İngiltere’de Göçmenlik Halleri Tiyatro Perdesine de Yansıdı

Dün akşam Londra’da 1999 tarihli “East is East” (Doğu Doğu’dur) adlı İngiliz filminin aynı adlı tiyatro uyarlamasını seyrettim. Oyunun dramla komediyi ustaca harmanladığını söylemek sanırım doğru olur.

Öykü 1970’li yılların İngiltere’sinde geçiyor. Vakt-i zamanında Pakistan’dan göçmüş George ve aslen İrlandalı, beyaz İngiliz eşi Ella altı çocuklarıyla (Tarık, Abdül, Mine, Selim, Münir ve Sacit), kuzeydeki Salford kentinde yaşamaktadırlar. Oyun en küçük çocuk Sacit’in 13 yaşındayken babasının zoruyla sünnet ettirilmesi konusuyla başlar. Burada bir “fish and chips” dükkanı işletmekte olan ailede baba figürü tahmin edilebileceği gibi çok baskındır. Aile ile ilgili bütün kararları bırak çocuklarını, karısına bile danışmadan alan, sözüne itaat edilmediğinde bütün aile bireylerini dövmekten çekinmeyen, yüreklere korku ve kin salan bir aile babasından söz ediyoruz. Namaz kılmayı ihmal etmiyor, ama belki de en önemli varlığı olan çocuklarına sevgisini hiç göstermiyor da. Onların itaatkar insanlar, iyi Müslüman ve Pakistanlı olmalarını istiyor. Okuldan sonra kendi dükkanında zorla onları da çalıştırıyor. Ama Urduca bilmeyen, öğrenmek de istemeyen çocuklar İngiliz olmaktan ödün vermiyorlar. Çatışma da buradan çıkıyor. Ailede herkesin yaşadığı kimlik kargaşasının had safhada olduğu söylenebilir. Aslında çocuklarına “piç” demekten çekinmeyen George’un bile, çünkü o kadar dini bütün olmasına rağmen beyaz İngiliz bir kadınla evlenmiş. Arada, herhalde vicdan azabından olacak, ağlarken görüyoruz onu.

Aralarında takke takmaya bayılan Münir dışında dinle imanla ilgisi olan da yok. Her normal ergen gibi gençliklerini yaşamak istiyorlar. Babalarına “Pakistanlı” lakabını takmışlar. Ama babaları kimselere danışmadan veya söylemeden ailenin en büyük iki oğlunu, Abdül ve Tarık’ı evlendirmeye karar veriyor ve bunun için iki kızı olan Pakistanlı bir aileyle anlaşıyor. Zaten kıyamet de bundan sonra kopuyor.  Babanın sürekli haberlerde gelişmelerini izlediği, bölünen Doğu ve Batı Pakistan gibi ailenin de ipleri birer birer çözülüyor.

                                                   Filmin afişi…

Asi yaratılışlı, içki de içen Tarık evlenmeyi kesinlikle düşünmez ve evden kaçma planları yaparken sağduyulu ve sakin, uysal karakterli Abdül evlenmeye can atmamasına rağmen babasını kırmamak, üzmemek için buna katlanmayı göze alıyor. Aileyi bir arada tutan anne ile birlikte ailenin bir temel taşı da Abdül aslında.

Mine dalgacı, Münir ise dinine bağlı bir tipleme. Babasının hatalarını görmekte zorlanıyor. Babasının mühendis sandığı Selim’in aslında üniversitede sanat okuduğunu öğreniyoruz. Duygusal Selim ağabeylerinin evlenmemesi için babasıyla konuştuğu için dayak yiyor. Bütün bunları gözlemleyen Sacit ise annesinin yıkamasına izin vermediği, artık kokuşmuş parkasını bir yıldır bir türlü üstünden çıkarmıyor. Tikleri olan, mutsuz çocuk için parka adeta bir sığınak, bir zırh, hatta belki bir koruyucu melek. Ama oyunun sonunda ruhen büyüyor ve ağabeyi Abdül’ün desteğiyle parkayı çıkarıp çöpe atıyor.

Çocuklar babalarından o kadar korkuyorlar ki hep kapılar ardından dinliyorlar onu…

Oyunun en komik sahneleri ise sona doğru, kızlarını oğlanlarla evlendirmek isteyen ailenin ziyaretiyle yaşanıyor. Kızların annesi çocukların Batılı yetişmesini uygun bulmadığını her fırsatta dile getirirken, Ella’nın aynı dükkanda birlikte çalıştığı, sık sık çay ve sigara eşliğinde yarenlik ettiği İngiliz arkadaşının gelmesiyle işler iyice karışıyor. Sonra ise seyreyle gümbürtüyü…

Piyeste oyuncular dikkat çekici performanslar sergiliyorlar. Dekor ve ses kullanımı (yağmur, tren sesleri) başarılı. Ancak Tarık’ın sevgilisi, evlenecek kızlar gibi filmde bulunan oyuncular piyeste yer almadığı için oyun filme göre sönük kalmış.

Düşük bütçeli film versiyonu ise İngiltere’de ve Avrupa ülkelerinde büyük bir ticari başarı elde etmiş. En İyi İngiliz filmi dalında BAFTA almış ve En İyi Komedi Filmi dalında da İngiliz Komedi Ödülü’nün sahibi olmuş. Filmin senaristi, oyunun da başrol oyuncusu Eyüp Han-Din senaryosuyla En İyi Bağımsız İngiliz Filmi ve Londra Eleştirmenler Çevresi Film Ödülü kazanmış.

Irk ve dinin başlıca öğelerini oluşturabileceği kimlik ve aidiyet konulu, ama mizah dolu bir oyun izlemek isteyenler kaçırmasın. “Doğu Doğu’dur”, 3 Ocak’a kadar Trafalgar Stüdyoları’nda!

Oyunun internet sitesi burada.

Filmin fragmanı da şurada: 

Oyunun pek bir anlam ifade etmeyen fragmanı da buradan izlenebilir: 

Bu Dizi Sonbahar Depresyonunuza Çare Olabilir!

Havalar soğudu. Güneş bizden kaçtı. Etrafta hapşıran insanlar belirdi. Birkaç gün içinde saatler geri alınacak. Sonbahar depresyonuna böylece daha bir damardan gireceğiz. Londra’nın havası hele hep kasvetli gökyüzüyle daha bir depresif. Ama bu yıl karamsar değilim. Çünkü bu havanın panzehrini buldum bile. Ben iyisi mi sizleri de vakit geçmeden yeni keşfim “Black Books” (“Kara Kitaplar” ya da “Bay Kara’nın Kitapları” diye çevrilebilir) dizisiyle tanıştırayım.

Channel 4 TV kanalında, 2000-2004 yılları arasında yayınlanmış olan bu İngiliz komedi dizisi sadece üç karakterden oluşsa da insanı her bölümde kahkahalarla güldürmeyi başarıyor. Hem de ilk bölümden itibaren. ((Bu önemli bir nokta, çünkü bazı komedi dizilerinin güldürebilmesi için oturması gerekiyor.) Bu durum komedisinin kahramanları görünüşe göre 30’lu yaşlarını sürüyorlar ve diziyi komik yapan da sosyal durumlarda yaşadıkları çeşitli sorunlar.

black-books

Black Books dizisinin kahramanları Manny, Bernard ve Fran

Başkahramanımız (ya da anti-kahraman mı demeliyim?) Londra’daki “Black Books” adlı kitapçının yarı deli sayılabilecek, asosyal, tembel ve hırçın sahibi Bernard Black. Müşterileri sevmediği gibi her fırsatta onları fiziki ve sözlü şekilde aşağılıyor. Zaten para kazanmak umurunda değil. Bunun yerine bütün gün şarap ve sigara içerek kitap okumayı tercih ediyor. İkinci el kitaplar da alan Bernard’ın dükkanı ve evi de tıpkı kendisi gibi derbeder ve pis. (Bu dizide biraz abartılmış olsa da çoğu İngiliz bize göre pis oluyor. Konuyla ilgili olarak isterseniz İngilizlerin Temizlik Anlayışı” başlıklı post’uma göz atabilirsiniz.) Nihilist dünya görüşüne sahip Bernard bu yüzden olsa gerek, halinden gayet memnun, değişmeyi hiç mi hiç düşünmüyor.

Bernard Black

Bernard Black ve kendisi gibi derbeder saçları

Yan kahramanlarımızın birincisi ise Bernard’ın dükkan komşusu ve en iyi arkadaşı Fran. Bernard’ın yan dükkanında ıvır-zıvır, dekorasyon objeleri ve hediyelik eşyalar satan Fran’in erkeklerden yana hiç şansı yok. O da şarap ve sigara içmeyi çok seviyor. Bu nedenle öğle aralarında Bernard’ın dükkanında onunla şarap ve sigara eşliğinde dertleşmeye geliyor.

Fran

Fran

Dizi kahramanlarının sonuncusu ise Bernard’ın sonradan yanına yardımcı olarak işe aldığı, eski muhasebeci Manny. Çalışkan ve iyi kalpli olan Manny, zaman zaman aşırı stresli olabiliyor. Dükkanı adam etme çabaları genellikle başarısızlıkla sonuçlanıyor.

Manny

Manny

Dizi hem 2001’de hem de 2005’te İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA)  ödülünün sahibi olmuş. BBC’nin 2004 tarihli İngiltere’nin En İyi Durum Komedileri sıralamasında ise 100 üzerinden 58. sırayı almış.

Black Books, bu gri ve serin sonbahar günlerinde “ortamının hoş, modunun güzel” olmasını isteyenlere eminim ki ilaç gibi gelecek!

Ruby Sparks ve kızıl kıvılcımların gücü adına…

Belki daha önce de yazmışımdır, blogumda beğenmediğim kültür sanat etkinliklerine ve olaylarına yer vermiyorum. Muhtemelen çalışan birçok blog yazarı gibi çok kısıtlı boş zamana sahip olduğumdan blogumu fazla güncelleyemiyorum ve bu beni suçluluk duygusuna itiyor. Hazır bekleyen bir sürü konum da yok değil. Ama zannedilmesin ki az sanat etkinliğine gidiyorum. Özellikle son dönemde katıldığım birçok sanat olayını  (Damien Hirst’ün Tate Modern’deki sergisi dahil olmak üzere) blogumda işlemememin nedeni beni hiç etkilememeleri, bir şeyleri sorgulatmamaları, ama bir tanesi hariç. Geçen hafta sinemada gördüğüm “Ruby Sparks”. Bu filmin iyi olmasını bekliyordum, ama beklentilerimin bile üstünde çıkarak sinemanın altın mevsimine benim için keyifli bir giriş oldu.

Bu yılın Filmekimi’nde görücüye çıkmış, İngiltere’de 12 Ekim tarihinde gösterime giren, ABD yapımı film kadrosunda küçücük rollerle de olsa Altın Küre ödüllü, dört kez Oscar’a aday olmuş Annette Bening, ayrıca Antonio Banderas’ı da barındırıyor. Kadın başrolündeki oyuncu Zoe Kazan, aynı zamanda filmin senaristi ve yapımcısı. Kesinlikle sarkmayan ve sürpriz bir sonla biten senaryonun başarılı olduğunu söylemek zorundayım. Yapımın genel havası “Being John Malkovich” filmini andırsa da bu kesinlikle senaryonun özgünlüğüne indirmeye çalıştığım bir bıçak darbesi değil. Konu anlamında “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” filmine benzetenler de olmuş bu filmi. Ben ise tam tersine “Ruby Sparks”ın böylece sevdiğim başka filmlere selam çaktığını düşünüyorum. Ayrıca filmin yine beğendiğim küçük, bağımsız ama eğlenceli “Little Miss Sunshine”dan tam altı yıl sonra dahi olsa o filmin yönetmenlerinin elinden çıkması da bir başka artı özelliği.

ruby-sparks-poster

Karakterlerin götürdüğü, kişisel, küçük, bağımsız ve iddiasız bir film olan Ruby Sparks, sinema sitelerinde görülebileceği gibi hem eleştirmenler, hem de izleyiciler üzerinde iyi bir izlenim bırakmış. Konusu da ilginç: on yıl önce 19 yaşındayken çok satan bir roman yazarak edebiyat dünyasında büyük başarı kazanan ancak biraz asosyal ve son derece yalnız bir romancı (Calvin), bu uzun zaman zarfında ikinci kitabını bir türlü yazamamıştır. Tahmin edilebileceği gibi kızlarla da pek rahat olamayan ve aradığı kız arkadaşı bir türlü bulamayan Calvin, en sonunda kafasındaki kız arkadaş prototipini yazarak yaratmaya karar verir. Kendisini seveceğini düşündüğü bu kız romandan fırlayarak gerçek olur, evine kız arkadaşı olarak yerleşir ve Calvin’in hakkında yazdığı herşeyi yapmaya, onun kalemine itaat etmeye başlar. Calvin onun efendisi, yaratıcısı, erkek arkadaşı, hayatının anlamıdır. Bu Calvin’de bir egemenlik duygusu yaratmış olsa da çok geçmeden kızın cana yakın ve sosyal kelebek karakteriyle kendi soğukluğu aralarında zıtlaşmalara yol açar. Calvin o kadar asosyaldir ki annesinin evinde geçirdikleri haftasonunda bile aile bireylerinin eğlencesine katılmayıp sürekli kitap okur. En sonunda Calvin’in ciddiyetinden, hiç arkadaşı olmamasından (Calvin yalnızca erkek kardeşiyle ve terapistiyle görüşmektedir) ve asosyalliğinden bıkan Ruby, bu sıkıcı evi ve hayatı terk eder.  “Eğer birini seviyorsan özgür bırak. Dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır.” sözüne paralel hareket eden Calvin de son kez daktilosuna dönerek onu özgür bırakır. Ve olaylar gelişir…

The Guardian gazetesi sinema eleştirmeni Peter Bradshaw filmin “fantromcom” yani fantastik öğeleri olan bir romantik komedi olarak adlandırılabileceğini söylüyor. Ancak Time Out dergisinin Londra baskısında belirtildiği gibi, hangi romantik komedi bu filmin yaptığı gibi ikili ilişkilerdeki kontrol mekanizmasını, egoları ve baskın karakterin kim olduğunu, ilişkide sözü geçen tarafın kim olduğunu sorgulayabilir? Bu filmin aşk ve ilişkiler hakkında olması onun romantik komedi olduğu anlamına gelmez elbet. İlişkilerde kimin borusunun öttüğü, hayalle gerçeğin ayrıldığı veya birleştiği çizginin muğlaklığı gibi konulardaki çeşitli sorulara cevap arayan filmin bu sorulara kafa patlatmadaki başarısının sırrı belki de yönetmenlerinin karı-koca, başrol oyuncularının da gerçek hayatta sevgili olmalarında gizlidir. Uzun süredir birlikte olan, dolayısıyla  birbirlerini çok iyi tanıdığını varsayabileceğimiz bu yönetmenler ve oyuncular ikilisi de “şov” dünyasında sıkça görülen ego şişmesi ve tatmin arayışından muzdaripse, buna uzun süreli çoğu ilişkide ve evlilikte ortaya çıkan egemenlik ve öbür kişiye baskın çıkma arzusu da eklenince tadından yenmeyebilir. Ama bu arayışlar ve arzular varsın olsun ortaya böyle eli yüzü düzgün bir film çıkacaksa! “Ruby Sparks”ın parlaklığı sizi de sarsın istiyorsanız 2 Kasım’ı bekleyin…

Filmin fragmanı burda:

Hayatlarının tatili…

Güneşin çekildiği bahar akşamlarında güzel bir film izlemek istiyorsanız yılın keyif verici maddelerinden biri kesinlikle “The Best Exotic Marigold Hotel”. İngiltere’de 24 Şubat’ta gösterime giren ve “Shakespeare in Love”’ın yönetmeni John Madden’ın elinden çıkma bu İngiliz filmi, Judi Dench ve Maggie Smith gibi ödüllü oyunculardan oluşan kadrosu ve ilginç konusuyla dikkate değer.

IMG_8314.CR2

Renklerin ülkesi, Hindistan…

Deborah Moggah’ın 2004 tarihli romanı “These Foolish Things”den uyarlanan yapım, birbirini tanımayan altı yaşlı ve beyaz İngilizin tamamen farklı nedenlerle Hindistan’da bir huzurevine yerleşme kararıyla başlıyor ve bu kişilerin birbirleriyle tanışmaları ve öykülerini değiştokuş etmeleriyle farklı bir yöne doğru gidiyor. Irkçı bir kadın, dünyanın en kötümseri olma adayı, tüm vaktini çevresine negatif enerji yayarak geçiren bir başka kadın, pısırık ve korkak, biraz da kılıbık bir adam, eşcinsel ve ilk aşkını hiç unutamamış bir adam, aşkı ve tensel ilişkiyi bıkmadan arayan bir diğer adam ve eşinin yasını tutan bir kadın gibi çeşitli tiplemelerin zayıf yanlarından doğan komedi üzerine inşa edilmiş filmin başrollerinden birini de, 2008 tarihli “Slumdog Millionaire”’in yıldızı Dev Patel oynuyor. Otelin genç, deneyimsiz, hayal dünyasında gezen ama azimli ve yılmaz yöneticisi Sonny rolünde Patel “Sonunda her şey iyi olacak. Eğer iyi olmamışsa, daha son gelmemiştir.” sözüyle iyimserliğin kitabını yazıyor. Farklı insan öykülerini mesaj kaygısı olmaksızın harmanlayan film, komik sahneleri dokunaklı anlarla ustaca birleştiriyor.

the_best_exotic_marigold_hotel_3

Filmin kahramanları, geçmişin getirdiği yüklerden kurtularak kaybolan umutlarını, yaşama sevinçlerini geri alabilen ve yeni aşklara 70 yaşında bile yelken açabilecek kadar cesur ve iyimser, ya da sonradan da olsa iyimserleşmiş insanlar. Özellikle de “yaş yetmiş iş bitmiş” ya da “bizden geçti” anlayışının hakim olduğu ve emeklilik dönemlerinde insanların kendilerini yalnız, dışlanmış, işe yaramaz, kenara atılmış hissettikleri ve zamanlarının çoğunu torun bakarak geçirdikleri Türkiye’dekilerin izleyip feyz alması gereken seyirlik, İngiltere’deki yaşlıların hayata bakışlarının aynası niteliğinde. Zira burada yaşlılar gerçek hayatta da çalışıyor: süpermarkette kasiyerlik, müzede rehberlik, konserde yer göstericilik yapıyorlar. Böylece hem çocuklarına muhtaç olmuyorlar, hem de zihinleri açık oluyor, sosyalleşiyorlar, akşam eve geldiklerinde diğer aile bireylerine anlatacak bir şeyleri oluyor. Bunların sonucu olarak da Türklerden daha dinç kalıp uzun yaşıyorlar. Hele bazı yaşlı teyzeler pembe, hatta kırmızı rujlarını incecik dudaklarına sürüp, süslenip püslenip haftasonu sokağa çıkmıyorlar mı, bayılıyorum. Adeta “bizden geçmedi” diyorlar etrafa. Buna karşılık burada yaşlılar özgür, çocuklarının çocuklarına tam gün bakarak ömür tüketmek zorunda değiller. Kendilerine bakıyorlar, yetebiliyorlar. Torunlarına elbette arada bir bakıyorlar, onları bazı haftasonları alarak çocuklarının hayatlarını kolaylaştırıyorlar, ama tüm zamanlarını onlara adamıyorlar. Böylece kendi hayatlarını yaşamaya vakitleri kalıyor ve büyük bir fedakarlığın altında ezilen gençler de, hayatlarını başkalarına adayarak geçiren yaşlılar da söz konusu olmuyor. Burada yaşayan yaşlılar çalışsalar da çalışmasalar da boş vakitlerinde de seyahat ediyorlar, hobileriyle meşgul oluyorlar. Bu da onların hayata küsüp köşelerinde oturmamalarının başka bir nedeni.

“Işığın, renklerin, gülümsemelerin” diyarı Hindistan’da akan hayatı beyazların gözünden izlemek, “yaşamı bir hak değil, kendilerine tanınmış bir ayrıcalık” olarak gören insanların iç dünyasına tanık olmak istiyorsanız bu film tam size göre…

The-Best-Exotic-Marigold-Hotel

Fragman için aşağıya bakabilirsiniz: