Pound’la Hem Zinde Kalın, Hem de Ritm Tutun!

Merhabalar… Umarım bayram tatiliniz iyi geçmiştir ve güzelce dinlenebilmişsinizdir. Ben bayram tatilini fırsat bilerek İskoçya’ya gittim. Onu da bilahere yazacağım. Ama önce geçtiğimiz hafta bir akşam iş çıkışı gittiğim Pound dersini anlatmak istiyorum. Pound ne mi? Kardiyo ağırlıklı, yeni bir spor dalı! Londra’nın Victoria semtinde Gymbox spor salonunun yeni şubesinin açılması şerefine egzersizi ücret ödemeden yapabildik. Cardinal Place adlı alışveriş merkezinde ısınmak için “getto zumba” ile başladığımız çalışma, 45 dakika sürdü.

IMG_5123

Isınıyoruz…

Pound, ABD-California’da yaşayan ve davul çalmayı seven iki kadın arkadaşın, Kirsten Potenza ve Cristina Peerenboom’un icat ettiği bir egzersiz türü. “Ripstix” denen, yeşil plastik davulcu bagetleriyle yapılıyor. Bel bölgesinin tümü başta olmak üzere, bütün vücudunuzu çalıştırıyor. Pilates hareketlerine de yer veriyor. Yerde yapılan ve ayaklarınızı havaya kaldırmanız gereken egzersizler sayılmazsa, Pound genel olarak zor değil. En güzeli de egzersizi yaparken bir davulcu edasıyla ritm tutabilmeniz 🙂 Ama zumba kadar dans ağırlıklı olmadığı için, bana o kadar da cazip gelmedi. Para verip egzersiz yapacaksam yine zumbayı tercih ederim yani. Ama daha çok kardiyo çalışması yapmak isteyenler için uygun bir dal.

Merak edenler için Ripstix bagetleri…

IMG_5124

Pound’un en zor anı, yerde oturup ayaklarınızı kaldırarak yaptığınız bu hızlı hareketti. En sağdaki bendeniz, gruba ayak uydurmaya çalışırken 🙂

Hızımızı almışken...

Hızımızı almışken…

Egzersiz sonrasında grupça hatıra fotoğrafı çektirdik ve bedava Sibberi sularımızı aldık. Bu huş ağacının özünden elde edilen, tamamen doğal bir su çeşidiymiş. Çok sağlıklıymış. Millet de artık doğal “süper içecek” konusunda iyice şaşırdı. Önce taze sıkma meyve suları, sonra smoothie’ler ve şimdi de bu. Ama tadı o kadar kötü ki! Doğal kaynak suyu neyinize yetmiyor da eski köye yeni adet getiriyorsunuz diyesim geldi. Aman diyeyim, Sibberi marka su içmeyin, içirmeyin! 🙂 Neyse ki Wagamama sağ olsun, çıkışta ücretsiz smoothie verdi de ağzımdaki pas tadı biraz silindi. 🙂

Yolu düşen arkadaşlar, 11 Ekim’e kadar devam edecek olan Create Victoria etkinliklerini #insideoutvictoria etiketiyle Twitter ve Facebook’ta da  takip edebilirler. Sadece spor değil, çikolata tadımı, çiçekçilik atölyesi, yoga dersi, örgü atölyesi, film gösterimi, baristalık atölyesi, çizim dersi gibi etkinlikler de var. Üstelik bazıları ücretsiz!

Pound dersini denemek isteyenler ise, halihazırda Londra’nın çeşitli semtlerinde faaliyet gösteren Gymbox’un Aralık ayında 123 Victoria Street adresinde (bodrum katta) açılacak olan yeni şubesine gidebilirler. Gymbox canlı DJ’lerin çaldığı, hareketli ve özgün spor derslerinin olduğu bir spor salonu. Anladığım kadarıyla gece kulübü havasında. Verilen derslere şuradan göz atabilirsiniz. Bana bloglarına yazı yazmam karşılığında ücretsiz bir ders daha teklif ettiler. En ilginç derslerini seçip, deneyecek, sonra da sizler için yazacağım. Hizmette sınır yok 🙂 Hepinize bol sporlu ve sağlıklı günler!

IMG_5415

Inside Out Victoria’nın afişi…

Londralı Olduğunuzun 15 İşareti

1. Evde, ofiste, metro istasyonunda birdenbire ortaya çıkıveren farelerden korkmuyorsanız ve onlara alıştıysanız, hatta onlarla baş edebiliyorsanız

2. New York’luların “shoebox” yani ayakkabı kutusu tabir ettiği, kutu kadar odalarda ya da evlerde yaşamaya,  eşyalarınızın bavullarda veya kolilerde kapalı kalmasına, evin bir karadelik gibi her şeyi içine çekmesine, aradığınız bir şeyi bulamamaya alıştıysanız

3. Yine bu bağlamda Türkiye’deki evlerin en az 65 metrekare olduğu ve insanların bunu bile küçük bulduğu yönündeki söylemlerini hasetle dinliyorsanız (çünkü burada bir odalı evler 45 metrekare civarında olabiliyor ve kutu gibi evler hiç de öyle şirin değiller! Tam tersi boğucular.)

4. Gardrobunuzda yazlık kışlık kaldırma-çıkarma işlemi yapmıyorsanız, dolabın bir yerlerinde her mevsim sizi idare edecek bir şey oluyorsa (mesela kış günlerinde güneş çıkınca bir tişört, şort ve sandaletle; yazın yağmur yağınca bot ve çizmelerle sokağa hemen çıkabiliyorsanız)

5. Metro ve trende gecikme olunca Twitter’dan hesabını soruyorsanız, ulaşım idaresinden paranızı geri istiyorsanız

6. İstanbul Kart’ın Londra muadili Oyster doldurma makinelerinin önünü, trene bineceğiniz kapının önünü, turnikelerin önünü gereksiz yere işgal eden, trenden çıkmanıza izin vermeden alelacele vagona binmeye çalışan görgüsüz insan güruhuna canınız sıkılıyorsa

7. Güneşli günlerde bikininizi ya da şortunuzu çekip parklara koşuyorsanız

8. Londra’da satılan hiçbir şey (bilet, yemek, konser vs) artık size pahalı gelmiyorsa

keep-calm-and-be-a-londoner-1

9. Bulaşık makinesinin yokluğuna ve çift musluk sisteminin mutlak varlığına alıştıysanız

10. Toplu taşıma sisteminde genelde Pazar günleri yapılan bakım çalışmalarına rağmen Londra’nın bir ucundan diğerine gitmeyi başarıyorsanız ve o günlerde dışarı çıkmaya gözünüz korkmuyorsa

11. Hep bir acele, bir yerlere yetişme telaşı içindeyseniz

12. Telefonda arkadaşlarınızın buluşma tekliflerini “bu aralar çok meşgulüm” diye yanıtlıyorsanız veya bir ay sonraya gün veriyorsanız

13.  Cuma günleri işleri erkenden bitirip kendinizi pub’lara atıyorsanız

14. Bütün dünya mutfaklarını aynı şehirde tadabilmeyi ender bulunan bir fırsat değil, gayet normal bir şey olarak görüyorsanız

15. Ev partilerinde yiyecek vermiyor ve herkese kendi içkinizi getirin demeye utanmıyorsanız

Tebrikler! Siz de artık Londralı oldunuz demektir 🙂

london heart

Not: Bu yazının benzerini haftalık kent kültürü dergisi Time Out London da 10 Temmuz’da kaleme almış. “Gerçek bir Londralı olduğunuzun 28 işareti” başlıklı yazıyı şuradan okuyabilirsiniz. “Başka bir ülkede yürüyen merdivene bindiğinizde herkesin merdivenin iki tarafında da duruyor olması sizi sinir ediyorsa” (Çünkü Londra’daki metrolarda yürüyenler merdivenin sol tarafından gider, durmak isteyenler ise sağında kalır.) şeklindeki 19. maddeye ben de yürekten katılıyorum!

Alışılmadık Bir Ekmek Teknesi: “Yüzen Kitapçı”

Geçtiğimiz yaz The Sunday Times adlı pazar gazetesiyle birlikte dağıtılan dergide bir haber dikkatimi çekmişti: “I don’t have opening times — I know I’m not very good at keeping to them”  (Yayım tarihi: 27.07.2014) Haberde, minik teknesini bir kitapçıya dönüştüren 30 yaşındaki Sarah Henshaw’un öyküsü anlatılıyordu. Sarah hep bir kitapçı açmak istemiş, ancak bunun masraflarına yetişemeyeceğini düşünüyormuş. Daha sonra aklına bu fikir gelince anne-babasından borç alarak bu tekneyi satın almış ve bağımsız bir kitabevine ilk adımını böylece atmış. Hem yeni hem ikinci el kitaplar satan Sarah, çok satan kitaplar yerine küçük ve bağımsız yayınevlerinin bastığı, kaliteli kurmaca kitapları tercih ediyor. Teknenin merkez üssü Sarah’nın memleketi İngiltere’nin ortasına düşen Staffordshire bölgesi. İngiltere’de kanallarda kullanılan dar tipte minik tekneler var. Bunlara “narrowboat” deniyor ve ev olarak da kullanılanları var. Sarah’nın aşağıda görebileceğiniz teknesi de bunlardan biri:

bookbarge

Sarah’nın ekmek teknesi: “The Book Barge”!

Sarah dükkanı ilk açtığı zaman tekne sabit duruyormuş. İşler ilk dönemlerde iyi gitmiş: edebiyat etkinlikleri düzenliyormuş, müşteri sayısı da az değilmiş ama bu durum maalesef uzun sürmemiş. Çünkü daha önce ne kitap satış deneyimi olmuş, ne de teknelerden anlıyormuş. Siparişleri unutuyormuş, “dükkanı” geç açıyormuş, kitapları bedavaya verdiği oluyormuş, rafların hiç tozunu almıyormuş. Bunun dışında internet kitapçıları ile süpermarketlerin yaptığı büyük indirimlerle rekabet etmesi çok zor olmuş. Ayrıca bu işe ilk başladığı dönem de e-kitap piyasasının büyümeye başladığı döneme denk gelmiş. Öte yandan İngiltere’de ekonomik kriz olduğu günler (2009), kitap alan kişi sayısı zaten sınırlı… Hal böyle olunca iki yıl sonra ekmek teknesini kapatma noktasına gelmiş. Bu suçluluk duygusu ve kabaran borçları nedeniyle Sarah tekneyi artık hareket ettirmeye karar vermiş. Tekneyle altı ay dolaşan Sarah, bu dönemde kitapların karşılığında para kadar, eşya veya hizmet de almış. Şimdiye kadar takas sistemiyle yapılan ödeme kalemleri arasında yiyecek, süt, erzak alışverişi, saç kesimi, ayakkabı ve parfüm bulunuyor. Hatta bazı kitapseverler aldıkları kitapların bedelini, teknesinde duş olmayan Sarah’ya evlerinde duş yaptırarak ödemişler. İngiltere kanallarında Twitter’a rotasını yaza yaza ilerlediği için, bir keresinde Bath şehri yakınlarındaki kanalda ona bir sepet taze sebze bırakan bir kitapsever bile olmuş. Tekne yoldayken deyim yerindeyse başına gelmeyen kalmamış: içine kusulmuş, (afedersiniz) üstüne işenmiş, içini su bile basmış! Bütün bunlardan yılmış olacak ki Sarah’nın teknesi şu an yine ülkenin orta bölgesinde yer alan Barton Marina’da kalıcı olarak bağlı duruyor. Tüm hafta sonları ve tatil günlerinde de (artık) açık.

sarah

Sarah yüzen kitapçısında poz verirken

Sarah, Yüzen Kitapçı ile bütün yıl yetecek kadar para kazanamadığı için yılın belli dönemlerinde başka bir kitabevinde çalışıyor ve metin yazarlığı yapıyor. Zaten eskiden gazeteciymiş. Teknesiyle ülkenin dört bir tarafındaki edebiyat ve sanat festivallerine gitmeye çalışıyor, yılda bir kez de Londra’ya geliyor. Sarah bu yılın Nisan ayında teknesinde yaşadığı maceraları “The Bookshop That Floated Away” başlığıyla kitap olarak da yayımlattı. Kitap burada satılıyor.

İncelemek isteyenler için Sarah’nın internet sitesi de şurada: The Book Barge

2014 Yerel Seçimlerinin Sonuçlarıyla İlgili Sevindirici Şeyler…

Seçim sonuçları bir saat sonra açıklanmaya başlanacak. Nefesimi tuttum, bekliyorum. Yüreğim ağzımda. Aslında bu kadar heyecanlanmaya belki de gerek yok. Çünkü sonuçlar ne olursa olsun, sevindirici birkaç gelişme var:

  • Bu yerel seçimlere bundan önceki birkaç seçimin aksine çok büyük seçmen katılımı olduğu söyleniyor. Seçmen katılımının bu seçimlerde 2009 yerel seçime katılım oranı olan yüzde 85’in üzerine çıkması bekleniyor.
  • Oy ve Ötesi ve Sandık Başındayız adlı tarafsız, sivil girişimlerin etkisi kamuoyunda büyük oldu. Birçok kişi bu girişimler sayesinde gönüllü sandık gözetmenliğini seçti.

oyveotesi-big

  • Sandık gözetmeni olmayanlar da oy kullandı ve bu kişilerin bir kısmı oy kullandığı sandıkta oyların sayılmasını izledi.

 

oyunu seven

  • Seçim hileleri yapıldı, ancak vatandaşların duyarlılığı sayesinde bunlar kamuoyuna duyuruldu, kayıt altına alındı, çoğu hakkında tutanak tutuldu.

Image

Son üç madde ülke içinde maalesef erişim engellemesiyle karşı karşıya olan Twitter yoluyla mümkün hale geldi. Pek çok kişinin söylediği gibi sosyal medya (çok şükür ki!) eski medya gibi bir düğmeye basılarak kapatılamıyor. Dolayısıyla seçimlerde oy kullanma, sandık gözetmeni olma, vatandaşlara açık sayım ilkesine göre oy kullandığı sandıkta oyların sayılmasını izleme ve seçim hilelerini duyurma, kaydetme gibi faaliyetler hep sosyal medya üzerinden duyuruldu.

Seçim sonuçları umarım ülkemiz için hayırlı olur…

İngiliz basınından eylemlere güncel yorumlar…

1- THE INDEPENDENT, Richard Hall, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/news/world/europe/eyewitness-in-taksim-square-tear-gas-and-bulldozers-just-add-fuel-to-turkish-protesters-ire-8654611.html

GÖZ YAŞARTICI GAZ BOMBALARI VE BULDOZERLER PROTESTOCULARIN ÖFKESİNİ ARTIRMAKTAN BAŞKA BİR İŞE YARAMIYOR

“–Cüretkâr Türkler İstanbul’da Muhabirimize Başbakanlarının Diktatör gibi Davranmayı Bırakması Gerektiğini Söylediler–

Bir gösterici Başbakan’ın diktatör gibi davrandığını söyledi. Bu konuşmadan hemen sonra Taksim Meydanı göz yaşartıcı gaz bombalarıyla doldu. Akşam üstü meydanda toplanan binlerce kişi yan sokaklara kaçmak zorunda kaldı. Polis meydana saldırdı ve havai fişek atan protestocularla çatıştı. Çatışmalar gecenin geç saatlerine kadar sürü. Polis göz yaşartıcı gaz bombasının yanı sıra tazyikli su da kullandı. Daha sonra protestocular meydana “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganıyla geri döndüler.

İnsan Hakları İzleme Örgütü dün akşam bir erkeğin ciddi beyin travması geçirdiğini ve yoğun bakıma alındığını söyledi. Ayrıca gaza maruz kalan yaklaşık 15 kişinin de hastanelik olduğu belirtildi. Meydana giren buldozerler protestocuların barikatlarını ortadan kaldırmak üzere harekete geçti ve polis memurları protestocuların afişlerini indirerek yerlerine Atatürk resmi ile Türk bayrakları astılar. Gösteriler iki haftadır dinmiyor.

Birçok kişi laik hayat tarzına saldırı olarak algıladığı müdahaleler konusunda endişeli olduğunu ifade etti ve Erdoğan hükûmetini ülkeye İslamcı bir gündem dayatmakla suçladı.

Pınar adında bir gösterici, “Bana göre o bir diktatördür. Burası demokratik bir ülke, o canının her istediğini yapamaz. Başbakan’a kızgınız, her konuşmasında insanları daha da sinirlendiriyor. Bence uzlaşıcı bir tavır takınması gerekiyor ama kendisinde böyle bir tavır görmüyoruz.” dedi.

Diğer göstericiler ise sert bir dil kullanan Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki ateşi körüklediği kanaatindeler. Başbakan ise daha önce göstericileri “çapulcu” ve “aşırılık yanlısı” olarak tanımlamıştı. Ayrıca kendi taraftarlarını sokağa dökme tehdidinde bulunmuştu.

Erdoğan bugün, daha uzlaşmacı bir tavırla protestocuların temsilcileriyle görüşme önerisinde bulundu. Ancak Taksim Meydanı’ndaki göstericiler Erdoğan’ı Türkiye’yi iki kutba bölmekle suçladılar.

Türkiye’de popüler bir sosyal medya sitesinin kurucusu olan Sedat Kapanoğlu, “Erdoğan kendi yüzde 50’si hakkında konuşmaya başlayana kadar halk büyük bir itirazda bulunmadı. Onun tek yaptığı daha çok gerilim yaratmak. Erdoğan’ın halka karşı tavrını değiştirmesi gerekiyor. Sadece kendi taraftarlarını değil; ülkenin diğer yarsını da dinlemeli.” diyor.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı protestolarda dört kişinin öldüğünü, bunlardan birinin de polis memuru olduğunu belirtti. Olaylarda 5.000 protestocu ve 600 polis memuru yaralandı.

Polisin Taksim’deki topluluklara şiddetli saldırısı protestoları yatıştırmak şöyle dursun, evlerine gitmek üzere olan kişileri de harekete geçirmiş oldu. Bunlardan biri şöyle konuşuyor: “Ben buraya yalnızca şiddeti protesto etmek için geldim. Ancak eylem, iktidara, özellikle de Başbakan’ın iktidarına karşı bir protestoya dönüştü. Buradaki insanların çoğu beyaz yakalı: çalışanlar, bankacılar, öğretmenler vs… Bu, çoğumuzun hayatında gittiği ilk protesto, ne yapacağımızı bile bilmiyorduk.”

2- THE INDEPENDENT, Başyazı, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/editorials/editorial-erdogan-plays-it-rough–and-wrong-8653902.html

ERDOĞAN SERT VE YANLIŞ OYNUYOR

“Türkiye’deki protestolarla Arap Baharı arasında eğer bir benzerlik varsa o da tartışmaya açık olmayan bir şekilde iktidarı beklenmedik şekilde sorgulanmaya başlanan bir siyasi liderin aşırı tepkisidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’un Gezi Parkı’nın ve kentin ulaşım merkezi Taksim Meydanı’nın işgal edilmesini kendi otoritesini rahatsız edici ve çok göze çarpan bir meydan okuma olarak görmesi anlaşılabilir. Bu karmaşanın, yatırımcıların cesaretini kırdığını ve ülke ekonomisine bir tehdit oluşturabileceğini düşünmesi de anlaşılabilir ancak protestoları bu kadar saldırgan şekilde sona erdirmeye çalışmak hem akılsızca hem de suçlanmayı hak eden bir davranış.

Türkiye’nin önde gelen liderlerinin “iyi polis kötü polis” oynadığını düşünmek de mümkündü. Zira Erdoğan göstericilere karşı sabrının taşıyor olduğunu ifade etmiş, daha uzlaşmacı yardımcısı, polisin aşırı güç kullanmasından dolayı özür dilemişti ancak Erdoğan Tunus’tan döndüğü an bu ikili oyun -eğer öyle bir şey varsa- sona erdi. Başbakan’ın bugün protesto liderlerini kabul edeceğini açıklamasıyla küçük bir umut ışığı doğdu fakat Taksim Meydanı’na dün yapılan saldırı sadece böyle bir toplantının olma ihtimaline değil (Protesto liderleri toplantıya gelecekler miydi?) Erdoğan’ın toplantı çağrısında bulunurken iyi niyetli olduğu fikrine de gölge düşürdü.

Bu toplantı yapılsa bile bu yeni güç gösterisi atmosferi bozmaya yetti. Aynı zamanda protestocular, ülkenin dört bir yanındaki taraftarları ve iktidardakiler arasındaki mesafenin büyüklüğünü de vurgulamış oldu. Erdoğan demokratik olarak seçilmiş bir hükûmetin başında olabilir, güçlü bir halk desteğinin tadını çıkarıyor da olabilir ancak protestolar herhangi bir hükûmetin, yetkileri ne kadar garanti altında olursa olsun, dikkate alması gereken halk memnuniyetsizliğinin ve bölünmesinin ne kadar derin olduğunu ortaya çıkardı.

Erdoğan’ın kendi deyimiyle “sert oynamak” taraftarları arasındaki desteğinin artmasını sağlayabilir fakat bu uzun ömürlü olmayacaktır. Erdoğan’ın çevreci bir protesto hareketinin Türkiye’nin düşmanları tarafından “ele geçirildiğini” söylemesi de hiçbir şekilde yardımcı olmuyor. Sert oynamak ve muhaliflerini “halkın düşmanları” olarak göstermek köşeye sıkışmış liderlerin standart savunma mekanizmalarıdır ve genelde geri teper. Sadık bir siyasi tabanı olan Erdoğan, İstanbul’da başlayan protestoları ciddiye almakta gönülsüz davranıyor ancak bu, yaptığına pişman olabileceği bir hatadır.”

3- THE GUARDIAN, Simon Jenkins, 12.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/trafalgar-taksim-politics-quare-erdogan

GERÇEK SİYASETİN YAŞADIĞI YER EKRANLAR DEĞİL, SOKAKLARDIR

“—Feldmareşal Twitter’ı unutun. Trafalgar’dan Taksim’e kadar bizi yönetenleri dehşete düşüren şey, meydanın vahşi birlikleridir —

İktidar neden bir kent meydanından nefret edebilir? Bir meydanın ordusu yoktur; oy veremez; gidecek hiçbir yeri yoktur. Yalnızca bir alandır. Ancak, iktidara düşman bir işgali davet eden bir alandır. Dolayısıyla Türkiye Başbakanı dün İstanbul’daki Taksim Meydanı’nı “yeniden ele geçirmek” zorunluluğunu hissetmiştir. Bu majestelerine alternatif bir meşruiyet koltuğu, bir isyan alanı, çirkin bir el hareketidir. Burada tanklar, silahlar, gaz bombaları ve buldozerler kullanıldı ama meydan temizlenmek zorundaydı.

Meydanlar vatandaşların kutsal mabetleridir. Geometrik yapıları geçmişteki ayaklanmaların hayaletlerini gösterir ve gelecekteki ayaklanmaların sözünü verir. Recep Tayyip Erdoğan’ın sadece Kahire’deki Tahrir Meydanı’na bakması ve Pekin’deki Tiananmen, Tahran’daki Azadi, Kiev’de Bağımsızlık, Atina’da Sintagma meydanlarında yaşanan kargaşaları hatırlaması yeterli. Geçmişte bu isimler iktidarın kalbine korku salmış olmalı.

Bir başkentte bulunan bir meydan kızgınların toplanma yeri, mülksüzleştirilmiş kişilerin oturma odasıdır. Orada göstericiler demagojilerinin dünyaya ulaşacağından emin olabilirler. Bize gelişmiş siyasetin, içinde yaşadığımız dijital çağda gezici ve gönüllü oluşumlar, birdenbire ortaya çıkan insan grupları ve Twitter mesajlarına yöneldiği söyleniyor. 1990’larda Amerikan seçim bilimcilerin elektronik demokrasi çağına girdiğimizi ilan etmesinden bu yana, yüz yüze siyasetin öldüğünü düşündük.

Bunu Tahrir, Tunus veya Trablus’ta kırılan kafalara veya Turuncu Kiev sokaklarının, Miloseviç’in Belgrad’ının muzafferlerine anlatın. Bu olayların her birinde güruhlar sokaklara döküldü, telefon uygulamaları veya AK47 tüfekleri yoktu, ancak sayıları çok fazlaydı. İktidardakiler kendi sürelerinin dolduğunu düşünerek kaçtılar.

Bunu İran, Pakistan, Burma, Sri Lanka, Fas ve Bahreyn gibi istikrarsız rejimlerin yöneticilerine sorun. Mareşal Facebook’un veya Tuğgeneral Twitter’ın karşısında tir tir titremiyorlar. Onlar “sefillerden” korkuyorlar, meydanın birliklerinden, barikatlardan, Molotof kokteyllerinden, tuzla buz edilen dükkanlardan, kanlar içindeki polis ve öğrenci görüntülerinden korkuyorlar. İnternet bir kalabalığı ancak toplanmak isterse toplayabilir. Ancak kan dökülmesine neden olan, olayları yaratan bu yürüyen ayaklar ve çığlık sesleridir.

Sanal alemdeki hiçbir tepki Erdoğan’ı ve Taksim Meydanı’nı dümdüz ederek Gezi Parkı’na alışveriş merkezleri ve mülkler dikecek müteahhit dostlarını durduramayacaktı. İngiltere’nin de dâhil olduğu birçok ülkenin modern yöneticileri gibi Erdoğan da ağaçlar ve çimenleri fazla dikkate almayan inşaat çıkarları için rehin alınmış durumda. Ancak bu durum, binlerce insanın onun hürmetsizliğini dünyanın dikkatine sunmak için buldozerlerin önüne yatmasına sebep oldu. İşe yaramamış olabilir, ancak AB’ye girme umutları suya düşen ve aşağılanan Erdoğan, partisinin yozlaşmasının bedelini ağır bir şekilde ödedi.

İnternet siyaseti hükümetleri teftişe ve tartışmaya açtı, ancak eyleme dönüşmezse hiçbir anlamı yok. Online hareketler normal hareketlerin yerini tutamaz, bu yüzden eğlence sektörü şu an gelirlerinin çoğunu canlı etkinliklerden kazanıyor. Online hareketler deneyimler için kesinlikle önemli bir ana portaldır, ancak deneyimin kendisi değildir.  Her müzik menajerinin bildiği gibi “Para dışarıdadır.”

Online hareketler etten kemikten siyasetin de yerini tutamaz. Seçim başarısız olursa ve mermi de yoksa inatçı veya yozlaşmış bir lidere ulaşmak sokağın diliyle mümkündür. Sanal siyaset diğer sanal şeyler gibi gerçekdışıdır. Gerçeğin siyaseti yüzyıllardır değişmemiştir. Bu forumun, meydanın, pazar yerinin siyasetidir.

İngiltere’de Trafalgar Meydanı yıllardır siyasi gösterilere kapatıldı bunun yerine belediye başkanını yükseltecek ticari gösteri ve oyunlara bırakıldı. Erdoğan da böyle bir şeyi uygun görürdü.

Tüm iktidarlar meydanlardan korkar, çünkü tüm meydanlar kalabalıkları sever. Elias Canetti’ye göre kalabalıklar birbirinden çok farklı heyecanların izdihamıdır: öfke, mücadele, kaçma, rahatsız etme, öldürme, arzulama, hayran olma: “Çıplak kalabalığa her şey bir Bastille Meydanı gibi görünür.” demiştir. Freud’a göre bunlar yersiz korkuların oluşturdukları ve “tarihi sarsıntılardır.” Yazar James Surowiecki’ye göre ise kalabalıklar bireylerin aksine, safi kolektif bilgeliğe erişmişlerdir.

Bir tek şeyden eminim ki o da kalabalıkların sonsuza dek süreceği. Siyasetin toplantılardan ve meclisten ayrı kalabileceği fikri delice bir fikirdir.

Barbara Ehrenreich’in uyanışçı “Sokaklarda Dans” adlı çalışması, “devletin ve iş dünyasının ezici gücüne rağmen tek güç kaynağı olarak dayanışmayı” gösterir ve insanların “dayanışma neşesini” tanımlar. Ehrenreich’e göre Woodstock’tan Glastonbury’ye, Coachella’dan Burning Man’e rock müzik festivalleri, övgü toplayacak niteliktedir ve konser olmanın çok ötesine geçip yarı siyasi göçlere dönüşmüştür. Bunlar anarşik neşenin dışavurumlarıdır. İnternet ise onların eşiğinden başka bir şey değildir.

Böyle bir toplanma ustaca bir siyaset anlamına gelmez. Daha ziyade, siyaset ustalığını kaybettiğinde ve kolektif bir bilinçaltının ağına düştüğünde meydana gelir. Ekranlarda değil sokaklarda bulunur. Erdoğan Thatcher’ın kelle vergisi almak için Trafalgar’daki eylemleri dağıttığı gibi, alışveriş merkezini inşa etmek için Taksim’i temizleyebilir. Ancak bu Thatcher’a hiçbir fayda getirmedi. Sonunda Meydan kazandı.”

4- THE GUARDIAN, Timothy Garton Ash, 13.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/europe-condemn-erdogan-hubris-democracy

ERDOĞAN’I KINAYIN ANCAK KİBİRLE VEYA YANILGIYLA DEĞİL

“— Avrupa paylaştığımız değerler için direnenleri desteklemeli. Ancak Türk demokrasisinden mucize beklemeyin —

Farklı bir yıl, farklı bir ülke, farklı bir meydan. Prag’da Wencheslas, Kiev’de Bağımsızlık Meydanı, Tahran’da Azadi Meydanı, Moskova’da Kızıl Meydan, Kahire’de Tahrir Meydanı ve şimdi de İstanbul’daki Taksim Meydanı… Her meydan dünyaya totemsel fotoğraflarla ulaşır. İstanbul’da bu, -İTÜ’de akademisyen olan Ceyda Sungur- çevik kuvvet tarafından çok yakından üzerine göz yaşartıcı bomba sıkılan kırmızı elbiseli kadındı. Ulusal simgeler, bayraklar ve renkler değişiyor, – İran’da yeşil, Kiev’de turuncu, İstanbul’da kırmızı – ancak görüntünün özü aynı kalıyor. Genç, kentli, modern, muhtemelen laiklik yanlısı genç bir kadın; silahlı, kasklı ve yüzü görünmeyen bir adamın karşısında… İster Ayetullahların, ister Devlet Başkanı Vladimir Putin’in isterse padişah olmak isteyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinde olsun, bu kişi, direnişe verilen tepkinin gücünü, otoriterliği ve baskıyı temsil ediyor.

Bu barışçıl protesto görüntülerini görünce, hemen kimin tarafında olduğumuzu biliyoruz. Onları destekliyoruz. Onlar bizim halkımız, biz onların halkıyız. Televizyon ve gazetelerin resim editörlerinin seçtiği görsellerin akıl çelen gücünden ve sosyal medyanın anlık grup tercihlerinden etkilenen bizler, bir şekilde yarı bilinçli olarak bunun aynı uzun mücadele olduğunu hissediyoruz.

Bir anlamda bu duygu tamamen yanlış değil. Dünyanın her yerinde şu anda, genç, daha iyi eğitimli, çoğunlukla kentli erkekler ve kadınların oluşturduğu bir çeşit “Beşinci Uluslararası” grubu var. Bu kişiler Şanghay’dan Karakas’a, Tahran’dan Moskova’ya dünyanın her yerinde birbirlerini tanıyorlar ve ilişki kuruyorlar. 1968 kuşağı gibi, ortak noktaları var, ancak bu sefer dünyanın dört bir yanında. Bunun bir nedeni, birçok kentte ve ülkede gezmeleri, yaşamaları ve eğitim görmeleri. Burada, Berlin’de bir Türk asıllı Alman veya Alman asıllı Türk öğrenciyi izledim: Ebru Dursun protestolara katıldı, televizyon izleyicilerine sakince neler olup bittiğini ve kendisi gibi protestocuların ne istediğini mükemmel Almancasıyla anlattı.

Başka bir açıdan bu duygu bizi tehlikeli bir şekilde dalalete düşürebilir. Yukarıda saydığım meydanların her biri farklı bir anı, çok farklı bir bağlamda simgeliyor. Bu anların sonuçları da tamamen farklı oldu. Taksim Meydanı tazyikli su, göz yaşartıcı bomba ve cop kullanan polis tarafından gaddarca temizlenmeden önce burada ülkenin Alevi azınlığına mensup kişiler, “antikapitalist Müslümanlar”, üç rakip takımdan futbol taraftarları, Sufiler, anarşistler ve yoga yapanlar da vardı. Bunların hepsi bir ortak paydada birleşmişlerdi: Erdoğan’ın gelecek yıl güçlenmiş bir başkanlık sisteminde Başkan olduğu takdirde, yeni padişah olmasını engellemek.

Başbakan yurtdışına yaptığı bir geziden Türkiye’ye döndüğünde çift katlı otobüsünün üzerine çıkıp taraftarlarına bir nutuk çekti: “Buradan İstanbul’un kardeş şehirleri Saraybosna, Bakü, Beyrut, Kahire, Üsküp, Bağdat, Şam, Gazze,  Ramallah, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum.” Vay be. Birçok siyasi lider iktidarda 10 yıldan fazla kalınca kibre boyun eğer. Her zaman otoriter bir kişiliği olan Erdoğan 2011’de yeniden seçildiği günden bu yana kibirli davranıyor. Sonrasında da daha bağımsız fikirli danışmanlarını işten çıkardı. Ancak bu büyük ölçekli bir kibir. Bunun bir sonucu çoktan kesinleşti: Erdoğan iktidarda kalırsa, uluslararası itibarı asla düzelmeyecektir. “Hoşgörünün sonu”, “vandallar”, “provokatörler” ve “teröristler” hakkında atıp tutarken, Erdoğan bölgesel bir umut meşalesinden bir korku simgesine dönüştü.

Bu olayların ne olmadığı konusunda da net olmak zorundayız. Göstericilerin “Resistanbul” (Direnistanbul) şeklindeki doğaçlama pankartlarında artık “Şimdi Tahrir Taksim oldu” yazıyor. Ancak Taksim Tiananmen şöyle dursun, asla Tahrir olmadı, çünkü Türkiye bir diktatörlük değil; bir seçim demokrasisi. Ancak kesinlikle çok bozuk bir demokrasi, zira hukukun üstünlüğü erimiş, azınlık hakları yetersiz ve kitlesel medya sindirilmiş veya manipüle edilmiş durumda. Türkiye Çin’den daha fazla gazeteciyi hapse attı ancak hala bir demokrasi. Son seçimlerde Erdoğan oyların yüzde 50’sini aldı.

Erdoğan esrarengiz bir şekilde bunun bir Batı komplosu olduğunu söylüyor, ancak bu olay kesinlikle bir Batı komplosu da değil. Bizim fotoğraf makinelerimizin odaklanmasını istediğimiz protestolar Batılı ve Avrupalı değerler olarak gördüğümüz şeyleri kucaklıyor olabilirler, ancak bunlar bir Batılı veya Avrupalı politikasının sonucu olarak cereyan etmedi. 10 yıl önce Türkiye’deki insanlar hala gerçekten Türkiye’nin üyeliğine giden müzakerelerin yapılacağına dair verilen sözün Avrupa Birliği üyeliğiyle aynı şey olduğuna cidden inanırken, böyle göstergeler Avrupa’ya yönelik daha büyük bir ulusal yolculuğun bir parçası olarak görülebilirdi. Ancak şimdi AB üyeliğinin bu çekici sözüne inanç büyük ölçüde geçersiz kaldı. Dolayısıyla Türkler bu değerleri kendileri için içselleştiriyorlar ve gösterişsiz bir şekilde kucaklıyorlar, jeopolitik ya da ekonomik sonuçlara yönelik bir araç olarak değil. Bu bir anlamda iyi bir şey olarak görülebilir. Bu Türk özgürlükleri için Türk mücadelesinden başka bir şey değil.

Geçen hafta İstanbul’daki olayları yerinden takip eden, açıkgöz bir Türk siyaset gözlemcisine, Avrupalı liderlerin Taksim olaylarına nasıl tepki göstermeleri gerektiğini sordum. Bana ‘Hiçbir şey. Bunu Türklere bıraksınlar.” diye cevap verdi. O zaman ona hak vermiştim. Ancak şu an fikrim değişti. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Stefan Füle’nin başına geldiği gibi, Türk lider anında çeviri kulaklığını tam da kendisine bir mesaj verildiği sırada çıkarsa dahi, kendi halkına böyle kendini beğenmiş bir şekilde zorbalık eden Erdoğan’a karşı Avrupalı liderler düşündüklerini açıkça söylemeliler.

Ancak ortak bir noktada uzlaşmamız gerekiyor. Paylaştığımız değerleri savunan kişilerle, fotoğraflarda içgüdüsel olarak “kendimiz” olarak gördüğümüz o genç kadınlarla tam bir dayanışma örneği sergilememiz gerekiyor. Onlar arasında birkaç tanesi, aslında yılın en azından belli bir bölümünde Avrupa’da yaşadıkları ve Avrupa ülkeleri vatandaşları oldukları için zaten bir anlamda “bizi” oluşturuyorlar.

Öte yandan son seçimi bu kişilerin kazanmadıklarını ve gelecek seçimleri de muhtemelen kazanmayacaklarını kabul etmek zorundayız. Siyasi olarak gerçekçi bir sonuç şu anki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve iktidar partisi içinde artık daha ılımlı olan eğiliminin avantaj sağlayabileceğidir. Daha hakiki bir liberal demokraside dahi Türk modeli, Doğu Akdeniz’de bir Fransa Cumhuriyeti gibi olmayacaktır. En iyi ihtimalle Türk modeli çoğunluğun dini olarak İslam’ı tanıyan, bir laiklik ve demokrasi bileşimi olacaktır. Bu şekilde Türkiye Orta Doğu’nun büyük bölümü için yeniden bir mıknatıs ve Avrupa Birliği için ciddi bir aday ülke haline gelebilir. Türkiye, kısmen Taksim’de olanlar sayesinde önümüzdeki birkaç yılda bu yönde ilerlerse, o zaman biber gazına boğulan protestocuların gözyaşları boşa akmamış olacaktır.”

5- THE SPECTATOR, Claire Berlinski, İstanbul, 15.06.2013

Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8934351/turkeys-agony-the-view-from-taksim-square/

TÜRKİYE’NİN IZDIRABI

“–Erdoğan Neden Barışçıl Bir Protestoyu Şiddetli Bir Kâbusa Dönüştürdü?–

Şimdiye kadar Türkiye’nin dört bir yanına yayılan protestoların gaddar bir şekilde bastırıldığından herkesin haberi oldu. Kentin merkezi olan Taksim Meydanı’nın hemen yanında bulunan Gezi Parkı’nın AKP’nin bir başka Osmanlı tarzı Disneyland inşa projesine dönüştürülmesi kararlaştırılmıştı. Londra standartlarına göre pek parka benzemese de birkaç ağaç ve açıklık bir alandan oluşan bu park, semtte hâlâ var olan az sayıda yeşil alandan biriydi. Protestocular bu küçük sığınağı İstanbul’un kentli karmaşasına kaptırma fikrini dayanılmaz buluyordu.

Polis ağaçları kucaklayan kendi hâlindeki kişileri sürpriz bir saldırıyla dağıttı, sadistçe ve orantısız güç kullandı. Ben bunu haftalardır kendi gözlerimle görüyorum ancak açık ara en kötü saldırı, salı günü Başbakan Erdoğan’ın protestocularla yapacağı toplantıdan bir gün önce polis Taksim Meydanı’nı tekrar ele geçirmek istediğinde yaşandı.

Sürpriz saldırı sabah saat 07.30’da başladı. Kara duman meydanın çevresini çabucak sardı ve göz yaşartıcı bomba tüm semti sarmaladı. Daha sonra altı adet tazyikli su aracı geldi, bunun ardından da yeni göz yaşartıcı bombalar… Taksim’de en az altı kamera bu sahneyi canlı olarak bütün ülkeye gösterirken İstanbul Valisi Mutlu, Twitter’da “bazı protestocuların sis ve duman çıkaran maddeler kullandığını” belirtti ve şöyle konuştu: “Hepimiz bilmeliyiz ki bu kişiler polisin aşırı derecede göz yaşartıcı bomba kullandığı izlenimini vermeyi amaçlıyorlar.” Anladığım kadarıyla göz yaşartıcı bombanın varlığının tek göstergesinin yalnızca sis ve duman olmadığı Mutlu’nun aklına gelmiyor. Mutlu aynı zamanda sadece Taksim’in temizleneceğine söz vermişti. Protestoculara ve parka “asla” zarar verilmeyeceğine yemin etmişti. Ancak üç saat sonra protestocular polisin parkı yeniden ele geçirmesini önlemek için parkın çevresinde bir insan zinciri oluşturdular ancak polisler plastik mermi kullandılar, gazetecileri dövdüler ve yalnızca çok sayıda protestocuyu gözaltına almakla kalmadılar, onların avukatlarını da gözaltına aldılar. İstanbul Barosuna göre 79 avukat gözaltına alındı. Hükûmet şimdi Twitter’daki “provokatörlere” karşı bir “operasyon” düzenlediği yönünde imalarda bulunuyor ancak yaralıları tedavi eden doktorların telefon numaralarını tweet atanlar da “dezenformasyon” suçu işledikleri gerekçesiyle zaten önceden gözaltına alınmıştı. Bir Türk gazeteci savcıların istedikleri her cep telefonuna el koymalarını da kapsayan bir karar çıkarttırdıkları haberini yaptı. Bunu henüz teyit edebilmiş değilim ancak böyle bir şey doğruysa buna kesinlikle şaşırmam.

Ancak bu henüz başlangıçtı. Sakin geçen bir öğleden sonranın ardından 30.000 kişi Taksim Meydanı’na geri döndü. Sonuçta bu her zaman onların meydanıydı ve hâlâ da öyle. Polis onlara daha da fena bir saldırıyla cevap verdi, dev kalabalığı göz yaşartıcı bomba bulutuna ve ses bombasına boğdu. Öğrencilerin, seyyar satıcıların, kadınların da aralarında olduğu korkmuş ve nefesi kesilmiş kalabalık yan sokaklara kaçtı. Ebeveynler küçük çocuklarından ayrılmak zorunda kaldılar. Polis Türk bayrağı sallayan, tekerlekli sandalyedeki bir adama tazyikli su sıktı.

Kollarında kan grupları yazan gönüllüler yaralıları eğreti bir revire taşıdılar. Aşırılık yanlısı fırsatçı çeteler (parktaki barışçıl göstericilere pek benzemeyen) sloganlar eşliğinde polise Haliç’e açılan sokaklarda sataştılar. Yabancı muhabirler bu olayı son zamanlardaki en kötü anıları olarak tanımladılar.

15 gündür süren çatışmalarda dört ölü teyit edildi, birçok kişi ciddi beyin hasarı geçirdi ve en az 10 gencin plastik merminin hedefi olması nedeniyle gözleri çıktı. Yaralı haberleri hızla geliyor ancak sayıyı teyit etmek zor. Türk İnsan Hakları Derneği hastane raporlarına bağlı olarak yaralı sayısını 5.000 olarak veriyor. Ancak yaralanan herkesin hastaneye gitmediğini de akılda tutmak gerekir.

Üstelik birçok doktor muhtemelen devlet baskısı altında olduğundan “polisle çatışmaları” yaralanma nedeni olarak kaydetmiyor, bunun yerine doktor raporlarında kurbanın “kaza geçirdiği” yazıyor. Ancak mahallemdeki (Taksim’e yakın) hastanelerin kayıtlarını elde ettim ve okuduklarımdan buz kestim: Her hastane yüzlerce yaralanma olayını kaydetmişti. Raporlar sayfalarca sürüyordu ve doktorlar bunların “kaza” olmadığı konusundan emindiler.

Belki olayların şimdiye kadarki en acı verici kısmı Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda saldırılar arasında yaşanan sessiz birkaç gün boyunca tadı çıkarılan barış anlarıydı. Kentin gerçek hâlini çok kısa bir süre için de olsa gördüğümüz bu andı.

Geçtiğimiz cuma günü de Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarıyla durumu alevlendirmeye yönelik gayretli girişimine rağmen barışçıl havada geçti. Öyleki İstanbul Borsası Erdoğan’ın ağzından çıkan her sözle alt üst oldu. Özellikle bir konuşması borsanın yüzde 7,5 oranında düşmesine sebep oldu. (Bu konuşmanın ulusun gayrisafi yurtiçi hasılasına maliyetini hesaplamayı matematikçilere bırakıyorum.)

Bununla beraber bir şekilde saldırıları durdurma talimatı yukarıdan geliyor gibi görünüyordu. Ama hiç kimse bunun kaynağını bilmiyor. Birkaç gün önce Tanrı’ya şükür ki Erdoğan çok acil bir Kuzey Afrika gezisine çıkarak ülkeden kaçmıştı ve ülkeden ayrılışının üstünden birkaç saat geçtiği anda polis Taksim’den çekilmişti.

Cuma günü Taksim ve Gezi Parkı’nda gezindim ve İstanbul’da yaşadığım on yıl boyunca ilk kez kendimi özgür bir ülkede gibi hissettim. Daha önce Türkiye’de böyle bir şey görmemiştim. Taksim’den sürekli geçerim ve her zaman (sivil ve üniformalı) polis kaynıyor olur.

Ancak geçtiğimiz hafta sonu buralar farklıydı ve görkemliydi, dev ve masum bir karnaval düzenlenmişti ve milliyetçi Türklerle milliyetçi Kürtler candan bir şekilde kaynaşmıştı, Mumlarla yakılan balonlar gökyüzüne salıverilmişti ve havadan gelen tek biber kokusu taze ekmeğin arasında dağıtılan acılı ızgara köfteden geliyordu.

Protestocuların kin duydukları şeylerden biri de Başbakanın içki satışlarını kısıtlayacak yeni yasaları geçirmeye yönelik buyurgan girişimleriydi. Buna karşı özel bir isyan göstergesi olarak girişimci protestocular veya girişimci Türkler buz gibi bira sattılar. Bu biralar 1970’li yıllarda sokakları kana bulayarak 1980 darbesine neden olan silahlı çatışmalara giren komünistler ve sağcılar tarafından paylaşıldı.

Parkta sendikacılar, doktorlar, beyaz yakalı çalışanlar ve daha çok da üniversiteliler, eşcinseller, Aleviler, Sufiler ve yogacılar vardı. Hükûmetle dalga geçen doğaçlama dokundurmalar da mevcuttu. Bunların bazıları çok komikti ancak kültürel ve dilsel olarak İngilizceye çevrilmesi olanaksız. Doğaçlama dans edenler vardı. Parkın kurtulması için herkes zıpladı. Ücretsiz kitap ödünç verilen bir kütüphane kuruldu ve birçok kişi koyu renk giyinen, komşuların ne diyeceği konusunda aşırı derecede endişelenen ve ciddi kişiler olan İstanbulluların pek yapmadığı şekilde aptalca ve kaygısızca gülümsüyordu.

Glastonbury müzik festivalinin esrarsız versiyonu gibiydi. Bu çocuklar Wall Street’i İşgal Edin hareketindeki kalabalığa benzemiyorlardı, siyasi olarak ne yaptıkları konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Broşür dağıtmıyorlardı, Saul Alinsky’nin kim olduğunu bilmiyorlardı, sokakları tuvalet olarak kullanmıyorlardı. Herkes mutluydu ve canının istediğini yapıyordu. Böylece Türkiye’nin sürekli halkını izleyen ve dinleyen, sürekli halkına müdahale eden devletinin halktan elini çektiğinde nasıl olacağını bir kereliğine de olsa görmüş oldum.

Ancak salı gecesi itibarıyla o aptal, masum ağaç kucaklayıcılarının çoğu hastanelik edilmişti ve yaralı sayısı çok yüksek. Bunların en kötü yanı ise hiç kimsenin bunun niye olduğunu anlayamaması. Erdoğan protestoların kendisine karşı “finansal kurumlar, faiz lobisi ve medya grupları” olarak tanımladığı dış mihraklar ve teröristler tarafından bir komplo olduğu yönündeki ısrarını artırdı. AKP’li yetkililer halkın önünde Erdoğan’a bir iç savaş mı başlatmaya çalıştığını soruyorlar.

Çarşamba sabahı Taksim Meydanı’nda rahatsız edici bir sükûnet vardı ancak İstanbul bir “evet” kenti değildi artık ve hiç olmayacaktı. Yeniden “yok” kentine dönüşmüştü.”

6-THE ECONOMIST, 15.06.2013

Orijinali: http://www.economist.com/news/europe/21579487-prime-minister-chooses-toughness-over-talk-consequences-turkey-could-be-seriously?zid=307&ah=5e80419d1bc9821ebe173f4f0f060a07

TÜRKİYE’NİN AYAKLANMASI: YÜZLEŞMEYE GİRMEK

“— Başbakan iletişim yerine katı tavırlılığı tercih ediyor. Bunun Türkiye için ciddi anlamda zarar verici sonuçları olabilir —

“Başbakan ser konuşuyor diyorlar. Eğer buna sertlik diyorsanız, üzgünüm ama bu Tayyip Erdoğan değişmez.” Türkiye Başbakanı’nın kendi parti temsilcilerine 11 Haziran’da kullandığı bu iddialı ifade, çevik kuvvetin Taksim Meydanı’nda protestocularla şiddetli bir şekilde çatıştığı sırada söylendi. Meydanı temizlemeye yönelik talimatın nereden geldiği bu sözlerle ortaya çıkmış oldu.

Türkiye’deki karmaşa 31 Mayıs’tan bu yana devam ediyor. Erdoğan Gezi Parkı’nı yıkıp yerine bir alışveriş merkezi ve rezidans dikme yönündeki tartışmalı planını daha önce geri çekseydi, protestolar çoktan, kısa süre içinde dinmiş olacaktı. Bunun yerine inatçı Başbakan on binlerce genç kişiyi kızdıran, kışkırtıcı söylemini püskürtmeye devam etti. Erdoğan ancak 12 Haziran’da biraz yumuşayarak Gezi Parkı planının İstanbul çapında bir referanduma tabi tutulabileceğini belirtti.

Muhalifleri Erdoğan’ın Türkiye’nin müdahaleci ordusunun gücünü elinden yalnızca polise teslim etmek için aldığını söylüyorlar. Erdoğan’ın müttefikleri bile onun hala ülkenin en popüler siyasetçisi olmasına karşın ülkeyi yönetme konusunda hala uygun kişi olup olmadığından şüphelenmeye başladılar. Polis gaddarlığının yaşandığı sahneler İslam dünyası için uzun süre boyunca rol modeli olarak görülen bir ülkenin imajına leke sürdü. Türkiye konusunda çalışan Oxford Üniversitesi’nde akademisyen Kerem Öktem, Erdoğan’ın devrilmesinden önceki dönemde Hüsnü Mübarek’e gittikçe daha çok benzediğini belirtiyor.

Erdoğan 12 Haziran’da protestocularla buluştuğunda bir umut ışığı doğdu. Ancak görüşmeden tam bir gün önce polisin meydana saldırması insanları kızdırdı. Radikal solcular Taksim Anıtı’na ve çevredeki binalara dev afişler asarak hükümetin otoritesine açık bir şekilde isyan ettiler. Yakılmış kamyonetlere ve uzun duvarlar küfürlü grafitiler yazılmıştı: “Türkiye’den Yunanistan’a, “kahrolası” polis.”

Polis protestoculara dağılmalarını söyleyince bir grup provokatör Molotof kokteyli ve taş atmaya başladılar. Cevap tazyikli su ve göz yaşartıcı bombalarla geldi. Hatta gaz bombaları direkt insanların üzerine atıldı. İstanbul Valisi’nin parka dokunulmayacağı yönündeki taahhüdüne karşın polis parka da daldı.

Hayra yorulamayacak bir tavır değişikliğiyle Erdoğan parkın 24 saat içinde boşaltılmasını, aksi takdirde zorla boşaltılacağını açıkladı. Türkiye’nin Amerikalı ve Avrupalı dostları seslerini daha çok yükselterek ortalığı yatıştırma çağrısında bulunsalar da, Erdoğan hala çatışmaya kararlı görünüyor. Erdoğan yalnızca protestocuları çapulcu ve ayyaş olarak aşağılamıyor (Osmanlı döneminden kalma bir camiide bira içtiklerini ve cinsel ilişkiye girdiklerini bile ileri sürdü), aynı zamanda öfkesini dış basına da yöneltiyor. İki Kanadalı gazeteci bu yüzden kısa bir süre tutuklu kaldı. Erdoğan’a göre Taksim Meydanı’nda yaşanan olaylara dair yapılan “abartılı” haberler, dış mihrakların Türkiye’nin borçlanma maliyetlerini artırarak ülkeyi karıştırmaya yönelik küresel bir komplonun parçası.  Bu güya ekonomiyi küçültecek ve bununla birlikte Erdoğan’ı devirecek. Hükümet yanlısı gazeteler bu komploda İsrail ve Yahudilerin oynadığı rolü anlatan öykülerle dolu. Bir AK Partili esas problem “Başbakanın bunlara inanıyor” olması diyor.

Aslında protestocular etiketlenmek istemiyorlar. Aralarında çevreciler, eşcinseller, anarşistler, Kürtler, Aleviler ve çok sayıda kadın var. Neredeyse hepsi Erdoğan’ın kendi toplumsal muhafazakarlığına dayalı dünya görüşünü ülkeye dayatma girişimlerinden ve AK Parti’ye hiçbir zaman oy vermemiş Türk seçmenlerin yarısının pek kale alınmamasından bıkmış. CHP’li milletvekili Aykan Erdemir “Bunlar kolektif haklardan ziyade bireysel özgürlükler için sokaklara dökülen ilk nesil.” diyor.

Erdoğan’ın kavgacı tarzı daha önce ordu ve yargıyla girdiği mücadelelerde işine yaramıştı. Geçtiğimiz hafta dindarların Türkiye’nin laik yöneticileri tarafından nasıl zamanında zulme uğradığını anlatan kışkırtıcı konuşmalar yaptı. Boston Üniversitesi’nde antropolog olarak çalışan Jenny White şöyle diyor: “Erdoğan’ın soğukkanlılığını kaybettiğini ve körlemesine tepki verdiğini düşünenler bu çatışmanın Erdoğan’ın protestoları bir an önce ve bir kerede sona erdirmeye yönelik pragmatik stratejisi olduğunu göz önünde bulundurmalı.”

Ancak bu işe yarayacak mı? Erdoğan’ın devam eden popülaritesinin bir nedeni de ekonomiyi başarılı şekilde yönetmesi. Kutuplaştırıcı taktikleri onun tabanını harekete geçirebilir, ancak ekonomik görünüm zaten pek parlak değilken, görünüşe bakılırsa yatırımcıları korkutuyor. Ayrıca bu cesaret gösterisinin ardında bir gelecek korkusu yatıyor.

Erdoğan Ağustos 2014’te Türkiye Cumhurbaşkanı olmak istiyor. Taksim olaylarına kadar bu göreve geleceğinden emindi. Ancak şimdi AK Parti’yi birlikte kurduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu görevde ikinci dönemini yaşamak istediğine teşvik olmuş olabilir. Gül’ün kriz boyunca süren uzlaşmacı tavırları ona duyulan desteği artırdı. Ancak demokrat olduğu kadar Müslüman da olan Gül, Erdoğan’ın tartışmalı içki satışı ve tüketimini yasaklayan kanun tasarısını onaylayarak yasalaştırdı.

Birçok şeyin geleceği, önümüzdeki Mart ayında yapılacak yerel seçimlere bağlı. AK Parti bu seçimlerde kötü sonuç alırsa, bazı parti üyeleri Gül’e başvurabilir. Her halükarda Erdoğan’ın uzun süredir sözünü verdiği yeni anayasayla ilerleme ihtimali artık çok zayıf görünüyor. Bu onun Kürtlerle barış görüşmelerini de tehlikeye sokabilir. Suriye’deki çatışmanın Türkiye’ye sıçraması yönündeki tehdit de endişe kaynağı olmaya devam ediyor. Türklerin çoğu Reyhanlı’da geçen ay 52 kişinin hayatına mal olan çifte bombalı saldırıdan Erdoğan’ın Suriyeli isyancılara aleni desteğini sorumlu tutuyor.

Bazı kişiler Erdoğan’ın maço duruşunun arkasında bir paniğin ipucunu saptadılar, bu da durumu daha da kötüleştirebilir. Erdoğan neden bu hafta sonu Ankara ve İstanbul’da mitingler planlıyor ve hangi mesajları verecek? Taraftarları Erdoğan’ı 6 Haziran’da Kuzey Afrika’dan dönüşünde karşıladıklarında ona “Yol ver Taksim’i ezelim” ve “Azınlık sabrımızı taşırma” şeklinde tezahürat yapmışlardı. White’ın uyardığı gibi “Erdoğan ellerine bir sopa almalarını sağlar ve onlara gidecekleri yolu gösterecek işareti verirse, Tahrir Meydanı’nda ortaya çıkıveren canilere dönüşecekler.”

7-THE INDEPENDENT ON SUNDAY, Joan Smith, 16.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/comment/turkey-protests-government-fury-at-istanbul-protests-exposes-an-authoritarian-regime-8660309

ERDOĞAN’IN KÜÇÜMSEMESİ AÇIKÇA GÖRÜLEBİLİYOR

“–Hükûmetin İstanbul Protestolarına Öfkesi Otoriter Bir Rejimi İfşa Ediyor–

Cuma gününün erken saatlerinde Türk hükûmeti karar değiştirdi. İstanbul’da bir parkı işgal eden protestocularla olabilecek bir çatışmanın neticesiyle ilgili bir sürü gürültü çıkardıktan sonra Başbakan birdenbire görüşme önerisinde bulundu. Beş kişi öldükten ve 5.000 kişi yaralandıktan sonra Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı’nın bir bölümünü alışveriş merkezine dönüştürme planlarını mahkeme kararı açıklanıncaya kadar askıya almayı kabul etti. Bu da hükûmetinin taktiklerinin Avrupa Parlamentosunda kınanmasına neden olan endişe verici durumu yatıştırdı.

Ancak bu, kesinlikle Erdoğan’ın sorunlarının sonunu getirmedi. İstanbul’un geriye kalan birkaç yeşil alanından birini koruma amaçlı bir protesto olarak başlayan olaylar apaçık şekilde otoriter hâle gelen bir hükûmete karşı öfkenin odak noktasına dönüştü. Gazeteciler bu eylemlerin ön sıralarındaydı ve geçen yıl dünya genelinde hapiste tutulan gazetecilerin beşte birinde fazlası Türkiye hapishanelerindeydi. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu yılın başlarında düzenlenen ortak bir basın toplantısında gazetecilerin hapiste olması konusunu dile getirmesinin ardından Erdoğan, yalnızca birkaç gazetecinin tutuklu olduğunu söyleyerek ona çıkıştı. Erdoğan “Onlar gazetecilik çalışmaları nedeniyle hapse atılmadılar.” diyerek bu gazetecileri darbe planlamak, yasa dışı silahlara sahip olmak veya terör örgütlerine çalışmakla suçladı.

Bu söylem, anlaşmazlıkların meşru yollarla ifade edilmesiyle düzenli olarak alay eden bir siyasetçi için tipiktir. Erdoğan’ın dili tahrikkâr ve paranoya belirtileri taşıyor.  Erdoğan kürtajları sivillere hava saldırılarıyla karşılaştırmış ve bunu “ülkeyi dünya sahnesinden indirmeye yönelik alçak bir plan” olarak tanımlamıştır. Erdoğan sezaryenle yapılan doğumlara bile öfkelenmektedir. Her kadının en az üç, tercihen beş çocuk doğurması gerektiğini söylemekte, Türkiye’nin çok önemli aile içi şiddet sorununu hafife almakta ve 2002-2009 yılları arasında “namus” cinayetlerinin 14 katına çıkmasıyla ilgili kanıtları reddetmektedir.

Ancak Ankara ve İstanbul gibi kentlerde, azımsanmayacak sayıda modern, eğitimli, haklarını güçlü bir şekilde savunan kadın ve erkek bulunmaktadır. Milyonlarca kişi Erdoğan’ın kendi dinî görüşlerini demokratik yetkilerini epey aşacak şekilde topluma dayattığını düşünüyor. Bu kişiler bir caminin 100 metre yakınında içki satışını yasaklayan yeni yasadan bahsediyorlar. Bu yasak şimdi daha da etkili çünkü Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde 17.000 yeni cami inşa edildi. Bu kişiler “dindar bir nesil yetiştirme” sözünden hoşlanmıyor, özellikle de Erdoğan’ın AK Partisine mensup bir yetkilinin geçenlerde ateistlerin “yok edilmesi gerektiği” yönünde bir Twitter mesajı atmasından sonra.

Modern dünyada mantıklı insanların böyle kısıtlamalara hoşgörüyle yaklaşmasının da bir sınırı vardır. Geçen birkaç hafta içinde Türkiye’nin epey hoşgörüsüz Başbakanı, rıza almaksızın yönetmeye çalışmanın sınırlarını keşfetmiştir.”

8- THE GUARDIAN, Ahmet Davutoğlu, 17.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/16/protests-represent-turkey-democracy-akp

BİZ TÜRKİYE’NİN TÜMÜNÜ TEMSİL EDİYORUZ

“–Hükûmetimiz Birinci Sınıf Bir Demokrasi İnşa Etmiştir ve Barışçıl Protestolara İzin Vermek Başarımızın Yansımasıdır–

İstanbul’daki Gezi Parkı olayları konusunda çok şey söylendi ancak bu olayları tamamen anlamak için daha geniş bir perspektiften bakmak şart.

Öncelikle Türkiye’de demokrasi açığı olduğunu iddia etmek yanlıştır. AK Partinin iktidara geldiği andan bu yana biz toplumun tüm kesimlerinin temel haklarını kullandıkları, istikrarlı ve adil bir sistem kurmak için çabaladık. Bu kolay olmadı; çok büyük engelleri aşmak zorunda kaldık. Bunlar arasında birçok başarısız darbe girişimi, partiyi ve liderlerini ortadan kaldırmak için siyasileştirilmiş yargı girişimleri de vardı. Bu sorunların üstesinden gelirken demokratik ilkeleri sıkı şekilde kucakladık, kamuoyunun bilgeliğine bel bağladık ve hukuk içinde hareket ettik. Kendimizi ülkenin iktidarı olarak değil, halkın seçtiği ve halka hizmet eden demokrasinin hizmetkârları olarak gördük.

Partimiz fikir ve inançların çeşitliliğini takdir eder çünkü bize kılavuzluk eden onlardır. Yönetimimize izin veren yurttaşlarımızın gücüdür. Bu, partinin birbiri ardına seçim zaferleri kazanmasının temel nedenidir.

İkincisi, başarımız sandığın ötesine geçiyor. Gerçekten tüm barışçıl protestolar demokratik katılım ve müzakereyi artırma başarımızı yansıtmaktadır. Ben kesinlikle inanıyorum ki başta genç kuşaklar olmak üzere daha çok kişinin siyasete müdahil olması muhtemelen gerçek bir demokrasi kültürünün sürmesini sağlayacaktır.

Siyasi katılım ve muhalefetin bir tehdit değil, demokrasinin ilerici bir aracı olduğunu düşünüyoruz. 2002’den bu yana Türkiye bunun birçok somut örneğini gördü. Aydınlar, halka mal olmuş kişiler ve gençlerle demokratikleşme, Kürt sorunu ve azınlık meselelerine ilişkin çalıştaylar ve müzakereler gerçekleştirildi. Gezi Parkı konusunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve protestocuların temsilcileri arasında gerçekleşen toplantının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu temsilcileri protestoların başından bu yana birçok kez toplantıya çağırdı ve parka ilişkin düzenleme planını referanduma götürmeyi teklif etti.

Üçüncüsü, barışçıl protestoları demokratik bir sistemin parçası olarak görmemize karşın bu ilke ile kamu düzeninin korunması arasında ortak noktada buluşmamız da gerekmektedir. Protestolar hükûmetin parkın yeniden düzenlenmesine karşı barışçıl bir çevre eylemi olarak başlamıştı. Ne yazık ki şiddet ve aşırılık yanlısı gruplar onların taleplerini gasp ettiler. Hiçbir demokratik hükûmet yasa dışı veya gayrimeşru bir grubun kamu düzenini altüst etmesine, polise saldırmasına ve mülklere zarar vermesine izin vermez. Ancak protestoculara karşı güç kullanımında bazı hatalar yapıldı ve hükûmet bundan dolayı üzüntüsünü ifade etti. Bu konuda soruşturmalar yolda ve sorumlular bunun hesabını vermeye başladılar.

İlginç bir şekilde yalnızca bazı kışkırtıcıların AK Partiye karşı olması nedeniyle medya kuruluşlarının çoğu onların şiddetini görmezden geldi ve onları demokrasi yanlısı gruplar olarak bile betimledi. Bu yüzden Gezi protestolarının Türkiye’nin birinci sınıf demokratik ekonomiler seviyesine yükselmesi konusunda birtakım şüpheler uyandırmak için suiistimal edildiğini düşünüyoruz. Bununla beraber Reyhanlı’da yakın geçmişte yaşanan terör saldırısı medyada çok az yer aldı.

Biz toplumun büyük bölümünün desteğiyle seçildik ancak tüm ulusun iradesini temsil ediyoruz ve buna cevap veriyoruz. Demokrasi katılım, danışma ve fikir birliği kurmak demektir. Gezi Parkı ile yükselen talepleri duyduğumuz kadar bu hafta sonu parti mitinglerimizi dolduran yüz binlerce kişinin sesini de duyuyoruz.

Seçilmiş bir hükûmeti değiştirmenin tek yolu seçimlerdir. Partimiz, birinci sınıf bir demokrasi inşa etti ve biz buna büyük değer veriyoruz. Türkiye’de hükûmetler 1950 yılından bu yana dört kez siyasi alanın dışında kalan güçler tarafından devrildi. Biz halkın iradesini temsil ediyoruz ve siyasi iktidarımız tüm vatandaşlarımızın iktidarıdır.”

9- THE GUARDIAN, Richard Seymour, Sadece İnternet Sitesinde Yayımlanmıştır, 18.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/18/turkey-standing-man

TÜRKİYE’NİN “DURAN ADAMI” PASİF DİRENİŞİN BİR DEVLETİ NASIL SALLAYABİLECEĞİNİ GÖSTERİYOR

“–Türk Hükûmeti Erdem Gündüz’ün Ağırbaşlı İsyanının Kendi Bunaltıcı Gücüyle Denk Hâle Gelmesinden Sonra Panik Yapmakta Çok Haklı–

Erdem Gündüz bir efsane. Ve bu statüyü kazanması sadece ayakta durarak oldu. Sol-Kemalist siyasi görüşe sahip performans sanatçısı Gündüz, pazartesi günü saat 18.00’de Taksim Meydanı’nda ayakta durmaya başladı. Saat 02.00’ye kadar polisin gaddarlığına karşı sessiz, inatçı ve ağırbaşlı eylemini sürdürdü. Sağlık Bakanı polisin yaraladığı protestocuları tedavi eden sağlık personelinin lisanslarını ellerinden almakla tehdit edecek kadar ileri gitti.

“Duran adam” pasif direniş geleneğinin bazı özelliklerini içinde barındırıyor. Hükûmetin bunaltıcı gücüyle başa çıkabilen, kararlı ancak pasif bir isyanın bazen inatçı rejimlerin ölüm çanı hâline gelebildiğini gösteriyor. İkincisi, pasif direniş tamamen sembolik değil, yöneticilerin hesaplarını altüst ediyor. Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’yı istila ettiğinde bir kısım direnişçi sokak tabelalarını boyamış ve gizemli bir şekilde altyapının işleyişini durdurmuşlardı.

Gündüz’ün protestosu otoriteler için de bir hakaret ve soru niteliği taşıyordu: Onu dövsek mi? Neden, sadece orada duruyor. Peki orada bıraksak mı? Ama o zaman kazanmış olmaz mı?

Gündüz’ün ne yaptığını anlayanlar da ona sadece Taksim’de değil, Ankara’da, İzmir’de, ülkenin dört bir yanında katılmaya başladılar. Türk Devleti panik yapmakta çok haklı.

Sosyal medya, protesto konuları, sloganları ve taktiklerinin virüs gibi yayılmasını sağlıyor. Daha önceki “Twitter devrimlerinin” aksine, Türkiye’de sosyal medyaya halk kitlesel olarak erişiyor. New York Üniversitesine göre sadece bir günde, 28 Mayıs’ta protestoları haber veren 2 milyon tweet gönderilmiş. Paniğe kapılan devletin hakikat ve yalancılık konusunda tekelini yeniden inşa etme girişimi bundan dolayıdır.

Gündüz’ün sessiz protestosunun yansıttığı başka bir neden de hükûmetin protestolara cevabı olabilir. Zira hükûmet protestoları “istediğiniz kadar şikâyet edin, biz kararımızı verdik” şeklinde cevap vererek dağıtmıştı ve daha sonra şiddet gösterisiyle protestoları bastırmaya çalışmıştı. Bu öyle bir şok yarattı ki ulusal düzeyde bir isyana yol açtı. Daha sonra hükûmet günah keçileri aramaya başladı. Protestocuları “terörist”, “ayyaş” “Twitter’cı” olarak tanımlayan Erdoğan protestoların başlama nedenleri arasında bir tek hükûmet politikalarını saymadı.

Ancak Başbakan’ın İstanbul mitinginde de tekrarladığı gibi asıl tema, protestocuların Türk olmadığıydı. Hükûmete göre bu protesto dış kaynaklı ve uluslararası medyanın manipüle edilmesiyle ilişkili bir komplo teorisinin parçası. Hükûmet gerçek Türk ulusunun akşamları tencere-tava çalmadığını düşünüyor. Ancak YouTube’deki protesto videoları izlendiğinde görülecektir ki Türk polisi tarafından sokaklarda avlanan ve şaşırtıcı derecede çok biber gazı yiyen protestocular küçük Türk bayrakları da sallıyorlardır. Dalgın bir şekilde Atatürk’ün resmi önünde duran Gündüz’ün Türk olmaya dair farklı bir fikri var gibi görünüyor.

Bu devlet şiddetiyle doğrudan ilişkili bir konu. Bu protestoları bir arada tutan itici güç elbette devlet şiddetiydi. Protestolar birçok açıdan devletin zayıf yanıydı. AKP’nin 2002’den bu yana artan oy oranıyla kazandığı seçimlere ve devlet aygıtlarındaki düşmanlarına karşı verdiği, büyük ölçüde başarılı olan mücadelesine karşın kendi yükselişini pekiştirebilecek nitelikteki halk konsensüsünü asla elde edemedi.

Daha istikrarlı rejimler şiddeti ve baskıyı kendi iktidarlarını muhafaza edecek şekilde kullanabilirler. Bu hükûmet kendisi için varoluşsal bir kriz yaratmaksızın bunu başaramadı. Ulusal birliğin sembollerine karşı hükûmetin verdiği savaş ve protestocuları “ötekileştirme” girişimi bunun belirtileri.

Devlet şiddetinin hükûmetin geçerliliği hakkında derin sorulara yol açtığı söylenebilir. Polis şiddeti ayaklanmayı bastıramazsa ne bastıracak? Hükûmet bazı protestocu gruplarıyla gergin görüşmeler yapıyor ve Gezi Parkı konusunda gönülsüzce taviz verdi. Ancak protestolar artık yalnızca Gezi Parkı konusunda yapılmıyor ki… Umutsuzluğa düşen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da geçtiğimiz günlerde protestoculara karşı silahlı kuvvetleri salıverme tehdidinde bulundu.

Bu kendi meşruiyetini ve kurumsal yetkisini eski askerî seçkinlere ve özellikle de “derin devlete” karşı savaş açmak üzerine kuran bir hükûmet için sendeleyen bir adım olacaktır. AKP’nin eski düşmanlarının protestoları bastırmak için yeniden doğmalarını sağlayacaktır. Üstelik hükûmetin böyle bir durumda hayatta kalıp kalamayacağı da ucu açık bir sorudur.

Gündüz’ün dokunaklı ve hareketsiz protestosu Türkiye’deki rejimin büyük bir tehlike altına girmesinin simgesidir.”

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.