bu işleri? Genelde hayır. Ya da Noel, Paskalya gibi dini bayramlar döneminde çalışır mı Hristiyan İngilizler? Yatıp kalkıp Müslüman göçmenlere dua etsinler, Noel döneminde çalışmaya gönüllü olarak dükkanları ve marketleri açık tutabildikleri için. Hintlilere de dua etsinler, marketler kapandıktan sonra gece geç saatlere kadar bakkallarını açık tuttukları için. Aslında bu sadece istemekle de ilgili değil, İngiltere doğumlu İngilizler bazı işlerin nasıl yapılacağını da bilmiyorlar. Mesela burada musluk tamircileri hep Polonyalı, inşaat işçileri, badanacılar hep yabancı. Türkiye’ye göre çok da iyi para kazanıyorlar.
Göçmenlerin topluma ekonomik fayda dışında dilsel ve kültürel çeşitliliği de getirdiği aşikar. Bu çeşitliliği kabullenmenin sağladığı demokratik ortam paha biçilemez.
Toparlayacak olursak gazetenin dediği gibi göç İngiltere siyasetinin en büyük meselesi haline gelmiş olabilir. Ama göçmenlerin artıları ve eksileri teraziye konduğunda artı kefesinin ağır bastığını görmek çok zor değil.
Bu tezi savunan “I Am An Immigrant” yani “Ben Bir Göçmenim” adlı sosyal reklam kampanyası da son dönemde Londra billboardlarını süsledi ve epey ilgi çekti. Aşağıda afişlerini görebileceğiniz kampanya, “Movement Against Xenophobia” yani “Yabancı Düşmanlığına Karşı Hareket”in çalışması ve göçmenlerin İngiltere’ye katkılarını vurguluyor. İlk afişte Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti asıllı ruh sağlığı hemşiresi Rosemarie Ramkissoon “15 yıldır depresyon, kaygı ve şizofreni hastalığı çeken insanlara yardım ediyorum”  diyor.
The
Aşağıdaki afişte ise Sri Lanka asıllı uzman avukat S. Chelvan “13 yıldır insan haklarını savunuyorum ve adalet için mücadele ediyorum” diyor.
The
Bu kampanyadan seçtiğim son afiş ise Polonya asıllı itfaiyeci Lukas Belina’ya ait: “Yedi yıldır insanların hayatını kurtarıyorum. Kurtardığım bir sonraki hayat sizinki de olabilir.”
polish
Kampanya ve oluşum ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için hareketin internet sitesi: http://www.noxenophobia.org
The Times’da yayınlanan makalenin orijinalini okumak isteyenler için internet versiyonu şurada: “Migrant Benefits”
Yazının tam metni ise aşağıda:
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Meğer Lüks Outlet de Olurmuş…

Adını farklı kişilerden duyduğum lüks fabrika satış mağazaları kompleksi Bicester Village‘ı (Bicester Köyü) sonunda geçtiğimiz aylarda ziyaret edebildim. Burası aslında İngiltere’nin Oxford kentine yakın, ama araçla Londra’ya da çok uzak değil, en fazla iki saat sürüyor. Park yeri ücretsiz. Treni tercih ederseniz, Londra Marylebone istasyonundan bindikten 42 dakika sonra Bicester North istasyonuna ulaşabilirsiniz. Otoparktan ve tren istasyonundan komplekse ücresiz shuttle’lar kalkıyor. Lüks outlet dediğin işte böyle olur 🙂 Üstelik ücretsiz interneti de var.

Ben burayı hep kapalı alışveriş merkezi gibi hayal etmiştim, ama adı üstünde bir köy pazarı (sadece azıcık pahalısından o kadar!) şeklinde, 1995 yılında kurulmuş.

Bicester Village Outlet Shopping Centre, Bicester, Oxfordshire, England, United Kingdom. Image shot 2012. Exact date unknown....CTXCXE Bicester Village Outlet Shopping Centre, Bicester, Oxfordshire, England, United Kingdom. Image shot 2012. Exact date unknown.

Burada mağazalar küçük evler gibi yan yana sıralanıyor…

Dükkanlara gelince, burası kendini “designer outlet” olarak tanımladığı için bize gelmez, fazla lükstür diye düşünüyordum hep. Yolum da düşmemişti açıkçası. Ama Burberry, Dior, Prada gibi lüks markalar çoğunlukta olsa da, çok pahalı olmayan birkaç marka da burada dükkan açmış. Levi’s, tekstil, banyo malzemeleri ve ev eşyaları satan The White Company, retro ürünlerle dolu Cath Kidston (bu konudaki yazımı şu linkten okuyabilirsiniz), rahat ve uygun fiyatlı ayakkabılar üreten Clarks (artık Türkiye’de de varmış), orta-üst sınıfa uygun meşhur outdoor markası Barbour ve güzel tasarımlarıyla tanıdığımız Jaeger, Hobbs gibi… Fossil’de de uygun fiyatlara çantalar ve cüzdanlar vardı. Buralar dışında bir de kaliteli ve şık erkek kıyafetleri satan Charles Tyrwhitt’e uğramanızı öneririm. Takım elbise, gömlek, kravat, çorap, ayakkabı, mont, palto, tüvit ceket, pardösü, ipek mendil, pantolon askısı, kol düğmesi gibi “centilmen” kıyafetleri buranın temel taşı. Ama “smart casual” tarza uygun “chino” tipi pantolonlar ve spor gömlekler, merserize hırkalar ve yün kazaklar da satılıyor. Buranın gömleklerini test edip onaylamışlığım var 🙂 Bir keresinde İstanbul-Bomonti’deki outletlerde bu marka gömlek görmüştüm, belki bunları Türkiye’den almak daha ucuz olabilir. Bakmak lazım. Ama buradaki dükkanda fiyatlar İngiltere skalasına göre epey düşük.

Fiyat soracak olursanız, Barbour’lar 100 sterlinin biraz üstüne satılıyor. Tabii ki modele göre fiyat değişiyor. Ama yine de Londra’daki fiyatına göre epey indirimli olduğu söylenebilir. Burada yağmur şapkalarını da 9 sterline bulmak mümkün.

Daha çok para harcayabilirim diyenlere ise tasarımlarını beğendiğim şu mağazaları tavsiye edebilirim: mutfak eşyaları için döküm tencereleriyle ünlü Le Creuset, kişisel bakım ve banyo malzemeleri için harika şampuanlar ve sıvı sabunlar üreten İngiliz markası Molton Brown ve Fransız markası L’Occitane (en Provence), İngiltere’de neden efsane olduğunu bir türlü anlayamadığım çantacı Mulberry, yine çanta veya bavul için Samsonite, kürklü ayaklara sahip olmak için dünyaca ünlü Ugg, İngiltere’de çanta ve güneş gözlükleriyle çok iş yapan Michael Kors (ki bence ABD’den almak çok daha mantıklı, burada yine de pahalı), İtalyan iç çamaşırcısı La Perla, kadın giyimi için Kate Middleton’ın tercihi LK Bennett, şeker tasarımlarıyla ünlü Kate Spade New York (çantaları ve telefon kapları çok şirin) ve 1873’te kurulan (Londra mağazalarında çiftini 300 sterlinden aşağıya alamayacağınız) İngiliz şık ayakkabı markası Church’s.

İsteyenler için “eller serbest alışveriş” servisi de var. Bu şekilde paketlerinizi bir kulübeye bırakıp, alışverişiniz bitince alıyorsunuz ve elinizde taşıyıp yorulmuyorsunuz. Bu hizmetin ücreti: 7.50 sterlin. Gerçekten eliniz kolunuz dopdolu olacaksa mantıklı olabilir.

Ayrıca Türkiye’den gelenler için asgari 50 sterlinlik harcama karşılığında “tax free” hizmeti de veriliyor.

Alışverişten bitap düşüp acıktığınızda önerim kesinlikle nefis krepçi Creperie Angelie. Doyurucu ve çok pahalı değil. Organik un ve karabuğday unu ile yapılan kreplerin tuzlu ve tatlı olmak üzere birçok çeşidi bulunuyor. Krebinizi paket olarak alıp hemen buranın önünde bulunan banklarda yiyebilirsiniz. Bicester Village’da İngiltere’nin herhalde en ünlü sandviççisi Pret, Carluccio’s adlı vasat İtalyan restoranı, Jamie Oliver’ın Fabulous Feasts adlı lokantası da bulunuyor ama ben olsam yemeğe fazla para harcamak yerine buradan bir bluz daha alırdım 🙂 Eğer tuzlu krep yediyseniz ve üstüne canınız tatlı çekiyorsa Amorino’nun nefis İtalyan dondurmalarını tadabilirsiniz.

Söylemeye gerek yok herhalde ama bütün kredi kartları geçerli. Mağaza listesi için şuraya bakabilirsiniz. İyi alışverişler!

İnternet sitesi: www.bicestervillage.com 

Adresi: 50 Pingle Drive, Bicester, Oxfordshire, İngiltere, OX26 6WD

Açık olduğu saatler:

Pazartesi-Cumartesi: 09.00-20.00 

Pazar: 10.00 – 19.00

Londra Notları, Blogumu Tanıt sitesinde yer aldı!

Blogumu Tanıt adlı blog yazarları destek ağının sitesinde geçtiğimiz günlerde benim blogum Londra Notları da yer aldı. Orijinal tanıtım yazısı aşağıda… 

“Altı yıldır Londra’da yaşıyorum. Üç yılı aşkın süredir yazdığım kişisel blogum LondraNotları’nda, bu kentte yaşadıklarımı, deneyimleri, gittiğim mekanları, Londra’daki günlük hayatı ve kültür-sanat etkinliklerinden izlenimlerimi paylaşıyorum. En çok yazdığım konular sinema, konser izlenimleri, şehir hayatı, yeme-içme ve eğlence…

fotoraf-21

Londra Notları‘nı açmaktaki amacım, hem kendimi ifade etmek, hem de Londra’da yaptıklarımı okuyucularla paylaşmaktı. Londra’da yaşayan Türklerin yazılarımda kendilerinden bir şey bulmasını, ayrıca Londra’ya turist veya göçmen olarak gelmeyi planlayanlara yardımcı olmayı istemiştim. Bu amaçlarıma umarım ulaşmışımdır:) Blogumu Türkçe yazmamın sebebi de Londra konulu Türkçe blog / kaynak boşluğunu doldurma isteğiydi.

 Bunun dışında Facebook’ta da blogum için hazırladığım bir tanıtım sayfası bulunuyor. Bu sayfayı da bu linkten takip edebilirsiniz. Keyifli okumalar! Yazılarımı beğenmeniz dileğiyle…

Not: Musa Özsarı’ya blogumu tanıtma fırsatını bana verdiği için çok teşekkür ederim.”

Yazının orijinal linki için tıklayın:

Simit Sarayı Londra Şubesi Açıldı!

Türk markalarının son dönemde Londra’nın merkezinden ayrılmasına üzülüyorduk. Önce Piccadilly’deki Türk Hava Yolları batı Londra’ya taşındı. Hüseyin Özer’in meşhur Özer Restaurantı’nın yerine Byron hamburgerci zincirinin şubesi açıldı. Sonra da yine Özer’e ait olan Sofra Restaurant Covent Garden şubesi kapandı. Geçtiğimiz yıllarda ise Londra’nın merkezine başka Türk markaları gelip oturdu. Aynı adlı filmi de olan, Cumartesileri kurulan antika ve porselen pazarıyla ünlü Notting Hill’e Türk markası olduğu adından anlaşılamayan kaşmir mağazası Silk and Cashmere geldi. Kahve Dünyası ise yine zengin semtlerden Piccadilly’de büyücek bir şube açtı.

Silk and Cashmere'in Londra Notting Hill'deki mağazası...

Silk and Cashmere’in Londra Notting Hill’deki mağazası…

Kahve Dünyası Londra şubesi...

Kahve Dünyası Türk kahvesini Londra’ya taşıdı…

Geçtiğimiz haftalarda da Oxford Street’in orta yerine, Bond Street istasyonunun hemen yanına yine bir Türkiye markası gelip oturdu: Simit Sarayı. Aylarca süren hazırlıktan sonra bizi simit özleminden kurtaran dükkanın müşterilerinin çoğu Türk. Ama tek tük İngiliz de yok değil. Üretim malzemelerinin hepsini Türkiye’den getiriyorlarmış. Sade simidi gayet güzel, Türkiye’yi aratmıyor, taze ve çıtır. Ama peynirli simidinin içi çok hamur hamur. Bundan sonra sade simit alıp katığını kendim ayarlamak daha mantıklı olacak. Gül borek de çok güzel görünüyordu. Ayrıca pizzalar ve sandviçler de yapmışlar. Ürün yelpazesi gayet geniş (62 çeşit). Simitle elbette çay baş tacı edilmiş olsa da, kendi üretimleri çikolata ve Türk kahvesi bile kasada gözüme çarptı. Fiyatlar Londra için makul. İngiltere’de atıştırmalık geleneği daha çok tatlı üzerine olduğu için pazarda tuzlu ve ucuz atıştırmalık açığı vardı. Bu açığı gözlerine kestirmeleri akıllıca olmuş. Mağazada 43 kişi çalışıyormuş. Oturulacak yer çok az ve hep dolu, o yüzden daha çok “take-away” / paket servis mantığıyla çalışacaklar gibi görünüyor.

Simit Sarayı, bu yılın sonuna kadar Tottenham Court Road- Goodge Street köşesinde 1, Kings Road (Chelsea)’de 1, Piccadilly Circus’ta 1, Leicester Square’de 1, Türk mahalleleri Stoke Newington Road, Haringey ve Wood Green’de 1’er şube daha açmayı planlıyormuş. Ne diyelim, “ağzımızın tadı kaçmasın”!

Simit Sarayı Londra şubesi...

Simit Sarayı Londra şubesi…