Meraklısına Çeşme Cep Rehberi

Efendiiim, “Çeşme Vakti Geldii, Ahalii!” başlıklı yazımın devamı niteliğinde, Çeşme‘de benim sevdiklerimin listesi aşağıda. Buyrun tepe tepe kullanın! 🙂

Gidilebilecek plajlar:

Sıcacık suyu olan, Maldivler mavisi ama dalgalı deniz sevenlere Ilıca Halk Plajı (giriş bedava, duş 2 tl, kendi şemsiye ve sandalyelerinizi götürebilirsiniz, ama kiralanacak şezlong-şemsiye de var) Burada içine ılıca suyu akan noktayı bulun ve orda durun 🙂 Çeşmeli arkadaşım Ayşe Kongur sağ olsun söyledi, buranın adı Yıldızburnu imiş. Sabah erken saatlerde Ilıca çarşaf gibi, daha bir şahane oluyor. Üstelik kumluk. Tam bana göre!

57530-ilica-fotograf-1

Ilıca Plajı…

Çok berrak, kumluk, ama suyu çivi gibi soğuk deniz sevenlere Altınkum (maalesef Okan’ın yeri kapanmış, Fun Beach’i de hiç ama hiç beğenmedik. Nedenleri aşağıda. Fly Inn’i deneyebilirsiniz. Ben gidemedim ama övülüyor. Buranın içinde Tektekçi bar ve 16 yaşından küçüklerin alınmadığı Bej de var.)

Altınkum panoraması (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Altınkum panoraması (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Altınkum, bir de suyu soğuk olmayaydı iyiydi (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Muhteşem Altınkum, bir de suyu soğuk olmayaydı iyiydi (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Fun Beach’i neden mi beğenmedik? Üç kişi tam 150 TL giriş parası almayı bildiler, ama 70’lerden kalma dandik, eski püskü, bir de üstüne yarısı yok olmuş şemsiyeyi bize reva gördüler. Hem de üç kişi gölgede kalmak istediğimizi söylememize rağmen! Boş yerler de doluydu. Orası rezerve, burası rezerve… Yalan çoğu bence. Sonuçta tabii ki güneşte yanıp haşlama olduk. Wi-fi kodu yok. Garsonlar ilgisiz. Kendilerine teessüflerimi bildiriyorum.

IMG_1764

Fun Beach’in ihmalkarlığının kanıtı olan, yarım şemsiye… Hiç yakıştıramadım! (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Fun Beach’in tek güzel yanı, denizdeki şişme oyuncaklardı. Ama tepelerine çıkabilene aşkolsun!

Fun Beach'teki deniz oyuncakları... Öyle kolay göründüğüne bakmayın, çıkması gayet zor! (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Fun Beach’teki deniz oyuncakları… Öyle kolay göründüğüne bakmayın, üstüne çıkması gayet zor! (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Kumluk bölümleri olan, ama iskeleden de denize girilebilen, sevdiğim bir diğer plaj meşhur Aya Yorgi Koyu. Burada birçok “beach club” var, ama biz Kafe Piyi (eski adıyla Sole Mare) beğendik. Wi-fi kodu burada da yoktu, ama şezlongların arkasında telefon şarj etmek için priz takmışlardı, etkilendim doğrusu 🙂 Giriş hafta içi 30 TL. Bence gayet makul. Zaten Çeşme‘de daha ucuz beach club’a rastlamadım. Bulan bana da söylesin 🙂 Güneşi hiç korunmadan, sünger gibi emmek isteyenler, deniz üstü fileleri süsleyen veya iskeledeki şemsiyesiz minderlerde güneşlenebilirler. Ayrıca arkada çimlik bir bölüm de mevcut. Biz yine klasik, deniz manzaralı ve şemsiyeli şezlongları seçtik yaşımız gereği 😛 Garsonlar kibar, güleryüzlü ve tatlı dilli. Izgara köfte yedik, çok lezzetliydi. Akşamüstü de içkinizi ve pareonuzu alıp bar bölümüne geçerseniz, günbatımına karşı dans edebilirsiniz. Çok keyifli oluyor. Burası koyun en sonunda (ya da en başında 🙂 olduğu için suyu Babylon’a göre daha temiz gibi göründü bize. Üstelik girişi oradan daha ucuz. Babylon’un yemeklerini de beğenmemiştim zaten.

solemare

Kafe Pi’nin plaj kısmı

Bebekli veya küçük çocuklu aileler için aynı koydaki Paparazzi‘yi önereceğim. Sessiz, sakin, kafa yormayan ama kaliteli müzikler çalan, yaş ortalamasının nispeten yüksek olduğu, kısacası “Çılgın Kalabalıktan Uzakta” bir yer. Neredeyse benle yaşıt bir müessese 🙂 İki yıldır gitmedim ama ondan önce düzenli olarak gidiyordum. Yemekleri de lezzetlidir. Kumluk bölümde rezervasyon yaptırırsanız çocuklarınız gözünüzün önünde güven içinde oynar, siz de yerinizden kalkmadan onları seyredebilirsiniz.

Paparazzi2

Paparazzi’nin kafa dinlemelik kumsalı…

Yine ailelerin tercih ettiği, yaş ortalaması yüksekçe bir yer de Dalyan’daki Ladin Otel. Burası üç yıldızlı bir tesis ve plajı dışarıdan gelenlere açık. Sezonluk indirim kartıyla giriş, hafta içi 10, hafta sonu 17.50 TL. Temiz tuvaletleri, güzel yemekleri (şakşuka, pide, köfte, hepsi süperdi, taze balık da var), harika bir manzaraya sahip. Yumuşak müzikler çalıyor. Garsonlar pek ortada olmasalar da tatlı ve efendi çocuklar. Ama bu çok önemli değil, şezlongların yakınındaki bara gidip istediğinizi ısmarlayabilirsiniz. Hatta bu rahatlık, belki sürekli bir şey yiyip içmeniz için başınıza dikilen bazı mekanların garsonlarından daha avantajlıdır. Denize iskeleden giriliyor. Deniz kestanelerine basmamak için kendinizi yere basmadan suya atmanızı öneririm. Çakıl ayakkabınız varsa daha iyi. Suyu Altınkum kadar berrak değil, ama deniz temiz.

Ladin Otel'in açıkhava lokantasından manzara... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Ladin Otel’in açıkhava lokantasından manzara… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Kaplıca: 

Hemen teyze miyim ben demeyin 🙂 Çok bana göre olduğu söylenemez ama şimdi havuz partileri moda! Denizden çıktıktan sonra akşam beş gibi bir kısım zengin, Paşalimanı’ndaki Aquente’ye gidiyor. Buraya giriş hafta sonu 50 TL. Bir de sadece nakit alıyorlar. Çeşme’deki kaplıcaların suyunun akıtıldığı, bir büyük, bir küçük olmak üzere iki adet sıcak havuz bulunuyor burada. Millet havuzun içinde yiyip içiyor, eğleniyor. Denizi pek matah değil ama iskelesi var. Bu sular sağlık için faydalı, üstelik havuz partisi için de çok uygun. Konsept olarak sıcak suda içki keyfi güzel. Ama mekanın işletmesini beğenmedik. İlgisiz garsonlar, pis tuvaletler. Müşteriler de kasıntı tipler… Onun yerine çok yakınındaki Şifne Termal Otel‘e gitmeyi tercih ederim. Giriş sadece 20 TL. Eski ve köhne görünümlü, tamam. Ama havuzun içindeyken yiyecek servisi yapılıyormuş işte. Soyunma odaları ve duşlar mevcut. Daha ne olsun!

Gidilebilecek lokantalar:

Çeşme’ye gelmişim akşam yemeğinde taze mezeler, zeytinyağlılar ve balık yemeyeceğim de ne yiyeceğim diyen benim gibiler için önerilerim aşağıda:

Taze balığı fahiş fiyatsız yemek istiyorsanız Ilıca’da bir apartmanın alt katında, (İlkim Otel yakınlarında) denizin üstünde bulunan Gözde balıkçısına gidiniz. Salaş ama yemekler nefis. Deniz üstünde masa istiyorsanız mutlaka rezervasyon yaptırın. Burada güneşi lezzetli mezelerle batırmak ve sonra rakı-balık yapmak çok keyifli oluyor. (Adres: Ilıca Mah., 5140 Sok. No:91, Ilıca-Çeşme) Rezervasyon için tel: 0232 723 3414

Yine denizdeki teknelere karşı taze balık yemek için Çeşme’nin küçük balıkçı köyü Dalyan, diğer adıyla Dalyanköy idealdir. Burada yan yana sıralanmış balıkçılardan en eskisi Cevat’ın Yeri olup, (Adres: Dalyan Mah. Liman Cad. No. 161, Dalyan-Çeşme), Körfez Restoran (Yine aynı cadde üzerinde, No. 151) veya Balıkçı Hasan‘ı da ( aynı cadde üzerinde, No. 2) tavsiye ederim.

Bütçesi daha da geniş olanlar pek bir övülen Ferdi Baba’ya filan gidebilirler. Ben gitmedim ama Çeşme’nin farklı yerlerinde üç şubesi var. İstanbulluların sevdiği söyleniyor. Biz geçen yıl Çiftlikköy’de deniz böceğiyle ünlü Can Baba ve Vedat Milor’un beş yıl önceki gözdelerinden Langusta’ya gitmiştik. Ama iki lokantadan da pek memnun kalmamıştık. Özellikle Langusta’nın sahibi ve yöneticisi, galiba aynı zamanda da aşçısı olan yaşlıca amca inanılmaz aksiydi. Üstelik bize istemediğimiz halde zorla ekstra yemek siparişi yaptırmaya filan kalkıştı. Böyle ısrarları hiç sevmem. Üstelik lokantası aşırı salaş olmasına rağmen fiyatları çok yüksekti. Deniz mahsulü (ıstakoz vs) deyince fiyatın biraz artması tabii kinormal, ama o zaman oraya da biraz yatırım yap, ortamı güzelleştir kardeşim, diye düşünüyor insan.

Balıktan gına geldi, değişiklik isteriz diyenler için Çeşme merkezde kale tarafından gelinirse yolun sağ başında kalan İmren Restoran naçizane önerim. Burası ev yemekleri ve ızgaralarıyla ünlü. Her gün 9 çeşit zeytinyağlı, 15 çeşit de etli yemek hazırlıyorlarmış. Papaz Yahnisi favori yemekleriymiş. Taş bahçesinde huzur içinde harika yemekler yiyebilirsiniz. Çok ucuz değil ama değiyor. (Adres: İnkilap Caddesi No. 6/A, Çeşme)

Hazır Çeşme’deyken İzmir’e has lezzetler olan kabak çiçeği dolması ve deniz börülcesini kaçırmayın derim. İlkini başka yerde bulmak zor, sonuncusunu ise İstanbul’da beceremiyorlar. Ev yemeği deyince Dalyanköy ve Alaçatı’da şubeleri bulunan Yusuf Usta’yı da bayağı övdüler, gidenlerin yalancısıyım.

Güzel öğle yemeği isteyenler için de tavsiyem Ilıca’daki Dost Pide. Buranın özellikle kıymalı pidesi popülermiş. Pidelerin özelliği odun fırınında hazırlanmasıymış. Zeytin odunu kıymalı pideye özel bir tat veriyormuş. Pidede kullanılan kıyma, en fazla 180 kiloluk süt danasından elde edilen etle hazırlanıyormuş. Mekanın TSE belgesi bile varmış. Vedat Milor ve Mehmet Yaşin’den de yüksek not almış nadir işletmelerdenmiş burası. (Adres: Şifne Caddesi No. 27. Ilıca, Çeşme)

Çeşme’nin pek çok yerinde şubesi bulunan Kırçiçeği‘nin pideleri de güzeldir. Önden taze roka ve yeşillik getiriyorlar. Sıcakta çok iyi gidiyor. Mönüde kebap falan da var ama ben o sıcakta yemedim. Servis hızlı ve garsonlar güleryüzlüdür. Burada dondurmalı irmik helvası da yapılıyor.

(Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Şunların tazeliğine bakar mısınız? #nofilter (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

(Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Kırçiçeği’nin kebaplarından biri… Bir önceki gidişimizde hava serinleyince bir akşam yemiştik. (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Dondurmalı irmik helvası: kaşığı daldırmadan önce… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Kaşığı daldırdıktan sonra :) (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Kaşığı daldırdıktan sonra 🙂 (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Çeşme Kalesi (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Çeşme Kalesi (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

İzmir’in kumrusunu da yemeden dönmeyin tabii. En ünlü kumrucu Şevket’in Çeşme Marina ve Ilıca şubeleri son yıllarda kalitesini bozdu maalesef. Bu sefer şansımızı Kumrucu Hikmet’ten yana kullandık. Fena değildi. Ama asıl önerim Hürriyet’e de çıkmış, İstanbul-Beyoğlu şubesini çok beğendiğim (üniversitedeyken çok giderdik, kapanmış olabilir ama) Kumrucu Hüseyin olacak. Neden mi? Gazetenin Çeşme’nin en özel 10 lezzeti başlıklı haberine göre, “Çeşme’nin meşhur kumrusunun mucitlerinden Hüseyin Pekmen’e ait Kumrucu Hüseyin, Ilıca’da 1966’dan beri hizmet veriyor. 1950’lerde Amerikalı askerlere tercümanlık yaparken hamburgerle tanışan Hüseyin Pekmen, 1960’larda sandviç ekmeğinden nohut mayası, pekmez banyosu ve susamlarla kumruyu geliştirmiş.” Kumru kömür ateşinde hazırlanan, içinde salam, sucuk, turşu, domates ve özel peynir, ayrıca krem peynir bulunan bir sandviç türü. Epey doyurucu. Buranın Ilıca’da, Çeşme Sheraton’un karşısında da bir şubesi mevcutmuş. (Adres: 5065. Sk., Ilıca, Çeşme)

İzmir kumrusu (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

İzmir kumrusu (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Alışveriş:

Çeşme’de alışveriş deyince ilk aklıma gelen şey, sakızlı ürünler. Ama ben bunlardan sadece sakız likörünü ve dondurmasını severim. Sakızlı Türk kahvesi gibi diğer sakızlı ürünler çok beni açmaz. Muhallebi ya da sütlaç türü tatlılar yapmayı seviyorsanız 1945’ten bu yana Çeşme Çarşısı’ndaki aynı dükkanında hizmet veren Rumeli Pastanesi‘nden sakız reçeli de alabilirsiniz. Buranın diğer reçelleri de çok lezzetlidir. Dondurma da yapıyorlar. Sakızlı dondurmalarını aileye ait Ovacık’taki 250 ağaçtan, katkısız ve doğal olarak olarak elde edilen sakızı kullanarak yapıyorlarmış. (Adres: İnkılap Caddesi No 46 Çeşme, bu sene Dalyan’da da bir şube açtılar.)

Mayo, bikini gibi şeyler alacaksanız Çeşme merkezde çarşının bitiminde (İnkılap Caddesi’nin kalenin ters yönünde sonunda) yer alan Mayo Cenneti‘ne gidin. Burada her fiyatta mayo var. Ayrıca işini bilen, konusunda uzman dükkan sahibi hanımdan tavsiye alabilirsiniz.

Hem yiyecek hem de giyecek için harika bir seçenek de yerel pazarlar. Özellikle Cumartesi günleri kurulan Alaçatı Pazarı‘nda Urla, Tire, İzmir, Milas’tan köylülerin getirdiği sebze ve meyvelerin yanı sıra kaliteli yazlık giysiler, ince elbiseler, şortlar ve bluzlar bulmanız mümkün. Buradaki giysiler gerçekten kaliteli. Ayrıca perdelikler, plaj eşyaları ve aksesuarlar da bulunuyormuş. Yazın 200 tezgahın açıldığı pazardan ünlüler de alışveriş yapıyormuş.

Eğer özel tasarım giysi, ev eşyası, hediyelik eşya almak istiyorsanız istikamet Alaçatı. Burada bulunan çok sayıda küçük butik ihtiyaçlarınıza cevap verecektir. Tabii butik deyince fiyat da artıyor, bilginize 🙂

Eğlence: 

Gece hayatına hakim değilim, onu baştan söyleyeyim. Bu konuda tabii ki bir Bodrum değildir sanırım, ama elbette Çeşme’nin de kulüpleri var. Zaten beach clubların hepsi gece club’a dönüşüyor. Ama hiçbirine gece gitmediğim için bu konuda tavsiye veremeyeceğim. Benim vereceğim tavsiyeler daha iddiasız, hatta ailelere ve orta yaş grubuna yönelik bile sayılabilir. Başlıkta da bu yüzden gece hayatı değil, eğlence dedim 🙂

Clublar dışında, ilk açıldığında gittiğim ve sessiz sakin yemek yiyen insanlardan başka bir şeyin olmadığı Alaçatı Port’u saymazsak, geceleri gitmek için sadece iki ana yer var. Bunlardan biri olan merkezdeki Çeşme Marina, estetik mimarisi ve dekorlarıyla göz dolduruyor. Burası mağazalara bakınmak, bir kafe-barda (tabii ki denize karşı! 🙂 ışıkları ve tekneleri seyrederek bir şeyler içmek için ideal. Fotoğraf çektirmek için de çok hoş bir yer. Tabii ki dolu lokanta da var burada, ama ben bu tip turistik yerlerde yemek yemekten hoşlanmıyorum. Çünkü fiyatlar aşırı yüksek oluyor ve yemek-hizmet kalitesi daha düşük olabiliyor. Ama bir içki için tek geçerim. Burada bulunan Hayal Kahvesi‘nde bu yıl Yaşar, Haluk Levent ve Kurtalan Ekspres, eğlenceli retro-funk takılan Necati ve Saykolar, Çelik gibi isimler canlı müzik yapıyor.

marina

Çeşme Marina’nın harika dekorlarından biri…

Diğer istikamet ise Alaçatı. Buradaki butiklerden alışveriş yapabilir, Veli Usta‘dan dondurmanızı yiyebilir (Ilıca’da da şubeleri var), Köşe Kahve’de (Adres: Tokoğlu Mah., Kemal Paşa Cad. 41/A, Alaçatı/Çeşme) gelip geçenleri izlerken bir şeyler içebilirsiniz.

Buradaki lokantaların kalitesi genelde Çeşme Marina’dan iyi. Ama deniz manzarası görmediğim bir yerde yemeğe o kadar para vermek bana anlamsız geliyor. Ayrıca gereksiz bir pahalılık söz konusu. Dolayısıyla Alaçatı’da lokanta tavsiye edecek kadar bilgim yok.

Ama bir bar tavsiyem var! “Gençler ve daima genç kalanlar” (!) Hazır Alaçatı’ya gelmişken Tektekçi‘ye (Köşe Kahve’nin biraz ilerisi, 59 numara) takılabilirler. İstanbullular burayı biliyordur. Tektekçi’de sadece “shot” boyutunda renkli kokteyller veriyorlar, başka içki türü satılmıyor. Biraz pahalı ama çokça lezzetliler. Özenle hazırlanan binbir çeşit minik kokteylcik, güzel bir sunumla önünüze geliyor. Buraya gençler genelde grup olarak gelip toplu shot siparişi veriyorlar. Müzik süper. Spotify’daki “feel good friday” playlistini düşünün. Onun gibi bir şey. Dans etmek için gaz şarkılar dorukta. Genç garsonlardan tam havamdayım diyenler barın üzerine fırlayıp dans bile ediyorlar 🙂 Minicik bir yer, ama bizim çok hoşumuza gitmişti. Orijinal konsept. Tebrik etmek lazım valla. Fly Inn’in içinde de bir şubesi varmış. Takılın.

tektekci

Şeker şerbet gibi shot’lar!

Canlı müzik dinlemek için Çeşme Marina dışında Fun Beach gibi beach clubları tercih edebilirsiniz. Burada, yıldızların altında Duman‘ı dinlemek benim için harika bir deneyim oldu. Onu başka bir yazıda anlatırım 🙂 Babylon Çeşme ise herhalde Beyoğlu’nda ilk açıldığından beri düzenlediği Oldies but Goldies partilerine devam ediyor, ama canlı müzik yok.

Çeşme konserlerinin programları en az bir hafta öncesinden belli oluyor. Mekanların internet sitelerinden ve Çeşme’deki bez afişlerden kimin nerede çıkacağını takip edebilirsiniz. Biletleri Biletix ve Çeşme çarşı içindeki kilise gibi yerel mekanlar satıyor. Ayrıca Çeşme Açıkhava Tiyatrosu‘nda da (2053. Sok., Çeşme) konserler ve stand-up show’lar oluyor. Zamanında burada Beyaz’ı izlemiştim. Burada bu akşam Fazıl Say, 28’inde de Sezen Aksu sahnede olacak. Ayrıntılı bilgi ve biletler için şuraya tıklayın.

Çeşme merkezdeki kilise... (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Çeşme merkez çarşı içindeki kilisenin mozaikleri… (Fotoğraf: Özgür Yüzak)

Nasıl oldu anlamadım, ama neredeyse Eylül ayına geldik. Siz de bu yıl henüz tatil planı yapmadıysanız Çeşme’ye bir uğrayın derim. Pişman olmayacaksınız. Herkese şimdiden iyi tatiller! 🙂

Tarihten Bir Yaprak: Londra Siyah-Beyaz…

2012’de Tate Britain adlı Londra müzesinde düzenlenen “Another London” (Başka bir Londra) sergisi, 1930 ve 1980 ylları arasında yabancı fotoğrafçıların kentte çektiği fotoğraflara odaklanmıştı.

Bunlardan bazılarına müzenin yayımladığı dergide hikayeleriyle birlikte rastlayınca, ilginç bulduklarımı blogumda da paylaşmak istedim.

Beni etkileyen ve şu anki Londra’dan çok uzak gibi görünen aşağıdaki fotoğraf, 1977 tarihli “Street Musician” (Sokak Çalgıcısı). Saç rengi nedeniyle bu müzisyenin lakabı “Ginger” (kızıl saçlı, bizim deyimimizle ‘Havuç’) imiş. Birçok müzik çalgısını eliyle yapıyormuş ve yaptığı bu çalgıları Hint mahallesi Brick Lane Cheshire Sokak Pazarı’nda çalıyormuş. Fotoğrafı çeken Marketa Luskacova, Ginger’la ilgili olarak “Bazen kendi kendine boş bir ardiyenin kapısında oturup müzik yaptığını görürdüm. Fotoğrafının çekilmesinden her zaman hoşlanırdı.” diyor. Şimdi de Londra’da sokak müzisyenleri var, ama böyle değişik enstrümanlar çalan sadece bir kişi gördüm şimdiye kadar. O da Covent Garden’da bir Çinli sokak müzisyeniydi.

Street Musician

Bir başka çarpıcı fotoğraf ise 1972 tarihli ve Neil Kenlock imzalı “Keep Britain White” (Beyaz Irka Mensup Olmayanları İngiltere’den Atın) başlıklı, aşağıdaki eser. Londra’nın güneybatısındaki Balham semtinde Martin Luther King Vakfı’nın iş bulma / istihdam bürosunda çalışan Barbara Gray, burada büronun kapısına sprey boyayla yazılmış bu ırkçı ve çirkin mesajı işaret ederken gayet sakin. O zamandan bu zamana Londra çok değişti. Burada her ırktan o kadar çok göçmen var ki.. ve ne mutlu ki, artık yadırganmıyorlar. Kendilerine uluorta düşmanlık yapılmıyor. Her ne kadar Mayıs ayında yapılan son genel seçimlerde aşırı sağcı, göçmenlere ve yabancılara düşman siyasi parti UKIP, 64 milyonluk ülkede 3 milyon vatandaşın oyunu almış olsa da.

0NeilKenlock

Seçtiğim son fotoğraf ise Wolfgang Suschitzky’nin “Lyons Corner House, Tottenham Court Road” (Tottenham Court Road semtindeki Lyons Corner House”) adlı, 1934 tarihli çalışması. 1909-1977 yılları arasında hizmet vermiş, “art deco” mimari tarzına sahip bu mekan, hem şarküteri, hem de canlı müzik yapılan bir restoranlar kompleksi imiş. Her daim hareketli, popüler ve kalabalık bir yermiş. Artık Londra’da böyle mekanlar parmakla gösterilecek kadar azaldı. Ama tüllü veya dantelli şapka takan zarif hanımlar ve şık beyler maalesef artık hiç kalmadı. Tabii iç mekanlarda yakılan cigaralar da geçmişte kaldı. Aşağıda görülebilecek bu fotoğraf, “Beyoğlu’na kravatsız çıkılmayan” günlerden dem vuran, tarihten bir yaprak… 

05_X40828_439px_72dpi

Üçüncü Sayfaya Hayır Diyelim!

Ne zamandır İngiltere’de medyadan bahsedememiştim. Geçen gün favori dergilerimden Stylist’te gördüğüm bir makalenin üzerine bu konuyu yazmak istedim. Lucy Foster imzalı, üçüncü sayfa konulu makaleyi buradan okuyabilirsiniz. İngiltere’de de üçüncü sayfa kavramı var, ama bizdekinden farklı. Buradaki bulvar gazetelerinin üçüncü sayfalarında bizdeki gibi iç karartıcı cinayetler ve kazalar değil, yarı çıplak genç kadınlar yer alıyor. Aynı bizdeki Şok ve Bulvar benzeri gazeteler gibi. Tabii ki ciddi gazeteler bunlara yer vermiyor.
Lucy-Anne Holmes adlı bir yazar ve aktrisin 2012’de başlattığı `No More Page 3` (Üçüncü Sayfa Kaldırılsın) adlı kampanya aslında İngiltere’nin en çok okunan (günde yaklaşık iki milyon satışı var) bulvar gazetesi The Sun’ın üçüncü sayfasındaki çıplak kadın fotoğraflarını kaldırması talebine dair. (Kampanyanın internet sitesi burada)

Neden mi? Ailelerin okuduğu dolayısıyla çocuk ve gençlerin mutlaka evde gördüğü bir günlük gazete olan The Sun’a “yumuşak pornoyu” yakıştıramıyorlar. Böylece bu günlük hayatta normalleştirilmiş bir olgu haline geliyor. Halbuki normal değil. Ayrıca 2003 yılına kadar poz veren mankenler 16 yaşındaymış, üstelik okul üniformalarıyla poz veriyorlarmış. Bunun pedofiliyi bile teşvik ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bu tür günlük gazete yayınlarının çocuk ve gençlere kötü örnek olduğu düşünülüyor. Fotoşoplu, bol rötuşlu bu fotoğraflar ergenlik çağındaki kızların kafasında mükemmel beden algısının oluşmasına ve kendi bedenlerinden memnun olmamalarına neden oluyor. Akabinde gelen yeme bozukluklarında bile böyle fotoğrafların günlük gazetelerde yer almasının etkisi büyük. Ayrıca genç erkeklerin kafasında da kadınların birincil görevinin erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak olduğu yönünde saçma zihinsel kodlar oluşturuluyor. İşçi Partisi’nden Londra milletvekili olan Stella Creasy, derginin “bu sayfayla bir kadının değeri konusunda gönderdiği mesajların” olumsuz olduğuna dikkat çekiyor.  Şu sözleriyle de kampanyanın mihenk taşı olan slogana (“Boobs Aren’t News”) atıfta bulunuyor: “Gazetede haber olur, memeler haber değildir.”

Bunun dışında gazetede erkeklerin spor ve siyaset gibi ciddi alanlarda başarıları yazılırken kadınlar erkeklere seks objesi olmak dışında bir şeyler başaramazmış gibi bir algı yaratılıyor. Onlar “nesne değil, insan.” Bu kadınların hepsinin genç, beyaz ırktan ve zayıf olması da eleştirilen başka bir konu. Seksi olmak sadece genç, beyaz ırktan zayıf sarışınların tekelinde değil ve olmamalı da.

(Fotoğraf: Stylist Magazine)

(Fotoğraf: Stylist Magazine)

Masanın karşı tarafında ise sansüre karşı olduğunu, insanların istediği yayına bakma ve onu satın alma özgürlüğü bulunduğunu savunanlar da var. Ama ben bu argümanı pek tutmadım. Sonuçta burada özgürce istediği yayını seçemeyen, ama ona maruz kalan, henüz reşit olmamış çocuk ve gençlerden de bahsediyoruz. Ayrıca günlük gazetelerin halka karşı sorumlu bir yayıncılık politikası olmalıdır diye düşünüyorum. Buradaki hedef sadece bu fotoğrafların The Sun’dan (gönüllü olarak) kaldırılması, sansürcülük oynamak değil. Kampanya sahiplerinin erotik yayınlarla bir alıp veremedikleri de yok. Sadece herkesin anlaması gerekir ki bu tür fotoğrafların yeri günlük gazeteler değil, spesifik yayınlardır. Bu tür yayınları da isteyen zaten gidip ayrıca satın alabilir veya internet üzerinden takip edebilir. Bu da zaten halihazırda olan bir şey, bu ülkede buna karışan zaten yok.
İçinde bulunduğumuz Ocak ayında Üçüncü Sayfa kaldırılana kadar 30 İngiliz üniversitesi gazeteyi boykota devam edecek. Change.org adlı ünlü sosyal sorumluluk sitesinde şimdiye kadar 240.742 imza toplandı, ancak daha 700.000’in üstünde imzaya ihtiyaç var. Ben imzaladım, siz de çorbada tuzum bulunsun derseniz şuraya tıklayabilirsiniz.

İngiltere’de Günlük Hayat-2

İngiltere’de günlük hayat yazımın ikinci bölümüne hoşgeldiniz efenim… 🙂

Mizah anlayışı: İngilizler bize göre soğuk insanlar olmalarına karşın bir mizah anlayışları var, hemi de kendilerine özgü. “Coupling” ve “The Office” dizilerinin orijinalinin İngiliz olduğunu hatırlatmak isterim. Ayrıca “The IT Crowd” adlı maalesef ömrü uzun olamayan, çok komik başka bir dizi daha vardı İngiliz yapımı. Bulursanız kesinlikle izlemeden geçmeyin derim.

The IT Crowd

The IT Crowd

Coupling dizisinin bir tanıtım fotoğrafı...

Coupling dizisinin bir tanıtım fotoğrafı…

Para: Evet, burada neredeyse her şey Türkiye’den daha pahalı. Hele de Londra’da. Ama bir süre sonra (turistlik sendromu geçince) her şeyi TL’ye çevirmemeyi öğreniyorsunuz. Yoksa burada yaşamanız, markete gitmeniz bile mümkün olmaz çünkü! Zaten fiyatları kendi para biriminizde düşünmemek gerekiyor, çünkü paraların değeri farklı. Avrodan bile değerli olan Pound / Sterlin kendi içinde değerlendirilmeli. Ama bu seni kazıklamalarına göz yum, ilk girdiğin mağazadan her şeyi al ya da en lüks yerlere takıl anlamına gelmiyor. Zamanla her şeyi benzer kalitede daha ucuza nerede bulacağını öğreniyorsun. Et, deniz mahsulü ve süt gibi market ürünlerinin burada daha ucuz olduğunu söylemiştim ama deterjan, diş macunu, duş jeli, krem gibi zaten Avrupa’dan Türkiye’ye gelen kozmetik ürünler de burada daha ucuz. Bunların Türkiye’de kullandığımız Palmolive gibi kaliteli markaları markette de var ama üç pound. Halbuki Poundland tabir edilen her şeyin bir pound olduğu markette aynı ürün bir pound.

sterlin

Kıl veya sinsi İngiliz kavramı: Evet, bazı yaşlılar oldukça kıl olabiliyorlar. Örneğin bizim yan komşularımız. Biz evde yokken bize bir paket gelmiş ve yan komşuya bırakmışlar, oysa biz öyle bir talimat vermemiştik. Gidip kendimizi tanıttık, paketimizi alabilir miyiz diye sorduk. Yaşlı kadın benim öyle komşularım yok, paket filan almadım ben diye terslendi. Birkaç saat sonra kapı çaldı, bir de baktım kapıda bizim paket, ama kimse yok 🙂 İyice etrafa bakınca gördüm ki kadının kocası uzaklaşıyor. Gelip paketi bırakmış ama bize bir merhaba demeye tenezzül etmeden uzaklaşmış yani! Sanki yicez sizi. Göçmenlerden hoşlanmıyorlardı sanırım, ama ne kötü davranışımızı görmüşler anlamadım. Evde bir kere bile parti vermedik, gürültü yapmadık.

Ama hiç doğrudan bir ırkçılığa maruz kalmadığımı veya tanık olmadığımı da söylemeliyim. Yani yabancı olduğunuz için size soğuk davranan tipler var, hem de sınıf arkadaşlarımın bazıları bunlar arasında. Ama bunu asla doğrudan yapmıyorlar. Zaten bu adamlar hiçbir şeyi direkt söylemiyorlar, bir çeşit sinsilik, içine atma, yüzüne gülme – arkandan konuşma durumu seziyor gibiyim.

Not: Bu sinsilik konusunda sezgilerim doğruymuş! İngiliz şirketinde çalışanlardan duyduklarım da bu durumu kanıtlıyor. Mesela bu İngilizler işten ayrılan bir meslektaşları ile aralarında hiçbir yakınlık olmamasına rağmen veda kartı yazarken sevgi böcüğü kesilirlermiş. Hem ne yazacaklarını bilemiyorlar, hem de ayıp olmasın diye sevgi gösterisini abartıyorlar. Ya da trende giderken kaba davranan birine kimse bir şey söylemez, ya gözlerini devirirler ya başka yolculara bakarlar, ama asla ekstrem durumlar hariç o durumu yaratan kişiye bir laf etmez! 

Londra: Gerçekten heyecan verici! Hele de 300.000’lik nüfusuyla “çok kültürlü” bir şehir olduğunu iddia eden köyümüz – kasabamız Coventry’den sonra!

london_2423609b

Telaffuz – aksan: Botil (bottle), bak (back), Maağğbıl Aağğhcc (Marble Arch), fun feegghr (fun fair – lunapark) birkaç örnek. Sondaki r’leri yutar gibi konuşuyorlar. İlk geldiğimde aksanı pek anlayamamıştım, şimdi alıştım. Ama hala komik geliyor. İşin İngilizler için kötü tarafı kendi dillerinin film endüstrisi kanalıyla bütün dünyaya Amerikalılar tarafından öğretilmiş olması, daha da kötüsü Amerikan aksanının daha “cool” olduğunu düşündürtmesi. Ben de böyle düşünenlerdenim tabii ki!

Not: Haha, bu konuda da tükürdüklerimi hemen yalayayım. İngilizler dünyaya dillerini öğretmişler, ama filmler aracılığıyla değil, sömürge yaptıkları ülkeler ve dil okullarıyla. Ben farkında değilmişim. Artık İngiliz İngilizcesi bana çok doğal ve asil geliyor, Amerikan İngilizcesi ise köylü! Bütün kelimeleri eğip bükmelerine sinir olmaya başladım. İngilizlerin daha net konuştuğu kesin 🙂 

İngilizlerin iyimserliği abartma kapasitesi: İngilizler gündelik konuşmalarda kelimeyle tepki verme işini abartabiliyorlar. Şöyle ki, gişeden bir bilet aldı biri diyelim. “Brilliant!” veya “Fantastic!é diyor. Halbuki bu çok sıradan bir şey. Parayı verip bileti alıyorsunuz. Bunun neresi olağanüstü veya fantastik olabilir ki? Bir de bazı tezgahtarların ya da garsonların sevgi kelebeği olduklarından şüpheleniyorum. Mesela çok “lovely” diyorlar. Bir tezgahtar bana sürekli “my love”, bir Hintli garson da “my dear” dedi. Ne de sevimli, cana yakın bir insanmışım Allahım! 😛

Cheers: Anlamını “şerefe” olarak bildiğim bu sözcük burada “teşekkürler” anlamında kullanılıyor. Bakınız bir alt madde.

“Sorry” ve “Thank you” bolluğunun yarattığı diyalog kirliliği: İngiltere‘de gerçekten bu iki kelimeyi çok sık kullanmanız gerekiyor. Yoksa topluma adapte olamıyorsunuz neredeyse. Gerçekten bütün İngilizler görünüşte de olsa kibar, biri size çarparsa ya da ayağınıza basarsa genelde “sorry” demeden geçmez. (Haa, işe gidiş-geliş saatlerinde hayvanlaşıp çantalarını kolunuza patlattıkları halde özür dilemedikleri oluyor. Zaten sabah-akşam toplu taşıma trafiğinde bi deliriyorlar, bütün o kibarlık bi’ tarafa atılıyor. Benim kastettiğim bunun dışındaki saatler 🙂

Mağazalarda tezgahtar önce aldığınız ürünü uzatınca teşekkür eder, sonra ödemeyi yaparken ya da yaptıktan sonra oradan alışveriş yaptığınız için teşekkür eder, siz fişi alınca teşekkür edersiniz, abartıp ürünü alınca bir teşekkür daha patlatmanız garip karşılanmaz. Tezgahtarla aranızda bir “thank you” bombardımanı peyda olur, sanki kim daha çok teşekkür edecek diye yarış halindesinizdir. Londra‘yı bilemem ama bizim kaldığımız küçük şehir Coventry’de otobüsten inerken çoğu öğrenci sürücüye “Cheers!” diyordu!! Otobüse para verip bindikten sonra bir de üstüne teşekkür etmek ne ola ki, ben de anlamış değilim 🙂 Başka kibarlık örnekleri için bkz. alttaki madde.

Not: Londra’da insanlar çok bozulmuş canııım, otobüsten inerken teşekkür etsem deli derler herhalde :))

Kibarlık / uygarlık: İngilizler, Çinliler ya da bazı Türkler gibi fotoğraf çekiyorsanız asla bilerek önünüzden geçmezler. Yaya geçitlerinden özgürce karşıya geçebilirsiniz, hem de hiç korna yemeden! Zaten burada pek korna sesi de duymadım. Hele dayılanıp birbirine giren sürücüler hiç yok. Zaten iki İngiliz’in trafikte birbirine küfrettiğini hayal bile edemem. Ağırkanlı, sakin insanlar. Trafikleri de kendileri gibi. Herkes kurallara uyar. Çünkü cezalar yüksektir, ama bence insan hayatının değeri açısından da bakıyorolar olaya. Genelde tezgahtarlar bizdeki gibi somurtuk değil, gülümseyen insanlardır. (Tabii ben de Türkiye’dekiler gibi bunların iki katı çalışsam ben de somurtuk olabilirdim. Türkiye’de alışveriş merkezleri sabah 10 – akşam 10 arası açık ama burada aynı şey geçerli değil. Akşam 9 gibi kapanırlar. Pazarları da  geç açıp erken kapatırlar, yani 6 saat daha az çalışırlar. Tek tek mağaza ya da butikler ise akşam 7-8 arası kapanırlar, Pazarları da 5’te kapatır giderler.) Herkes kendinden sonra gelene kapıyı tutar.

Fotoğrafçı David Bailey’nin Yıldızlar Geçidi…

Cuma akşamı ne zamandır istediğim bir sergiye sonunda zaman bulup gidebildim: Yaşayan İngiliz fotoğrafçıların en ünlülerinden David Bailey’nin retrospektifi niteliğindeki “Bailey’s Stardust.” Nat King Cole’ün aynı adlı şarkısından bildiğim bu sözcüğün anlamı yıldız tozu, zira sergi adeta bir yıldızlar geçidi… Kimleri çekmemiş ki Bailey? Moda, müzik, sinema ve sanat dünyasının en ünlü, en etkileyici isimleri, onun kadrajından gelip geçmiş bir bir. İlk aklıma gelenler Vivienne Westwood, Kate Moss, Salvador Dali, Henri Cartier-Bresson, David Bowie, Andy Warhol, Rolling Stones, Paul McCartney, John Lennon, Ringo Starr, Bob Marley, Beyonce, Jack Nicholson, Francis Bacon… Sade ama etkileyici bu portreler, İngiltere, Avrupa ve Hollywood sanat hayatının son 50 yılının özeti niteliğinde. Bazı portrelerin özneleri son derece doğal ve iddiasızken, bazıları ise göz kamaştırıcı bir cazibeye sahip veya kokoş denebilecek derecede süslüler.

Sadece ünlüler mi? 76 yaşındaki fotoğrafçının 1984’te Sudan’a, 1985’te Afrika’nın doğusuna, ayrıca Papua Yeni Gine, Avustralya, Hindistan ve yaptığı gezilerden derledikleri de kendi elleriyle seçtiği 19 kategoride sergilenen bu 250 fotoğraf arasında yerini almış. 1980’li yıllarda Sudan’daki iç savaş ve açlık nedeniyle komşu ülke Etiyopya’daki göçmen kamplarına kaçan insanların çaresizliğini çok iyi yakalamış.

Amatör bir gözlemci olarak sergide ilk dikkatimi çeken şey, fotoğrafların genelde renksiz olarak ve düz beyaz fona çekilmesi nedeniyle öznesinin ifadesine odaklanmayı kolaylaştırması oldu. Ama bununla yetinmemiş Bailey, sanatsal kompozisyonlar da tasarlamış.

Bailey ayrıca flu çekilen fotoğrafların da bir sanat eseri olabileceğini kanıtlamış. Sergide fotoğraf çekmek yasak olduğu için burada örneğini veremiyorum. İnternette de o fotoğrafı maalesef bulamadım.

Bailey az sayıda da olsa heykel dalında da ürün vermiş bir sanatçı. Özellikle 2010’da yaptığı, Andy Warhol’un kafatasını resmeden büstüne bayıldım. “Ölü Andy” adlı büstte, Warhol’un tema olarak 1960’lı yıllarda çok kullandığı meşhuuur Campell marka teneke kutularından çıkan fasulyeler sanatçının kafasını, teneke kutunun kendisi ise vücudunu oluşturmuş.

Image

“Ölü Andy”, 2010, © David Bailey

Sözü daha fazla uzatmadan fotoğraflara geçeyim ki, yazdıklarım havada kalmasın…

Sergiden seçtiğim fotoğraflar:

Image

Ünlü İngiliz modacı Alexander McQueen burda o kadar neşeli ki bu fotoğraf beni hüzünlendirdi. Acaba bu pozu verirken bir gün kendini öldüreceğini de biliyor muydu? © David Bailey

Kült sanatçı David Bowie, Susan Sarandon’a sarılıyor. İlginç bir ikili… 1982, © David Bailey


Rolling Stones, renklere dikkat! 1968, © David Bailey

Rolling Stones, renklere dikkat! 1968, © David Bailey

Image

Serginin kitabının kapak tasarımını yapan, dünyanın en zengin sanatçısı unvanlı İngiliz “artiz” Damien Hirst, buzağı iskeletiyle… 2004, © David Bailey

Büyük ilgi gören sergi, üye olduğum ve pek bir sevdiğim, meşhur Trafalgar Meydanı’nda bulunan minik portre galerisi National Portrait Gallery’de 1 Haziran’a dek görülebilecek.

Ayrıntılı bilgi için: David Bailey