İngiltere’de Göçmen Olmak…

Bugün İngiliz The Times gazetesi “Migrant Benefits” (Göçmenlerin Sağladığı Yararlar) başlıklı şahane bir başyazıya imza atmış. Yazı özetle göçmenlerin İngiltere’ye zarardan çok fayda getirdikleri ve sağcı partilerin bunu bir türlü anlamak istemedikleri temasını işliyor. Göçmenlerin ülkeye ekonomik, kültürel ve finansal yönden kazanç sağladıkları gerçeğini inkar eden popülizme siyasetçilerin karşı çıkması gerektiği fikrini savunan makale, benden (ve eminim buradaki birçok göçmenden!) tam not aldı.

The Times genelde sağcı bir gazete olarak değerlendirilir, ama The Daily Telegraph kadar körü körüne, ölümüne sağcı ve Kraliyetçi değildir. Akılcı, bağnaz olmayan bir şekilde sağ eğilimli olduğu söylenebilir. Bu gazetede yayımlanan bazı köşe yazıları neredeyse solcu bir gazete okuyormuşsunuz izlenimine kapılmanız için birebir. Hatta bu yazının da onlardan biri olduğu söylenebilir.

Burada ülkedeki göçmenleri ve onlara genel yaklaşımı anlatacak bir parantez açalım: Ülkeye daha eski dönemlerde gelmiş olan bazı göçmenler topluma entegre olmamış ya da olamamışlar, İngilizce bilmiyorlar ya da öğrenmek istemiyorlar, bazılarının işi gücü bile yok. Bu insanların bir kısmı devletin sosyal yardımlarını (işsizlik, sakatlık yardımı, sağlık yardımları, belediyelerin verdiği ücretsiz evler) iliğine kadar sömürmüşler, hala da sömürüyorlar. Örneğin belediyenin kendilerine verdiği bedava evde oturuyorlar, ama belediyeden habersiz kiracı alıp kira parasını da bir güzel ceplerine atıyorlar. Bunun sonucu olarak da onlara karşı bir önyargı, hatta nefret doğabiliyor, işe yaramayıp bir de üstüne vergilerimizi yiyorlar diye. İngiltere’deki sağcı partiler göçmen karşıtı bir görüşü yıllardır körüklüyorlar. Irkçı İngilizler “İngiltere’nin işleri İngilizlere gitsin” (British jobs for British people) diyerek bunu pekiştiriyorlar. Dolayısıyla birkaç yıldır iktidarda olan sağ eğilimli Muhafazakar Parti, Genel Başkanı ve Başbakan Cameron’ın öncülüğünde gelecek yıl yapılacak genel seçimlerde oylarını artırmak için sürekli var olan vizeleri kaldırıyor ve ülkeye daha fazla göçmen girişini engellemeye çalışıyor.

Örneğin 2007’de İngiltere‘ye ilk geldiğimde var olan tam üç değişik çalışma vizesi (Yüksek Vasıflı Göçmen Programı yani Tier 1 General, Öğrencilik Sonrası Çalışma Vizesi yani Tier 1 Post Study Work ile çocuk bakıcılığı yoluyla İngilizce öğrenmeye dayalı Au pair vizesi) şu an itibarıyla kaldırılmış durumda. Artık Türk vatandaşı olarak İngiltere’ye gelmenin yolları ya Ankara Anlaşması’na başvurmak, ya İngiltere vatandaşıyla evlilik yapmak ya da Tier 2 denen şirketinizin size sponsor olmasına dayalı vize. Bunların hiçbiri yukarıda saydığım eski vizeler kadar kolay yollar değil. Ankara Anlaşması için şirket kurmanız, belli bir sermayeye sahip olmanız ve ürün ya da hizmet satmanız bekleniyor. Sponsorluk da çoğu şirketin istediği bir şey değil, çünkü bir İngiltere vatandaşını işe almak her zaman çok daha kolay. Zira şirketin sponsorluk ücretini ödemesi ve sizin başvurunuz için belgeler sunması gerekiyor.

Tekrar makaleye dönecek olursak İngiltere’ye Mart 2013-Mart 2014 döneminde göç eden kişi sayısı 243.000 ve bu rakam bir önceki yıla göre yaklaşık yüzde 40 oranında bir artışa işaret ediyor. Gazete buna binaen Başbakan Cameron’ın ülkedeki göçmen sayısını yılda 100.000’den aza indirme taahhüdünün gerçekçi olmadığını savunuyor.

Gazetenin dikkat çektiği bir ikinci nokta, bu yeni göçmenlerin çoğunun AB ülkesi vatandaşı ve çalışma yaşında olması. Dolayısıyla devlete ödedikleri vergi, devletten aldıkları sağlık vb. hizmetlerin maliyetinden yüksek. Yani İngiltere’ye adapte olabilmiş, İngilizce bilen, çalışan göçmenlerle diğerlerini aynı kefeye koymamak gerekiyor. Bu basit denklemi kurmak herhalde bazı insanların, partilerin ve siyasetçilerin işine gelmiyor. Üstelik, diyor The Times, göçmenlik karşıtı politikalar güdüyorsunuz ama İspanya çoğu emekli olup oraya yerleşen 700.000 İngilizi istemiyorum dese ne yapacaksınız?

The Times’a göre toplumda kanaat önderi olarak görev yapan İngiliz siyasetçilere burada düşen görev, göçmenlerin İngilizleri işlerinden ettiği efsanesini yalanlamak, zira bu doğru değil. Tam tersi göçmenler işgücü piyasasındaki boşlukları dolduruyorlar. Göçmenleri istemiyorum diyenlere sorum şu: kim çalışacak o zaman fast-food lokantalarında, kim dağıtacak bedava dergilerinizi, kim servis yapacak lokantada masanıza, kim dizecek markette rafları, kim kaldıracak trenleri? İngiltere doğumlu, beyaz İngilizler yapmak ister mi bu işleri? Genelde hayır. Ya da Noel, Paskalya gibi dini bayramlar döneminde çalışır mı Hristiyan İngilizler? Yatıp kalkıp Müslüman göçmenlere dua etsinler, Noel döneminde çalışmaya gönüllü olarak dükkanları ve marketleri açık tutabildikleri için. Hintlilere de dua etsinler, marketler kapandıktan sonra gece geç saatlere kadar bakkallarını açık tuttukları için. Aslında bu sadece istemekle de ilgili değil, İngiltere doğumlu İngilizler bazı işlerin nasıl yapılacağını da bilmiyorlar. Mesela burada musluk tamircileri hep Polonyalı, inşaat işçileri, badanacılar hep yabancı. Türkiye’ye göre çok da iyi para kazanıyorlar.
Göçmenlerin topluma ekonomik fayda dışında dilsel ve kültürel çeşitliliği de getirdiği aşikar. Bu çeşitliliği kabullenmenin sağladığı demokratik ortam paha biçilemez.
Toparlayacak olursak gazetenin dediği gibi göç İngiltere siyasetinin en büyük meselesi haline gelmiş olabilir. Ama göçmenlerin artıları ve eksileri teraziye konduğunda artı kefesinin ağır bastığını görmek çok zor değil.
Bu tezi savunan “I Am An Immigrant” yani “Ben Bir Göçmenim” adlı sosyal reklam kampanyası da son dönemde Londra billboardlarını süsledi ve epey ilgi çekti. Aşağıda afişlerini görebileceğiniz kampanya, “Movement Against Xenophobia” yani “Yabancı Düşmanlığına Karşı Hareket”in çalışması ve göçmenlerin İngiltere’ye katkılarını vurguluyor. İlk afişte Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti asıllı ruh sağlığı hemşiresi Rosemarie Ramkissoon “15 yıldır depresyon, kaygı ve şizofreni hastalığı çeken insanlara yardım ediyorum”  diyor.
The
Aşağıdaki afişte ise Sri Lanka asıllı uzman avukat S. Chelvan “13 yıldır insan haklarını savunuyorum ve adalet için mücadele ediyorum” diyor.
The
Bu kampanyadan seçtiğim son afiş ise Polonya asıllı itfaiyeci Lukas Belina’ya ait: “Yedi yıldır insanların hayatını kurtarıyorum. Kurtardığım bir sonraki hayat sizinki de olabilir.”
polish
Kampanya ve oluşum ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için hareketin internet sitesi: http://www.noxenophobia.org
The Times’da yayınlanan makalenin orijinalini okumak isteyenler için internet versiyonu şurada: “Migrant Benefits”
Yazının tam metni ise aşağıda:
Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak

İngiltere’de Basılı Medyanın Geleceği: Abonelik Sistemi ve Ücretsiz Yayınlar

İngiltere’nin ulusal çapta yayın yapan gazetelerinin toplam tirajı, 2008 yılından bu yana dörtte bir oranında azaldı. İngiltere’nin ciddi gazeteleri yani The Daily Telegraph, Financial Times, The Guardian, The Independent ve The Times ile Pazar günleri yayımlanan kardeş gazeteleri (ki bunlar bu gazetelerin toplam tirajının yaklaşık beşte birini teşkil ediyorlar) düşen tirajlarını toparlamak için gazete aboneliği sistemini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar, bu konuda bir nebze başarılı da oldular. Zira Aralık 2008 – Mayıs 2013 tarihleri arasında bu gazetelerin tirajlarının abonelik kaynaklı payı yüzde 26’dan yüzde 41’e sıçradı. Bu gazeteler abonelik sistemiyle satın alınan gazete fiyatlarını bayideki satış fiyatına kıyasla epey düşük tutuyorlar. Bu sistemi pazarlamak için farklı promosyon yollarına da başvuruluyor. Örneğin The Daily Telegraph gazetesi bir yıllığına abone olanlara Kindle e-kitap okuyucusunu ücretsiz olarak veriyor, The Times gazetesi  “Times +” adlı şemasıyla abonelerine belli etkinliklerde indirim sağlıyor, ücretsiz ürünler dağıtıyor, film gösterimlerine, panellere ve sanat sergilerine bilet veriyor, yarışmalar düzenliyor. Bunlar karşılığında gazeteler reklam satışında işlerine yarayan okur verileri elde ediyorlar. Çünkü abonelikler gazetelere okurlarının kimliği ve alışkanlıkları hakkında bilgi veriyor.

Öte yandan İngiltere’de şu an The Times ve Financial Times dışında kalan ciddi gazetelerin internet sitelerine ücretsiz erişim sağlamak mümkün. Dolayısıyla İngiliz gazete okurlarının sadece yüzde 9’u online haber erişimi için para ödüyor. (Gerçi bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 5 oranında artış göstermiş durumda.) Ancak internette ücretsiz olarak yayın hayatına devam eden gazetelerin bile (Mail Online ve The Guardian gibi) tablet uygulamaları ücretli.  Her ay 30 milyon kişinin okuduğu The Sun adlı bulvar gazetesi Ağustos ayında online erişimi paralı hale getiren ilk kitlesel gazete olacak. Aboneleri cezbetmek ve elinde tutmak için sitesine İngiltere Premier Ligi maçlarının başka hiçbir internet sitesinde yayımlanamayan görüntüleri gibi yeni özellikler ekleyecek. The Daily Telegraph gazetesi de “ödeme duvarı” sistemini kullanan ilk ulusal gazete unvanına sahip olacak ve sitesinin kullanıcılarının ayda -yalnızca- 20 makaleye ücretsiz erişmelerini sağlayacak. Şu an bu sistemi Financial Times gazetesi ve The Economist dergisi de kullanmakta.

FREE-handout_RG047

Artık ücretsiz dağıtılan Time Out (London) dergisi

Ne yazık ki gazetelerin online ve basılı versiyonlarının abonelikleri basılı versiyonlarındaki reklam kayıplarını telafi etmeye yetmiyor. 2005’te yaklaşık 4 milyar sterlin gelir getiren gazete reklamları bu yıl tahminlere göre yalnızca 2,1 milyar sterlin değerini yakalayabilecek. İngiltere’deki 12 ulusal gazeteden  bazıları (The Daily Telegraph gibi) maddi açıdan sağlam. Ancak otellerde bedava dağıtılan ve yayıncılık dünyasında pek etkili olmayan The Independent gazetesinin rakipleri gazete kapandığı takdirde onun okurlarını ve reklam verenlerini kapabileceklerini söylüyorlar. İngiltere’de çok az okur için rekabet eden çok fazla gazetenin bulunduğu hala geçerli bir söylem, özellikle de Evening Standard gibi bedava dağıtılan gazetelerin yaygınlaştığı dikkate alınırsa…

A London Evening Standard distributor hands out copies of the newspaper

Artık ücretsiz dağıtılan, saygın akşam gazetesi Evening Standard

Ücretsiz yayınların altın çağlarını yaşamalarının en büyük nedenlerinden biri, İngiltere’de nispeten yeni bir kavramı olan “freemium” yayınların sayılarındaki artış ve okur nezdindeki popülerliği. “Free” ve “premium” yani bedava ve çok kaliteli sözcüklerinin bileşiminden oluşan bu terim; kadın dergisi Stylist, erkek dergisi Shortlist, Sport, haftalık kent kültürü dergisi Time Out * gibi dergileri kapsıyor. Haftada bir kez ücretsiz olarak belli başlı tren ve metro istasyonlarında dağıtılan, bazıları havalimanlarına ve spor salonlarına da girebilen bu yayınlar, bazı kişilerce parayla satılan alternatiflerindeki haber, analiz derinliğine ve sayfa sayısına ulaşamadıkları yönünde eleştirilseler de, bence en az parayla satılan dergiler kadar (hatta bazı durumlarda onlardan daha) kaliteli ve çeşitli bir içeriğe sahipler. Eskiden para karşılığı satılan, ancak artık hafta içi her akşam ücretsiz olarak dağıtılan Evening Standard da, dünyanın ücretsiz dağıtılan en kaliteli gazetelerinden biri olarak tanımlanıyor. Öte yandan hafta içi her sabah ücretsiz olarak dağıtılan bulvar gazetesinin hallicesi kıvamındaki Metro gazetesinin aynı kaliteye sahip olduğu söylenemez. Bu yayınlar parayı aldıkları reklamlardan kazanıyorlar. Örneğin Metro kurulduğundan bu yana, yani 13 yıldır reklam gelirlerini artırıyor, ancak  ait olduğu grubun (Murdoch medya grubu) parayla satılan gazetelerinin reklam gelirleri düşüyor.

Basılı medya organlarının tirajının düşmeye devam ettiği, yerini online medyaya bıraktığı dijitalleşme çağında okurlar tarafından kapışılan bu ücretsiz yayınların popülerliği, sayılarının artmasına yol açıyor. Öte yandan tek gelir kaynağı reklam olan bu yayınların, zamanla sayfalarının daha büyük bir bölümünü reklamlara ayırmaya başlayıp başlamayacakları, ne kadar sürdürülebilir oldukları gibi gazetecilerin ve medya analistlerinin aklına takılan sorular, medya dünyasının geleceği konulu tartışmaların yıldız oyuncusu olacak gibi görünüyor.

58_shortlist_sanex_samping

“Freemium” dergi örneklerinden Shortlist

* Time Out, tirajındaki düşüş nedeniyle Eylül 2012 tarihinden itibaren bedava dağıtılmaya başlandı ve bu yolla tirajını beşe katladı.

*Verilerin çoğu The Economist dergisinin 27.07.2013 tarihli sayısındaki “Newspapers: a decent proposal” başlıklı haberden alınmıştır. (Haberin linki: İngiliz gazeteleri Amerikanlaşıyor)

The Times Gazetesinin Bugünkü Sayısına Verilen Tam Sayfalık İlan

The Times gazetesinin bugünkü sayısında dünyaca ünlü sinemacılar, edebiyatçılar-yazarlar ve sanatçıların imzasıyla Gezi Parkı protestolarıyla ilgili Başbakanın tutumunu eleştiren mektup bir tam sayfalık bir ilan olarak yayımlandı. İşte Dr Andrew Mango, Sir Ben Kingsley, Fazıl Say, Susan Sarandon ve David Lynch gibi ünlü isimlerin de aralarında olduğu kalabalık bir grubun imzaladığı mektubun orijinali:

Fotoğraf: Hurriyet Daily News

Fotoğraf: Hurriyet Daily News

Aşağıda da benim yaptığım çevirisi yer almakta:

TÜRKİYE BAŞBAKANINA MEKTUP

 

Bay Recep Tayyip Erdoğan

Türkiye Başbakanı

Ankara, Türkiye

Temmuz 2013

“Sayın Bay Erdoğan,

Biz aşağıda imzası olan kişiler bu mektubu İstanbul’un Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’ndaki, ayrıca Türkiye’nin diğer büyük kentlerindeki barışçıl göstericilere polis kuvvetlerinizin zalim baskısını en şiddetli şekilde kınamak için yazıyoruz. Türk Tabipleri Birliği’ne göre göz yaşartıcı bombaların rastgele kullanılması sonucunda 5 kişi öldü, 11 kişi gözünün çıkması sonucu kör oldu, 8.000 kişi de yaralandı.

Ancak gaddarlık konusunda sınır tanımayan güçlere güvenerek Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nın boşaltılmasından yalnızca birkaç gün sonra, siz İstanbul’da Nuremberg Mitingi’ni hatırlatan bir toplantı düzenlediniz ve tek suçları diktatör iktidarınıza karşı çıkmak olan beş kişinin öldüğünü tamamen yok saydınız. Ülkenizin hapishanelerinde çürümekte olan gazeteci sayısı, Çin ve İran’da hapiste bulunan gazeteci sayısının toplamından daha fazla. Üstelik bu protestocuları serseri, çapulcu ve holigan olarak tanımladınız, hatta onların dış mihraklar tarafından idare edilen teröristler olduğunu iddia ettiniz. Halbuki gerçekte onlar sadece Türkiye’nin, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından tasarlandığı şekilde Laik bir Cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençlerdi.

Son olarak, ülkenizi bir AB üyesi haline getirmeyi arzu ederken, Türkiye’nin Egemen bir Devlet olduğu sebebine dayanarak AB liderlerinin size yönelttiği tüm eleştirileri yalanlıyorsunuz. Bununla beraber, size saygıyla hatırlatmak isteriz ki 9 Ağustos 1949’da imzalanan Anlaşmaya göre Türkiye bir Avrupa Konseyi üyesidir. Türkiye ayrıca 18 Mayıs 1954’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onayladığı için de kendisini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetki alanına inkar edilemez bir şekilde dahil etmiştir. Dolayısıyla beş masum gencin ölümüne neden olan talimatlarınız Strazburg’da da “Yanıtlanması Gereken Bir Vaka” teşkil edebilir.”

Saygılarımızla,

Dr. Claire Berlinski-Yazar

Lady Cholmondeley-Chopin Derneği Başkanı

Jeremy Corbyn-İşçi Partili milletvekili

Maurice Farhi-MBE unvanlı Yazar

Lord Julian Fellowes- “Gosford Park” filmiyle Oscar kazanan senarist

Jack Fox-Oyuncu

James Fox-Oyuncu

Christopher Hampton-“Tehlikeli İlişkiler” filmiyle Oscar kazanan oyun yazarı-senarist

Rachel Johnson-Romancı

Fuad Kavur-Film yapımcısı

Sir Ben Kingsley-“Gandhi” filminde oynadığı başrolle Oscar kazanan oyuncu

Edmund Kingsley-Oyuncu

Branko Lustig-“Schindler’in Listesi” ve “Gladyatör” filmleriyle iki kez Oscar kazanan yapımcı

David Lynch-“Mulholland Çıkmazı” filmiyle Altın Palmiye ödülünü kazanan film yönetmeni

Dr Andrew Mango-“Atatürk” adlı biyografinin yazarı

Marquess of Downshire-Arazi sahibi

Lord Monson-Yazar

Edna O’Brien-Romancı

Hugo Page-Üst Düzey Avukat

Sean Penn-“Milk” ve “Mystic River” filmleriyle Oscar kazanan oyuncu-yönetmen

Frederic Raphael-“Darling” filmiyle Oscar kazanan yazar

Susan Sarandon-“Dead Man Walking” filmiyle Oscar kazanan oyuncu

Fazıl Say-Besteci-piyanist

Christopher Shinn-Oyun yazarı

Dr David Starkey- Yüksek onur unvanlı anayasa tarihçisi

Sir Tom Stoppard-“Aşık Shakespeare” filmiyle Oscar kazanan oyun yazarı-senarist

Lord Strathcarron-Belgesel yapımcısı

Ronald Thwaites-Üst Düzey Avukat

Igor Ustinov-Heykeltraş

Vilmos Zsigmond-“Close Encounters” filmiyle Oscar kazanan sinematograf

Direniş hakkında İngiliz basınının bugünkü yorumları…

1- THE TIMES, SUNA ERDEM, YORUM

Orijinali için bkz: http://www.thetimes.co.uk/tto/news/world/europe/article3781824.ece

ERDOĞAN’IN ŞAKŞAKÇILARININ HAYIR DEMEYE BAŞLAMASININ TAM ZAMANI

“Recep Tayyip Erdoğan uzun dönemli iktidar sorunundan mustarip görünüyor: çevresinde çok fazla dalkavuk var. Kendi iktidar tabanını oluşturan ve zenginleştirdiği geniş muhafazakâr orta sınıfla değil ama kendisine rağmen onu desteklemiş kararsızlarla bağlantıyı sağlayamadı. Halbuki onlar Erdoğan’a, AK Partinin ekonomi, AB, siyasetin askerden arındırılması ve Kürt isyanına nasıl son verileceği gibi konularda fikirleri olduğu için oy verdiler.

Ancak zaten atılgan olan Başbakanın protestolara kavgacı tepkisinden doğan “kötü tavsiyeler” yüzünden okunuyor. Erdoğan’ın şikâyetçi olduğu gibi protestocuların hepsi neye kızdıklarını tam olarak bilmiyor olabilirler; ancak neyi istemediklerini bildikleri konusunda birleşmiş durumdalar: Başbakanın iki dudağı arasından artık dökülecek  her hangi bir şey istemiyorlar.

Erdoğan’ın medya kısıtlamaları konusunda çok şey söylendi, ancak daha mantıklı eylemleri bile yeterince öfkeli olmayı sürdüren gazeteciler tarafından “İslamcı” tanımıyla yaftalanıyor. Erdoğan kibrinden dolayı artık olanları dikkate almıyor görünüyor. Bir zamanlar Erdoğan’ın partisi bir politikayı sınamak için söylenti yayardı ve eğer bu muhalefet yaratırsa bu tasarıyı geri çekerdi. Şimdi ise Başbakan buldozerle yıkıp geçiyor. Yeni alkollü içki kısıtlamalarının Türkiye’yi Avrupa ülkeleriyle uyumlu hale getirmekten başka bir hedefi olmadığını söyleyebilir. Ancak alkollü içki içen herkesi alkolik olarak yaftalarsa onu kim dinler? Erdoğan Beyaz Saray’da ağırlanmasından yalnızca iki hafta sonra bile ABD’yi öfkelendirmeyi başardı. Ancak bu onu bir kalemde silmek için bir neden değil. Henüz.

Erdoğan hükümetine karşı kitlesel protestolar en son 2007 yılında olmuştu. O dönemde milyonlarca kişi Erdoğan’ı İslamcı olarak algıladığı için gösteri yapmıştı. Erdoğan erken seçim çağrısında bulunarak seçimleri açık ara farkla kazanmıştı. Bu protestoları desteklemiş olan darbelerden memnun ordu dizginlendi, birçok emekli komutan hapse atıldı ve bugün Genelkurmay Başkanı hükümete yakın. Polis şu an büyük ölçüde hükümete sadık. İktidar partisine mensup milletvekilleri de hükümete oldukça sadık. Erdoğan kendisine oy veren sessiz çoğunluğa bel bağlamış durumda.

Muhalefet konusunda ise, İngiliz seçmenler Ed Miliband’in partisinin güçsüz göründüğünü düşünüyorlarsa Türk partisi CHP’yi incelemeliler. Zira AK Parti’nin 2002’deki yükselişinden bu yana CHP’nin acizliği hayrete düşürecek türden. CHP, AK Parti’nin Türkiye’nin artan uluslararası saygınlığını ve ekonomik canlanmasını yöneten politikalarına herhangi bir alternatif sunamadı.

Ancak Erdoğan’ın zayıf noktası burada yatıyor. Erdoğan on yıldır süren iyi ekonomik performansa sırtını dayıyor. Taraftarlarının çoğu onun gibi girişimciler. Yani para konuşuyor.

Son ekonomik veriler daha zayıf ve AK Parti boşluğu doldurmak için altyapı projelerine bel bağlamış görünüyor. Ekonomi durakladığı ve Erdoğan bu protestoları kötü yönetmeye devam ettiği takdirde, onun çöküşüne tanıklık edebiliriz.”

51af1e867c23bb3d3000001f

2- FINANCIAL TIMES, HARVARD ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI SİYASET EKONOMİSİ PROFESÖRÜ DANİ RODRİK, YORUM

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/0/afa5901a-cc5e-11e2-bb22-00144feab7de.html#axzz2VI68XyOx

TÜRKİYE PROTESTOCULARI TÜM TARAFLAR TARAFINDAN YÜZÜSTÜ BIRAKILDI

“İstanbul’un ortasında ender rastlanan yeşil alanlardan birinin yıkılması planlarına karşı küçük bir gösteri olarak başlayan şey tüm siyasi görüşlere mensup on binlerce muhalif Türkün katıldığı, ulusal çapta, şiddetli bir meydan okumaya dönüştü. Protestolar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın otoriter iktidarını hararetle eleştiren benim gibi gözlemcileri bile şaşırttı.

Polis gaddarlığı protestoların doğrudan nedeniydi. Türkler polisin kaba davranışına alışıklar ancak sosyal medyada dolaşan görüntüler bu sefer geniş çaplı bir öfkeye neden oldu. Başından yaralananların çoğunluğu güçlü bir şekilde polisin direkt olarak protestocuların kafasına gözyaşı bombası atıyor olabileceğini gösteriyor. Bunların kurbanlarından biri düzmece suçlardan daha önce hapse atılmış, gözü pek gazeteci Ahmet Şık’tı. Kendisinin kafası yaralı, kanlı fotoğrafı da yaygın şekilde sosyal medyada yer aldı.

Erdoğan’ın tepkisi olayları ateşledi. İnsanları kutuplaştırma konusunda en iyi performansını sergileyerek taraftarlarını sokaklara salma tehdidinde bulundu, protestocuları “çapulcu”, Twitter’ı da “toplumun önündeki en büyük tehdit” olarak tanımladı. Ancak sosyal medya içten içe kaynarken ana akım televizyon kanalları -şüphesiz hükümet baskısı nedeniyle- olayları haberleştirmek istemediler. En kötü çatışmalar sırasında CNN TÜRK penguenlerle ilgili bir belgesel yayınladı.

Erdoğan’ın onları aşırılık yanlısı olarak yaftalama girişimine karşın protestocuların çoğunun temel hak taleplerinde bulunduğu aşikar: barışçıl şekilde toplanma ve gösteri yapma hakkı, kamusal alanların aşırı derecede ticarileştirilmesine karşı söz sahibi olma hakkı ve polis gaddarlığı olmaksızın saygı ile muamele edilme hakkı. Bu, Batılı medyanın çoğunun betimlemeye alıştığı gibi laiklik yanlıları ve İslamcılar arasında bir mücadele değil. Protestocuları birleştiren,  basitçe ve sadece Erdoğan hükümetinin yetkilerini kötüye kullanması.

Ancak protestolar aynı zamanda Türkiye’nin muhalefet partilerinin güçsüzlüğünün de bir işareti. Türk toplumunu hep bölmüş çatlakların çevresinde organize olan bu partiler sokaklardaki memnuniyetsizliği yönlendiremediler ve bundan faydalanamadılar. Türkiye’nin liberal aydın kesiminin büyük bölümü de  bağnaz taktiklerinin artmasından sonra dahi Erdoğan’a destek çıkmaya devam ederek kendisini gözden düşürdü.

Batı’daki çoğu kişi Başbakana Türk ekonomisinin performansı, orduyu kışlaya geri göndermesi ve Kürt isyancılarla son dönemki barış süreci konusunda hala itibar etmeye devam ediyor. Ancak bunların hepsine yakından bakarsanız cilaları hemen çıkacaktır.

Ekonomi cephesinde, en fazla Erdoğan hükümetinin büyük hatalar yapmaktan kaçındığı söylenebilir. Büyüme sürdürülemez düzeydeki dış borçlanmaya dayanıyor ve özellikle gelişmekte olan piyasaların standartlarından daha iyi değil. Kamusal işlerde büyük ölçüde kayırmacılık göze çarpıyor.

Öte yandan ordu üzerindeki sivil denetim, suçlanan subaylara karşı, yargı sürecinin ağır bir şekilde ihlal edildiği göstermelik davalar dizisiyle ve iddiaya göre sahte delillerin yaygın kullanımıyla sağlandı. (Hapse atılan subaylardan biri de kayınpederim.) Orduyla daha barışçıl bir anlaşma yapmaya çalışmak yerine, Erdoğan’ın taktikleri iltihaplanmaya devam edecek yeni yaralar açtı.

Son olarak Kürt açılımı da hakiki bir uzlaşma arzusundan ziyade, Erdoğan’ın başlıca Kürt partisi olan BDP’nin kızgınlığını yatıştırarak anayasayı değiştirebilme ve (daha çok yetkiye sahip olacak) Cumhurbaşkanlığı konumuna terfi etme girişimleriyle ilgili. Erdoğan’ın Kürt çatışması konusunda daha önceki fikir değişimlerinin gösterdiği gibi, kendisi kısa vadeli siyasi hesaplar gerektirdiği takdirde, hemen yön değiştirecektir.

Erdoğan’ın zayıflığından en karlı çıkacak grup vaiz Fethullah Gülen’in yönettiği güçlü ağ olabilir. Erdoğan ve Gülenciler yakın geçmişe kadar ortak düşmanları ordu ve laiklik yanlısı eski kafalıları yenmek için işbirliği yapmışlardı. Ancak bu görev tamamlandığı için şimdi giderek artan şekilde fikir ayrılığı içindeler.

Güya ılımlı olan Gülen hareketi son yıllarda en kötü polis ve yargı suiistimallerinden bazılarıyla bağlantılı. Dolayısıyla Gülenciler zevk aldıklarını pek de gizlemeden, hiçbir şeye karışmadan onu izlerken protestolarla ilgili sorumluluğu Erdoğan’ın üstlenmesinde önemli bir ironi gizli.

Ne yazık ki,  fikirlerini son günlerde bu kadar gür sesle ve açık şekilde aktaran protestoculara ses ve temsil hakkı verebilecek bir organize siyasi hareket yok. Dolayısıyla, Türk siyasetinin geleceğini tanımlayan Kürt cephesindeki gelişmeler doğrultusunda rekabet Erdoğan ve Gülen hareketi arasında olacak.

Türkiye’nin otoriter eğilimlerini gözden kaçırmış olan (veya bunu görmezden gelen) Türkiye’nin dostları bu dramda rolü olan hiçbir başat oyuncunun güçlü bir demokratik sicili olmadığını bilmeliler. Buradaki zorluk bir “Türk baharı” konusunda yüzeysel, derinliksiz incelemelerden kaçınmak ve Türkiye’deki siyaset, yargı ve insan hakları alanlarında yapılan ihlallere -kaynağı ne olursa olsun- karşı açık konuşmaktır.”

51af40ff5a5ec7bc6d000058

3-THE GUARDIAN, BAŞYAZI

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/03/turkey-protest-worth-heeding-editorial

KULAK ASMAYA DEĞER BİR PROTESTO

“Eğer Türkiye’nin Başbakanı iseniz İstanbul’un sokaklarında yaşananlara tepki vermenin pek çok yolu var. Çevik kuvveti o kişilerin üstlerine salabilirsiniz, o sokakları biber gazıyla doldurabilirsiniz. Twitter’ı kınayabilirsiniz ve yardımcılarınızın da Twitter’ı kullandığını hiç kimsenin bilmediğini umabilirsiniz. Muhalefeti suçlayabilirsiniz. Veya kendinize şu soruları sorabilirsiniz: yerel bir nitelik taşıyan ve göreceli olarak barışçıl, kentteki bir parkı kurtarmayı amaçlayan bir kampanyanın birkaç gün içinde Türkiye’nin illerinin yarısına yayılan ulusal bir protesto haline getiren neydi? Ayrıca bu kent isyanı neden üç seçimi, üstelik her seferinde artan bir oy oranıyla kazanmış bir liderin başına geliyor?

Bu soruları yanıtlamak için Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine dönmesi gerekiyor. Kendisini Erdoğan efsanesinden ayrı tutması gerekiyor. Uzun boylu, çalımlı, geniş omuzlu, gururlu olan ve çabuk sinirlenmesiyle tanınan bir adam için bunu yapmak zor olacaktır. Son on yılın büyük bölümünde liderliği efsane niteliği taşıyordu. Ülke reform dalgasının eşlik ettiği güçlü bir ekonomik büyüme sağladı, ordunun kışlalarına geri çekilmesi sağlandı, AB üyelik müzakereleri başlatıldı, hapishanelerde işkenceye son verildi, PKK’yla, başarılı olduğu takdirde kendi başına tarihe geçecek nitelikte bir barış anlaşması girişiminde bulunuldu. Avro Bölgesi 2008’de bocalama dönemine girdiğinde Erdoğan Türkiye’yi bir Orta Doğu şampiyonu olarak göstermekte zorlanmadı. Muhalefet kargaşa içindeyken, Erdoğan’ın doğal olarak kendisini için öngördüğü genişletilmiş yetkilerle bir Cumhurbaşkanlığı görevi için yeni bir anayasa konusunda düşünüp taşınmasını durduracak hiçbir şey yoktu.

Ancak bu o zamandı. Ya şimdi? Mantar gibi büyüyen protesto geçici olarak şüpheli olacak kadar geniş bir kincilik yelpazesini birleştirdi: Favori parkları Gezi Parkı’nın alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı çıkanlardan alkollü içki satışlarının kısıtlanmasına karşı çıkanlara, üçüncü Boğaz Köprüsü’ne Türkiye’deki en büyük dini azınlık olan Alevilerin binlercesini katleden bir Osmanlı padişahının adının verilmesi kararından, Türkiye’nin Suriye’de temsili savaş halinde olmasına karşı çıkanlara kadar. Küçük meselelerden büyük sorunlara, ortak payda Erdoğan’ın buyurgan kişiliği ve buna bağlı olarak AKP’deki yansıması. Erdoğan da AKP de artık bireysel özgürlüklerin kolaylaştırıcısı değil, onlara müdahale eden “büyük biraderler” olarak görülüyorlar.

Jüri hala AKP’nin başarmış göründüğü bazı güçlerin ihtiraslı birlikteliğini anlayabilmiş değil; ki bu güçler birliği laik bir anayasayla yönetilen bir demokraside reformcu bir araç olarak İslamcılıktan oluşmaktadır. Ancak bir şey çok açık: Demokrasi yalnızca seçimlerden ibaret değildir ve Erdoğan’ın bir kere söylediği gibi amaca ulaştıracak bir araç da değildir. Demokrasi, kendi başına bir amaçtır. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı için niyetini ortaya koydu. Erdoğan bu protestoya alçakgönüllü şekilde cevap vermelidir ve protestoların verdiği mesajı dinlemelidir. Ancak şimdiye kadar bunu yapmış değil.”

51ab52a52d7527776d000032

4-FINANCIAL TIMES, BAŞYAZI

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/0/b6999f28-cc69-11e2-bb22-00144feab7de.html

HOŞGÖRÜSÜZLÜK ERDOĞAN’IN FELAKET NEDENİ OLABİLİR

—Türkiye Başbakanı’nın çoğulculukla bir derdi var—

İstanbul’un merkezindeki az sayıda parktan birini yeniden gelişim projesinden koruma amaçlı birkaç yüz kişinin dâhil olduğu bir protestonun birkaç saat içinde kenti sarsması ve kontrol edilemeyen bir yangın gibi ülkenin dört bir yanını sarması, Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’si hakkında çok ipucu vermektedir.

Taksim Meydanı yakınlarındaki Gezi Parkı protestosuna çevik kuvvetin anlamsızca aşırı tepki vermesi olayları ateşleyen kıvılcım oldu. Ancak bu protestoların ateşleme fitili olmaksızın ulusal boyuta ulaşmayacağı konusunda Erdoğan’ın düşünmesi gerekiyor. Üstelik bu Erdoğan’ın ve giderek artan şekilde otoriterleşen tutumunun ateşlediği bir fitil…

Bunun yerine “yeni-İslamcı” Başbakan sahipsiz bir komplo teorisinden yakınıyor, Twitter’ı karışıklıklardan sorumlu tuttuğu “sokak eşkıyalarının” ve “aşırılık yanlılarının” aracıymış gibi ilan ediyor ve istihbarat servislerine ulusal ayaklanmanın arkasındaki “yabancı mihrakları” saptamaları talimatını veriyor. Bu ani halk öfkesi dalgası gerçekten neredeyse herkesi şaşırttı. Ancak bu dış mihraklardan doğmadı.

Erdoğan kendisini seçimlerde yenemeyen muhaliflerinin kendisini parlamento dışı araçlarla dize getirmeye çalıştıklarını söylüyor. Partisi AKP’nin 2002’de ilk iktidara geldiği dönemden bu yana Erdoğan üç genel seçim kazandı, hem de her birinde oylarını giderek artırarak. Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasçısı olan başlıca rakiplerinin çoğu Cumhuriyet sanki sadece kendilerine aitmiş gibi davrandılar ve AKP’ye Anadolu’nun İslami kuşağından gelme görgüsüzler muamelesi yaptılar.

Gerçekten de seçim sandığında kaybetmeye devam ettiklerini geri kazanmaya çalışmak için generalleri ve yargıçları kullanarak, ısrarlı bir biçimde Erdoğan’a karşı komplolar kurdular. Ancak başarılı olamadılar. Ordu 2007 yılında Türklere dikte etme girişiminde son kez bulunduğunda, Erdoğan halka gitti, bir çığ gibi oyların çoğunu aldı. Ordu o dönemden bu yana dişlerini gösteremez oldu, zira neredeyse sekiz generalden biri parmaklıklar ardında çürüyor. Ancak Başbakan birbirinden epey farklı görüşleri olan Twitter kullanıcılarını kendi diktiği bir üniformanın içine sokmaya çalışarak, bizzat son savaşını yapan bir komutan gibi davranıyor. Erdoğan olayları anlayamıyor.

2007 yılında Erdoğan halka güvendi. 2011 yılında yeniden seçilince ihtirasları sınırsızlaştı, muhalefete hoşgörüsü de sınırlı hale geldi. Ancak hala kutuplaştırma içgüdüsüne sahip bir muhalefet liderinin zihniyetine sahip. Bu içgüdü de onun tüm Türkiye’nin lideri olmasını engelliyor. Başbakan olarak geçirdiği on yılın ardından Erdoğan artık neredeyse denetimsiz gücünün tecridi altında yaşıyor. Aynı zamanda Kemalist muhalefet seçilemez durumda. Bu iki etken birleşince Türkleri sokaklara dökmeye yetti.

Hükümetin Gezi Parkı’na çevreye vereceği zararları dikkate almadan buldozerlerle girme yaklaşımı bir belirtidir. Erdoğan’ın “dinin emirlerine” gönderme yaparak alkollü içki satışlarını kısıtlama veya kürtajı yasaklama suretiyle özel hayatı ihlal etmesi, AKP’yi kucaklamak için Kemalist tasniften kurtulmayan kentli Türkleri kızdırdı.

AB aday üyesi ve NATO müttefiki olan Türkiye’de hapiste bulunan gazeteci sayısı, Çin’deki ve İran’daki hapisteki gazeteci sayısının toplamından yüksek. Erdoğan ana akım medyayı da sindirerek oto sansür yapma yoluna itti. “Sosyal medya bir baş belasıdır.” demesine şaşmamak lazım. Bu artık Erdoğan’ın kolay sinirlenen bir kişi olmasıyla, kasti politikalar gütmesiyle ve fevri söylemiyle açıklanacak bir sorun değil. Erdoğan’ın çoğulculukla bir derdi var ve bu utanç verici bir durum.

Erdoğan’ın Türkiye ekonomisini modernleştirmesi, orduyu dizginlemesi, bir Müslüman Demokrasisi siyasetine öncülük etmesi, Avrupa Birliği’yle üyelik müzakerelerine başlaması ve şimdi de Türkiye’nin Kürtleriyle barış sürecine girmesi, olağanüstü başarılardır. Uluslararası arenadaki politik figürler arasında Erdoğan ön planda biri olduğunu gösterdi.

Ancak bu miras, Taksim Meydanı ve Türk toplumunun artık kendilerine emirler yağdırılmasını hoş görmeyecek çok kalabalık grupların verdiği mesaja kulak asmadığı takdirde tehlikeye girecek. Erdoğan, kurban gibi davranmaktan vazgeçmeli ve bir devlet adamı gibi hareket etmelidir.

Kemalistler ve milliyetçiler AKP’yle bir şeyi tartışmaya pek istekli olmasalar da tartışılan yeni anayasa, kapsayıcı olmak için bir araç olarak kullanılmalıdır. Görülen o ki; Erdoğan bunu gelecek yıl Başbakanlık koltuğundan güçlü bir Başkanlık koltuğuna nasıl kayacağı konusunda bir tartışma olarak görüyor.

Ancak Erdoğan, Atatürk’ün Cumhuriyetinin 100. yıldönümünde Cumhurbaşkanı olmayı ne kadar isterse istesin, arkasında bıraktığı toplumun ve demokratik kurumların durumuyla yargılanacaktır.”

*** Bu yorumların hepsi ilgili gazetelerin 4 Haziran 2013 sayılarında yayımlanmıştır. 

*** Yukarıdaki yorumların çevirileri bana aittir.

51ac756bef5278292100001c