Londra’nın Gezici Lezzet Durağı: Bleecker Street Burger

İngiltere’nin en sevdiğim gazetesi The Guardian’da yakın geçmişte bir makale okumuştum: “I gave it all up What is it like to quit your life and start again?” (Her şeyden vazgeçtim: eski hayatımı geride bırakmak ve her şeye yeniden başlamak nasıl bir şey?”) Bu dosyada yer verilen başarı öykülerinden biri de Bleecker Street Burger’ın kurucusu ve sahibi Zan Kaufman’a aitti. New York’lu girişimcimiz, bu şehirde bir şirketin avukatı olarak çalışıyormuş, maaşı iyiymiş ama mutsuzmuş: işi stresliymiş, çalışma saatleri uzunmuş ve katı bir hiyerarşiden muzdaripmiş. Arkadaşının ailesinin sahip olduğu ve çok sevdiği bir burgerci varmış. Buranın burgerlerini adeta “sihirli” olarak tanımlıyor. 2011’de arkadaşına pazar günleri burada çalışmayı teklif edince hayatı değişmiş. İki hafta sonra işinden istifa etmiş ve burgercide tam zamanlı çalışmaya başlamış. Pek yemek yapmaktan da anlamazmış o zamanlar. Korkumu yenen işe yönelik tutkum oldu, diyor. Bir yıl sonra sevgilisiyle evlenmek için Londra’ya yerleşmiş. Burada lokanta açacak parası yokmuş, o da elden düşme bir kamyonet almış ve 2012 yılında Bleecker Street Burger markasıyla Londra sokaklarında dolaşmaya başlamış. Markanın adı Manhattan’da en sevdiği sokaktan mirasmış. Bu arada bir parantez açmak gerekirse, bu kamyonet hikayesi bana feci halde 2014’te gösterime giren Şef / Chef filmini hatırlattı. Bu sevimli filmin ana karakteri de şef olarak çalıştığı lokantadan istifa edip eski bir karavan alıyor ve hayatı değişiyordu: Sokak mutfağı hazırladığı karavanıyla şehir şehir dolaşıp hem para kazanıyor hem de müşterilerle içli dışlı olabiliyordu. Kaufman da sokakta çalışmayı sevmiş: çünkü müşterilerden hemen geri dönüş alabiliyor ve bir mutfakta durmak yerine onlarla doğrudan ilişki kurabiliyor. Hatta müşterilerinin çoğuyla sıkı fıkı olmuş. Ama kamyonet daha sonra kalıcı standlara dönüşmüş. Bunlardan biri, Pazar günleri Doğu Londra’da kurulan Old Spitalfields Market adlı pazaryerindeki köşeleri, bir diğeri de merkez Londra’daki Southbank’te bulunan karavanları. İkisi de her gün açık. Ayrıca daha önce şu yazımda bahsettiğim Dalston Yard’da kurulan Street Feast’e de katılıyorlar.

Bleecker Burger'ın kurucusu Zan Kaufman

Bleecker Burger’ın kurucusu Zan Kaufman karavanının önünde…

Peki bu işin kötü yanları yok mu diye sorulduğunda şöyle diyor Kaufman: “Elbette var: iş hayatım ve özel hayatım birbirine karıştı, çocuk doğurma planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Buna rağmen Londra‘nın finans merkezindeki ofis çalışanlarını ellerinde kartondan kahve bardaklarıyla etrafta koşuştururken görünce ‘iyi ki onlardan biri değilim’ dedim.”

Bleecker Street, hem yeme-içme konusunda sözü epey geçen Time Out London dergisinden beş yıldız almış, hem de Burgerac lakaplı burger blogu yazarının Londra’daki en iyi 20 burger listesine girmiş. Londra’da iyi pek çok burgerci var aslında. Peki burayı farklı kılan ne? Zan Kaufman, tıpkı Vedat Milor gibi iyi yemeğin sırrı iyi malzemedir, diyor. İngiltere’nin küçük çiftliklerinden gelen, otlakta beslenmiş danaların etini kullanıyor. Bunları da güney Londra’daki Bermondsey semtinde The Butchery adlı kasaptan alıyor. Burada 40-50 gün kurutularak dinlendirilen et yoğun bir aroma kazanıyor. İşi basit tutmayı seviyorum, diyor Kaufman.

Buranın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bleecker Street Burger’ın önünden kuyruk hiç eksik olmuyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Bence de burası pek çok kişiye göre Londra’nın en iyi burgercisi olan Patty and Bun ile yarışır. Yumuşak ve küçük bir susamlı ekmek önce karamelize ediliyor, daha sonra “az – orta arası pişmiş” (ama ben orta istedim 🙂 derecede kızarttıkları burger köftesi bunun içine konuyor. Özel bir burger sosu ve beyaz soğan da kullanılıyor. Gurme bir yer değil, mesela çizburgerlerine Mac Donalds’ın gözdesi, bence lastik tadı veren “Amerikan peyniri” koyuyorlar, ama bu bile burgerlerinin tadını bozmayı başaramamış! 🙂 Burgerac‘ın da dediği gibi burgerler hakikaten ağızda eriyor.

Burgere geell... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burgere geell… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada bir de “Angry Fries”ı, yani “Öfkeli Patates Kızartması” (!) deneme şansım oldu. Chili biberi ve küflü peynir soslu olduğu için bu adı vermişler kendisine. Hiç fena değildi, ama chili, peynir sosunu biraz bastırıyordu. Sade patates kızartmaları da gayet güzeldi bu arada.

Patates kızartması da lezzetli... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Patates kızartması da lezzetli… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Burada “craft” denen, Brooklyn Lager gibi artizan New York biralarını veriyorlar. Eh, daha ne olsun? 🙂 Mönüyü ve fiyatları da aşağıda görebilirsiniz:

Mönü solda görülebiliyor... (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Mönü solda görülebiliyor… (Fotoğraf: Filiz Taylan Yüzak)

Eğer bir gün yolunuz Londra’ya düşerse, kesinlikle denemenizi öneririm. Şimdiden afiyet olsun! 🙂

Kendi internet sitesi: http://bleeckerburger.co.uk

Film Eleştirisi: “Sergi” – Sergilenen Hayatlar

Dün izlediğim “Exhibition” (Sergi), İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un üçüncü filmi. Eleştirmenlerden tam not alan ve senaryosu da Hogg’a ait olan film, orta yaştaki bir çiftin birbiriyle ve içinde yaşadığı evle sürdürdüğü karmaşık ilişkiyi yalın, dürüst ve detaylı bir şekilde anlatıyor.

exhibition-quad

Adam da kadın da sanatçı, gerçi filmde gördüklerime bakılırsa adam daha çok mimara benziyor ya neyse. 40’lı yaşlarını süren, 18 yıldır evli bu çiftin çocuğu yok. Büyük ihtimalle adamın tasarladığı, modernizm şaheseri bir evin içinde yaşıyorlar. Londra’nın gürültülü sokaklarından birine açılan, havuzlu, tasarım harikası, kocaman, aydınlık, camın bolca kullanıldığı ve son teknolojinin kullanıldığı evlerinde, para sıkıntısı çekmeden yaşıyor, evden çalışıyorlar: ama ayrı katlarda, ayrı çalışma odalarında…

Kadın yönetmenlerin duyarlılığı nasıl da farklı kılabiliyor bir filmi, zira kadının gözünden izliyoruz ilişkiyi ve gelgitlerini. Adamın filmde hem az sahnede rolü var, hem de kadının bir ara yakındığı üzere duygularını açığa vurmadığı için oynadığı sahnelerde de kendini ele vermiyor. Adam belli ki kadını hala seviyor, ama kadın bu sevgiyi ya da sevginin gösteriliş biçimini yeterli bulmuyor. Bütün kadınlar böyle değil midir zaten? Kadın belki de bu yüzden genelde adama sıcak davranmıyor, gülümsemiyor. Onun sevgisini aradığı zaman bile kendi işini kendi zorlaştırıp bunu farklı yollardan, detaycı karakteriyle ona göstermeye çalışıyor, yine tüm kadınlar gibi. Adam anlamayınca da hüzünleniyor. Çoğu kadın gibi.. Adam uyurken ya da onun uyuduğunu sanırken bir ses kayıt cihazıyla hayal defterinin kapağını açıyor kadın. Başka bir adam görüp ses tonuna bayıldığını, onun kendisine dokunmasını ne kadar çok istediğini söylüyor teybe. Adam ilkinde uyuyor, ama ikinci teyp kaydında uyanık, dinlemede…

Filmde gördüğümüz diğer yan karakterler arasında çiftin arkadaşı bir başka çift var. Ergenlik çağında bir çocukları var ve birbirlerinin evine arada yemeğe gidiyorlar. Ama kadın onlardan sıkılıyor, hatta o kadar ki onların evinden çıkabilmek için yemekte bayılmış numarası falan yapıyor.

İngilizler filmlerini hep güneşli havalarda çektikleri için normalde ülkede hava günlük güneşlikmiş izlenimi edinir normalde insan. Ama Hogg Kasım ayında çektiği filminde Londra’yı kışın olduğu gibi göstererek takdirimi kazandı. Filmde hep yağmurlu ve soğuk olan havaya inat kadın hep parmak arası terlik giyiyor. Film boyunca bir kere ayağında çorap, kapalı ayakkabı görmek kısmet olmadı 🙂 Belki de cansız ilişkisine can suyu vermek istercesine, kalbine kilitlediği heyecanları tekrar yaşamak için kendini yağmura tamamen bırakmak istiyor. Büyük kavgalar etmiyor adamla, çünkü büyük heyecanları yok artık. Büyük bir aşk yok, ilişki bir yerde tıkanmış, birbirlerine ulaşmaya çalışıyorlar ama bu artık çok zor. Gördüğümüz ruhsuz, kısa ve gündelik konuşmalar sadece.

Müzik, filmde bilinçli olarak kullanılmamış. Bunun yerini kadının çalışma odasının sık sık açılıp kapanan sürgülü kapılarının ve sokaktaki insanlar ile makinelerin çıkardığı gürültüler almış: telefonla bilmediğimiz bir dil konuşan bir göçmen kadın, inşaat gürültüsü, araba alarmı… Çiftin evle ilişkilerine gelince… Kadın bu eve fazlasıyla bağlı, bir seferinde yatağın dışında yerde duvarı kucaklamak istercesine, bedeni L şeklini almış halde uyuduğuna şahit oluyoruz. Evle arasındaki bağ adamla arasındaki bağdan daha kuvvetli… Eh, ne de olsa bu tek taraflı bir ilişki, sürdürmesi kolay. Kadın hatıraları tekrar yaşama ve yaşatma peşinde, gitmek istemiyor. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla tek arkadaşıyla yaptığı Skype görüşmesinde, kadın ona evinde 18 yıldır mutlu bir evlilik yaşadığını, bu mutlu anların eve sindiğini, o yüzden de buradan taşınmak istemediğini anlatıyor. Burada gülüyorum. Zira filmin başından beri o söylediği mutlu sahnelerin biri bile nedense yaşanmadı bu evde. Adam ise tam tersine çocuğumuz yok, bizi durduracak hiçbir engel yok, neden taşınmıyoruz, diyor kadına. Bu evde yaşadığımız süre bana 40 yıl gibi geliyor, diyor emlakçıya evi gezdirirken de. Belli ki adam kendini bu eve hapsolmuş hissediyor. Ama neden gitmek istediği belli değil. Acaba mutlulardı ama sonradan bu evde bir trajedi mi yaşadılar da böyle birbirlerinden uzaklaştılar ve evin farklı katlarına sığındılar, diye soruyor insan kendine. Belki bu evde bir çocukları vardı, sonradan öldü. Belki başka bir şey oldu. İhtimaller sınırsız… The Guardian gazetesinin ünlü film eleştirmeni Peter Bradshaw adamın en küçük bir hataya tahammülsüz olmasının nedeni bu trajedidir diye yazmış. Fazlasıyla muhtemel.

Filmi izlerken ara ara şunu düşündüm. Mutsuz bir kentli entelin yalnızlığı, boğucu “burjuva sıkıntısı” ve sorunları başka bir perspektiften bakınca ne kadar da küçük görünüyor. İnsanların ne dertleri var. Bazıları canının derdinde, bazıları ekmek parasının… Öte yandan film insan mutlu değilse çevresini de mutlu edemeyeceğini gösteriyor bize belki de. Bu bağlamda bence insanın en önemli ilişkisi olan hayat arkadaşıyla ilişkisini Hogg çok güzel analiz etmiş. Bu nedenle de İsviçre’de düzenlenen Locarno Film Festivali’nde geçen yıl Altın Leopar ödülüne aday gösterilmiş.

Dolayısıyla filmin adının “Sergi” olması, sadece kadının filmin sonunda açacağı anlaşılan sergiye değil, onun kendi bedenini jaluzisi aracılığıyla Londra sokaklarına kısmen teşhir etmesine, evin ve ilişkinin izleyicileri zaman zaman röntgenci rolüne sokacak şekilde sergilenmesine de gönderme yapıyor.

Sonunda kadın istemeden de olsa evden taşınıyorlar, evlerini üç çocuklu bir aileye bırakarak… Evden ayrılmadan önce dostlarına küçük bir parti veriyorlar. Bu partide şampanyanın yanında evlerinin birebir kopyası, yine tasarım harikası bir pasta da ikram ediliyor. Adam ve kadın pastayı birlikte kesiyorlar, dilimledikçe paramparça oluyor pasta. Birisi banyoyu yiyor, birisi yatak odasını. Evi temsil eden pasta parçalandıkça evin gerçekten onlar için bir hapishane olduğunu; zengin ama mutsuz hayatlarını dış dünyaya karşı barikat olarak kullandıkları bu dört duvar arasında tükettiklerini kavrıyoruz. Sonraki bir sahnede eşyalarını toplayıp kolilerlerken kadın çalışmalarının beğenilmesi sonucunda sergi açacağını söylüyor eşine. Evden kurtulacaklarını bilmek ve kadının beklenmeyen başarısıyla birlikte ilişkileri düzelmeye başlıyor. Okuldan kaçan mutlu çocuklar veya hapisten kaçan umutlu mahkumlar gibiler. Başka bir kente mi, uzun bir seyahate mi gidecekler buradan, orası belirsiz. Kesin olan bir tek şey var: yeni bir geleceğe yelken açtıkları. Birlikte.

*** Şu an Londra’da gösterimde olan filmin fragmanı burda: 

İngiltere’de Basılı Medyanın Geleceği: Abonelik Sistemi ve Ücretsiz Yayınlar

İngiltere’nin ulusal çapta yayın yapan gazetelerinin toplam tirajı, 2008 yılından bu yana dörtte bir oranında azaldı. İngiltere’nin ciddi gazeteleri yani The Daily Telegraph, Financial Times, The Guardian, The Independent ve The Times ile Pazar günleri yayımlanan kardeş gazeteleri (ki bunlar bu gazetelerin toplam tirajının yaklaşık beşte birini teşkil ediyorlar) düşen tirajlarını toparlamak için gazete aboneliği sistemini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar, bu konuda bir nebze başarılı da oldular. Zira Aralık 2008 – Mayıs 2013 tarihleri arasında bu gazetelerin tirajlarının abonelik kaynaklı payı yüzde 26’dan yüzde 41’e sıçradı. Bu gazeteler abonelik sistemiyle satın alınan gazete fiyatlarını bayideki satış fiyatına kıyasla epey düşük tutuyorlar. Bu sistemi pazarlamak için farklı promosyon yollarına da başvuruluyor. Örneğin The Daily Telegraph gazetesi bir yıllığına abone olanlara Kindle e-kitap okuyucusunu ücretsiz olarak veriyor, The Times gazetesi  “Times +” adlı şemasıyla abonelerine belli etkinliklerde indirim sağlıyor, ücretsiz ürünler dağıtıyor, film gösterimlerine, panellere ve sanat sergilerine bilet veriyor, yarışmalar düzenliyor. Bunlar karşılığında gazeteler reklam satışında işlerine yarayan okur verileri elde ediyorlar. Çünkü abonelikler gazetelere okurlarının kimliği ve alışkanlıkları hakkında bilgi veriyor.

Öte yandan İngiltere’de şu an The Times ve Financial Times dışında kalan ciddi gazetelerin internet sitelerine ücretsiz erişim sağlamak mümkün. Dolayısıyla İngiliz gazete okurlarının sadece yüzde 9’u online haber erişimi için para ödüyor. (Gerçi bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 5 oranında artış göstermiş durumda.) Ancak internette ücretsiz olarak yayın hayatına devam eden gazetelerin bile (Mail Online ve The Guardian gibi) tablet uygulamaları ücretli.  Her ay 30 milyon kişinin okuduğu The Sun adlı bulvar gazetesi Ağustos ayında online erişimi paralı hale getiren ilk kitlesel gazete olacak. Aboneleri cezbetmek ve elinde tutmak için sitesine İngiltere Premier Ligi maçlarının başka hiçbir internet sitesinde yayımlanamayan görüntüleri gibi yeni özellikler ekleyecek. The Daily Telegraph gazetesi de “ödeme duvarı” sistemini kullanan ilk ulusal gazete unvanına sahip olacak ve sitesinin kullanıcılarının ayda -yalnızca- 20 makaleye ücretsiz erişmelerini sağlayacak. Şu an bu sistemi Financial Times gazetesi ve The Economist dergisi de kullanmakta.

FREE-handout_RG047

Artık ücretsiz dağıtılan Time Out (London) dergisi

Ne yazık ki gazetelerin online ve basılı versiyonlarının abonelikleri basılı versiyonlarındaki reklam kayıplarını telafi etmeye yetmiyor. 2005’te yaklaşık 4 milyar sterlin gelir getiren gazete reklamları bu yıl tahminlere göre yalnızca 2,1 milyar sterlin değerini yakalayabilecek. İngiltere’deki 12 ulusal gazeteden  bazıları (The Daily Telegraph gibi) maddi açıdan sağlam. Ancak otellerde bedava dağıtılan ve yayıncılık dünyasında pek etkili olmayan The Independent gazetesinin rakipleri gazete kapandığı takdirde onun okurlarını ve reklam verenlerini kapabileceklerini söylüyorlar. İngiltere’de çok az okur için rekabet eden çok fazla gazetenin bulunduğu hala geçerli bir söylem, özellikle de Evening Standard gibi bedava dağıtılan gazetelerin yaygınlaştığı dikkate alınırsa…

A London Evening Standard distributor hands out copies of the newspaper

Artık ücretsiz dağıtılan, saygın akşam gazetesi Evening Standard

Ücretsiz yayınların altın çağlarını yaşamalarının en büyük nedenlerinden biri, İngiltere’de nispeten yeni bir kavramı olan “freemium” yayınların sayılarındaki artış ve okur nezdindeki popülerliği. “Free” ve “premium” yani bedava ve çok kaliteli sözcüklerinin bileşiminden oluşan bu terim; kadın dergisi Stylist, erkek dergisi Shortlist, Sport, haftalık kent kültürü dergisi Time Out * gibi dergileri kapsıyor. Haftada bir kez ücretsiz olarak belli başlı tren ve metro istasyonlarında dağıtılan, bazıları havalimanlarına ve spor salonlarına da girebilen bu yayınlar, bazı kişilerce parayla satılan alternatiflerindeki haber, analiz derinliğine ve sayfa sayısına ulaşamadıkları yönünde eleştirilseler de, bence en az parayla satılan dergiler kadar (hatta bazı durumlarda onlardan daha) kaliteli ve çeşitli bir içeriğe sahipler. Eskiden para karşılığı satılan, ancak artık hafta içi her akşam ücretsiz olarak dağıtılan Evening Standard da, dünyanın ücretsiz dağıtılan en kaliteli gazetelerinden biri olarak tanımlanıyor. Öte yandan hafta içi her sabah ücretsiz olarak dağıtılan bulvar gazetesinin hallicesi kıvamındaki Metro gazetesinin aynı kaliteye sahip olduğu söylenemez. Bu yayınlar parayı aldıkları reklamlardan kazanıyorlar. Örneğin Metro kurulduğundan bu yana, yani 13 yıldır reklam gelirlerini artırıyor, ancak  ait olduğu grubun (Murdoch medya grubu) parayla satılan gazetelerinin reklam gelirleri düşüyor.

Basılı medya organlarının tirajının düşmeye devam ettiği, yerini online medyaya bıraktığı dijitalleşme çağında okurlar tarafından kapışılan bu ücretsiz yayınların popülerliği, sayılarının artmasına yol açıyor. Öte yandan tek gelir kaynağı reklam olan bu yayınların, zamanla sayfalarının daha büyük bir bölümünü reklamlara ayırmaya başlayıp başlamayacakları, ne kadar sürdürülebilir oldukları gibi gazetecilerin ve medya analistlerinin aklına takılan sorular, medya dünyasının geleceği konulu tartışmaların yıldız oyuncusu olacak gibi görünüyor.

58_shortlist_sanex_samping

“Freemium” dergi örneklerinden Shortlist

* Time Out, tirajındaki düşüş nedeniyle Eylül 2012 tarihinden itibaren bedava dağıtılmaya başlandı ve bu yolla tirajını beşe katladı.

*Verilerin çoğu The Economist dergisinin 27.07.2013 tarihli sayısındaki “Newspapers: a decent proposal” başlıklı haberden alınmıştır. (Haberin linki: İngiliz gazeteleri Amerikanlaşıyor)

İngiliz basınından eylemlere güncel yorumlar…

1- THE INDEPENDENT, Richard Hall, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/news/world/europe/eyewitness-in-taksim-square-tear-gas-and-bulldozers-just-add-fuel-to-turkish-protesters-ire-8654611.html

GÖZ YAŞARTICI GAZ BOMBALARI VE BULDOZERLER PROTESTOCULARIN ÖFKESİNİ ARTIRMAKTAN BAŞKA BİR İŞE YARAMIYOR

“–Cüretkâr Türkler İstanbul’da Muhabirimize Başbakanlarının Diktatör gibi Davranmayı Bırakması Gerektiğini Söylediler–

Bir gösterici Başbakan’ın diktatör gibi davrandığını söyledi. Bu konuşmadan hemen sonra Taksim Meydanı göz yaşartıcı gaz bombalarıyla doldu. Akşam üstü meydanda toplanan binlerce kişi yan sokaklara kaçmak zorunda kaldı. Polis meydana saldırdı ve havai fişek atan protestocularla çatıştı. Çatışmalar gecenin geç saatlerine kadar sürü. Polis göz yaşartıcı gaz bombasının yanı sıra tazyikli su da kullandı. Daha sonra protestocular meydana “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganıyla geri döndüler.

İnsan Hakları İzleme Örgütü dün akşam bir erkeğin ciddi beyin travması geçirdiğini ve yoğun bakıma alındığını söyledi. Ayrıca gaza maruz kalan yaklaşık 15 kişinin de hastanelik olduğu belirtildi. Meydana giren buldozerler protestocuların barikatlarını ortadan kaldırmak üzere harekete geçti ve polis memurları protestocuların afişlerini indirerek yerlerine Atatürk resmi ile Türk bayrakları astılar. Gösteriler iki haftadır dinmiyor.

Birçok kişi laik hayat tarzına saldırı olarak algıladığı müdahaleler konusunda endişeli olduğunu ifade etti ve Erdoğan hükûmetini ülkeye İslamcı bir gündem dayatmakla suçladı.

Pınar adında bir gösterici, “Bana göre o bir diktatördür. Burası demokratik bir ülke, o canının her istediğini yapamaz. Başbakan’a kızgınız, her konuşmasında insanları daha da sinirlendiriyor. Bence uzlaşıcı bir tavır takınması gerekiyor ama kendisinde böyle bir tavır görmüyoruz.” dedi.

Diğer göstericiler ise sert bir dil kullanan Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki ateşi körüklediği kanaatindeler. Başbakan ise daha önce göstericileri “çapulcu” ve “aşırılık yanlısı” olarak tanımlamıştı. Ayrıca kendi taraftarlarını sokağa dökme tehdidinde bulunmuştu.

Erdoğan bugün, daha uzlaşmacı bir tavırla protestocuların temsilcileriyle görüşme önerisinde bulundu. Ancak Taksim Meydanı’ndaki göstericiler Erdoğan’ı Türkiye’yi iki kutba bölmekle suçladılar.

Türkiye’de popüler bir sosyal medya sitesinin kurucusu olan Sedat Kapanoğlu, “Erdoğan kendi yüzde 50’si hakkında konuşmaya başlayana kadar halk büyük bir itirazda bulunmadı. Onun tek yaptığı daha çok gerilim yaratmak. Erdoğan’ın halka karşı tavrını değiştirmesi gerekiyor. Sadece kendi taraftarlarını değil; ülkenin diğer yarsını da dinlemeli.” diyor.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı protestolarda dört kişinin öldüğünü, bunlardan birinin de polis memuru olduğunu belirtti. Olaylarda 5.000 protestocu ve 600 polis memuru yaralandı.

Polisin Taksim’deki topluluklara şiddetli saldırısı protestoları yatıştırmak şöyle dursun, evlerine gitmek üzere olan kişileri de harekete geçirmiş oldu. Bunlardan biri şöyle konuşuyor: “Ben buraya yalnızca şiddeti protesto etmek için geldim. Ancak eylem, iktidara, özellikle de Başbakan’ın iktidarına karşı bir protestoya dönüştü. Buradaki insanların çoğu beyaz yakalı: çalışanlar, bankacılar, öğretmenler vs… Bu, çoğumuzun hayatında gittiği ilk protesto, ne yapacağımızı bile bilmiyorduk.”

2- THE INDEPENDENT, Başyazı, 12.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/editorials/editorial-erdogan-plays-it-rough–and-wrong-8653902.html

ERDOĞAN SERT VE YANLIŞ OYNUYOR

“Türkiye’deki protestolarla Arap Baharı arasında eğer bir benzerlik varsa o da tartışmaya açık olmayan bir şekilde iktidarı beklenmedik şekilde sorgulanmaya başlanan bir siyasi liderin aşırı tepkisidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’un Gezi Parkı’nın ve kentin ulaşım merkezi Taksim Meydanı’nın işgal edilmesini kendi otoritesini rahatsız edici ve çok göze çarpan bir meydan okuma olarak görmesi anlaşılabilir. Bu karmaşanın, yatırımcıların cesaretini kırdığını ve ülke ekonomisine bir tehdit oluşturabileceğini düşünmesi de anlaşılabilir ancak protestoları bu kadar saldırgan şekilde sona erdirmeye çalışmak hem akılsızca hem de suçlanmayı hak eden bir davranış.

Türkiye’nin önde gelen liderlerinin “iyi polis kötü polis” oynadığını düşünmek de mümkündü. Zira Erdoğan göstericilere karşı sabrının taşıyor olduğunu ifade etmiş, daha uzlaşmacı yardımcısı, polisin aşırı güç kullanmasından dolayı özür dilemişti ancak Erdoğan Tunus’tan döndüğü an bu ikili oyun -eğer öyle bir şey varsa- sona erdi. Başbakan’ın bugün protesto liderlerini kabul edeceğini açıklamasıyla küçük bir umut ışığı doğdu fakat Taksim Meydanı’na dün yapılan saldırı sadece böyle bir toplantının olma ihtimaline değil (Protesto liderleri toplantıya gelecekler miydi?) Erdoğan’ın toplantı çağrısında bulunurken iyi niyetli olduğu fikrine de gölge düşürdü.

Bu toplantı yapılsa bile bu yeni güç gösterisi atmosferi bozmaya yetti. Aynı zamanda protestocular, ülkenin dört bir yanındaki taraftarları ve iktidardakiler arasındaki mesafenin büyüklüğünü de vurgulamış oldu. Erdoğan demokratik olarak seçilmiş bir hükûmetin başında olabilir, güçlü bir halk desteğinin tadını çıkarıyor da olabilir ancak protestolar herhangi bir hükûmetin, yetkileri ne kadar garanti altında olursa olsun, dikkate alması gereken halk memnuniyetsizliğinin ve bölünmesinin ne kadar derin olduğunu ortaya çıkardı.

Erdoğan’ın kendi deyimiyle “sert oynamak” taraftarları arasındaki desteğinin artmasını sağlayabilir fakat bu uzun ömürlü olmayacaktır. Erdoğan’ın çevreci bir protesto hareketinin Türkiye’nin düşmanları tarafından “ele geçirildiğini” söylemesi de hiçbir şekilde yardımcı olmuyor. Sert oynamak ve muhaliflerini “halkın düşmanları” olarak göstermek köşeye sıkışmış liderlerin standart savunma mekanizmalarıdır ve genelde geri teper. Sadık bir siyasi tabanı olan Erdoğan, İstanbul’da başlayan protestoları ciddiye almakta gönülsüz davranıyor ancak bu, yaptığına pişman olabileceği bir hatadır.”

3- THE GUARDIAN, Simon Jenkins, 12.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/trafalgar-taksim-politics-quare-erdogan

GERÇEK SİYASETİN YAŞADIĞI YER EKRANLAR DEĞİL, SOKAKLARDIR

“—Feldmareşal Twitter’ı unutun. Trafalgar’dan Taksim’e kadar bizi yönetenleri dehşete düşüren şey, meydanın vahşi birlikleridir —

İktidar neden bir kent meydanından nefret edebilir? Bir meydanın ordusu yoktur; oy veremez; gidecek hiçbir yeri yoktur. Yalnızca bir alandır. Ancak, iktidara düşman bir işgali davet eden bir alandır. Dolayısıyla Türkiye Başbakanı dün İstanbul’daki Taksim Meydanı’nı “yeniden ele geçirmek” zorunluluğunu hissetmiştir. Bu majestelerine alternatif bir meşruiyet koltuğu, bir isyan alanı, çirkin bir el hareketidir. Burada tanklar, silahlar, gaz bombaları ve buldozerler kullanıldı ama meydan temizlenmek zorundaydı.

Meydanlar vatandaşların kutsal mabetleridir. Geometrik yapıları geçmişteki ayaklanmaların hayaletlerini gösterir ve gelecekteki ayaklanmaların sözünü verir. Recep Tayyip Erdoğan’ın sadece Kahire’deki Tahrir Meydanı’na bakması ve Pekin’deki Tiananmen, Tahran’daki Azadi, Kiev’de Bağımsızlık, Atina’da Sintagma meydanlarında yaşanan kargaşaları hatırlaması yeterli. Geçmişte bu isimler iktidarın kalbine korku salmış olmalı.

Bir başkentte bulunan bir meydan kızgınların toplanma yeri, mülksüzleştirilmiş kişilerin oturma odasıdır. Orada göstericiler demagojilerinin dünyaya ulaşacağından emin olabilirler. Bize gelişmiş siyasetin, içinde yaşadığımız dijital çağda gezici ve gönüllü oluşumlar, birdenbire ortaya çıkan insan grupları ve Twitter mesajlarına yöneldiği söyleniyor. 1990’larda Amerikan seçim bilimcilerin elektronik demokrasi çağına girdiğimizi ilan etmesinden bu yana, yüz yüze siyasetin öldüğünü düşündük.

Bunu Tahrir, Tunus veya Trablus’ta kırılan kafalara veya Turuncu Kiev sokaklarının, Miloseviç’in Belgrad’ının muzafferlerine anlatın. Bu olayların her birinde güruhlar sokaklara döküldü, telefon uygulamaları veya AK47 tüfekleri yoktu, ancak sayıları çok fazlaydı. İktidardakiler kendi sürelerinin dolduğunu düşünerek kaçtılar.

Bunu İran, Pakistan, Burma, Sri Lanka, Fas ve Bahreyn gibi istikrarsız rejimlerin yöneticilerine sorun. Mareşal Facebook’un veya Tuğgeneral Twitter’ın karşısında tir tir titremiyorlar. Onlar “sefillerden” korkuyorlar, meydanın birliklerinden, barikatlardan, Molotof kokteyllerinden, tuzla buz edilen dükkanlardan, kanlar içindeki polis ve öğrenci görüntülerinden korkuyorlar. İnternet bir kalabalığı ancak toplanmak isterse toplayabilir. Ancak kan dökülmesine neden olan, olayları yaratan bu yürüyen ayaklar ve çığlık sesleridir.

Sanal alemdeki hiçbir tepki Erdoğan’ı ve Taksim Meydanı’nı dümdüz ederek Gezi Parkı’na alışveriş merkezleri ve mülkler dikecek müteahhit dostlarını durduramayacaktı. İngiltere’nin de dâhil olduğu birçok ülkenin modern yöneticileri gibi Erdoğan da ağaçlar ve çimenleri fazla dikkate almayan inşaat çıkarları için rehin alınmış durumda. Ancak bu durum, binlerce insanın onun hürmetsizliğini dünyanın dikkatine sunmak için buldozerlerin önüne yatmasına sebep oldu. İşe yaramamış olabilir, ancak AB’ye girme umutları suya düşen ve aşağılanan Erdoğan, partisinin yozlaşmasının bedelini ağır bir şekilde ödedi.

İnternet siyaseti hükümetleri teftişe ve tartışmaya açtı, ancak eyleme dönüşmezse hiçbir anlamı yok. Online hareketler normal hareketlerin yerini tutamaz, bu yüzden eğlence sektörü şu an gelirlerinin çoğunu canlı etkinliklerden kazanıyor. Online hareketler deneyimler için kesinlikle önemli bir ana portaldır, ancak deneyimin kendisi değildir.  Her müzik menajerinin bildiği gibi “Para dışarıdadır.”

Online hareketler etten kemikten siyasetin de yerini tutamaz. Seçim başarısız olursa ve mermi de yoksa inatçı veya yozlaşmış bir lidere ulaşmak sokağın diliyle mümkündür. Sanal siyaset diğer sanal şeyler gibi gerçekdışıdır. Gerçeğin siyaseti yüzyıllardır değişmemiştir. Bu forumun, meydanın, pazar yerinin siyasetidir.

İngiltere’de Trafalgar Meydanı yıllardır siyasi gösterilere kapatıldı bunun yerine belediye başkanını yükseltecek ticari gösteri ve oyunlara bırakıldı. Erdoğan da böyle bir şeyi uygun görürdü.

Tüm iktidarlar meydanlardan korkar, çünkü tüm meydanlar kalabalıkları sever. Elias Canetti’ye göre kalabalıklar birbirinden çok farklı heyecanların izdihamıdır: öfke, mücadele, kaçma, rahatsız etme, öldürme, arzulama, hayran olma: “Çıplak kalabalığa her şey bir Bastille Meydanı gibi görünür.” demiştir. Freud’a göre bunlar yersiz korkuların oluşturdukları ve “tarihi sarsıntılardır.” Yazar James Surowiecki’ye göre ise kalabalıklar bireylerin aksine, safi kolektif bilgeliğe erişmişlerdir.

Bir tek şeyden eminim ki o da kalabalıkların sonsuza dek süreceği. Siyasetin toplantılardan ve meclisten ayrı kalabileceği fikri delice bir fikirdir.

Barbara Ehrenreich’in uyanışçı “Sokaklarda Dans” adlı çalışması, “devletin ve iş dünyasının ezici gücüne rağmen tek güç kaynağı olarak dayanışmayı” gösterir ve insanların “dayanışma neşesini” tanımlar. Ehrenreich’e göre Woodstock’tan Glastonbury’ye, Coachella’dan Burning Man’e rock müzik festivalleri, övgü toplayacak niteliktedir ve konser olmanın çok ötesine geçip yarı siyasi göçlere dönüşmüştür. Bunlar anarşik neşenin dışavurumlarıdır. İnternet ise onların eşiğinden başka bir şey değildir.

Böyle bir toplanma ustaca bir siyaset anlamına gelmez. Daha ziyade, siyaset ustalığını kaybettiğinde ve kolektif bir bilinçaltının ağına düştüğünde meydana gelir. Ekranlarda değil sokaklarda bulunur. Erdoğan Thatcher’ın kelle vergisi almak için Trafalgar’daki eylemleri dağıttığı gibi, alışveriş merkezini inşa etmek için Taksim’i temizleyebilir. Ancak bu Thatcher’a hiçbir fayda getirmedi. Sonunda Meydan kazandı.”

4- THE GUARDIAN, Timothy Garton Ash, 13.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/12/europe-condemn-erdogan-hubris-democracy

ERDOĞAN’I KINAYIN ANCAK KİBİRLE VEYA YANILGIYLA DEĞİL

“— Avrupa paylaştığımız değerler için direnenleri desteklemeli. Ancak Türk demokrasisinden mucize beklemeyin —

Farklı bir yıl, farklı bir ülke, farklı bir meydan. Prag’da Wencheslas, Kiev’de Bağımsızlık Meydanı, Tahran’da Azadi Meydanı, Moskova’da Kızıl Meydan, Kahire’de Tahrir Meydanı ve şimdi de İstanbul’daki Taksim Meydanı… Her meydan dünyaya totemsel fotoğraflarla ulaşır. İstanbul’da bu, -İTÜ’de akademisyen olan Ceyda Sungur- çevik kuvvet tarafından çok yakından üzerine göz yaşartıcı bomba sıkılan kırmızı elbiseli kadındı. Ulusal simgeler, bayraklar ve renkler değişiyor, – İran’da yeşil, Kiev’de turuncu, İstanbul’da kırmızı – ancak görüntünün özü aynı kalıyor. Genç, kentli, modern, muhtemelen laiklik yanlısı genç bir kadın; silahlı, kasklı ve yüzü görünmeyen bir adamın karşısında… İster Ayetullahların, ister Devlet Başkanı Vladimir Putin’in isterse padişah olmak isteyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinde olsun, bu kişi, direnişe verilen tepkinin gücünü, otoriterliği ve baskıyı temsil ediyor.

Bu barışçıl protesto görüntülerini görünce, hemen kimin tarafında olduğumuzu biliyoruz. Onları destekliyoruz. Onlar bizim halkımız, biz onların halkıyız. Televizyon ve gazetelerin resim editörlerinin seçtiği görsellerin akıl çelen gücünden ve sosyal medyanın anlık grup tercihlerinden etkilenen bizler, bir şekilde yarı bilinçli olarak bunun aynı uzun mücadele olduğunu hissediyoruz.

Bir anlamda bu duygu tamamen yanlış değil. Dünyanın her yerinde şu anda, genç, daha iyi eğitimli, çoğunlukla kentli erkekler ve kadınların oluşturduğu bir çeşit “Beşinci Uluslararası” grubu var. Bu kişiler Şanghay’dan Karakas’a, Tahran’dan Moskova’ya dünyanın her yerinde birbirlerini tanıyorlar ve ilişki kuruyorlar. 1968 kuşağı gibi, ortak noktaları var, ancak bu sefer dünyanın dört bir yanında. Bunun bir nedeni, birçok kentte ve ülkede gezmeleri, yaşamaları ve eğitim görmeleri. Burada, Berlin’de bir Türk asıllı Alman veya Alman asıllı Türk öğrenciyi izledim: Ebru Dursun protestolara katıldı, televizyon izleyicilerine sakince neler olup bittiğini ve kendisi gibi protestocuların ne istediğini mükemmel Almancasıyla anlattı.

Başka bir açıdan bu duygu bizi tehlikeli bir şekilde dalalete düşürebilir. Yukarıda saydığım meydanların her biri farklı bir anı, çok farklı bir bağlamda simgeliyor. Bu anların sonuçları da tamamen farklı oldu. Taksim Meydanı tazyikli su, göz yaşartıcı bomba ve cop kullanan polis tarafından gaddarca temizlenmeden önce burada ülkenin Alevi azınlığına mensup kişiler, “antikapitalist Müslümanlar”, üç rakip takımdan futbol taraftarları, Sufiler, anarşistler ve yoga yapanlar da vardı. Bunların hepsi bir ortak paydada birleşmişlerdi: Erdoğan’ın gelecek yıl güçlenmiş bir başkanlık sisteminde Başkan olduğu takdirde, yeni padişah olmasını engellemek.

Başbakan yurtdışına yaptığı bir geziden Türkiye’ye döndüğünde çift katlı otobüsünün üzerine çıkıp taraftarlarına bir nutuk çekti: “Buradan İstanbul’un kardeş şehirleri Saraybosna, Bakü, Beyrut, Kahire, Üsküp, Bağdat, Şam, Gazze,  Ramallah, Mekke ve Medine’yi selamlıyorum.” Vay be. Birçok siyasi lider iktidarda 10 yıldan fazla kalınca kibre boyun eğer. Her zaman otoriter bir kişiliği olan Erdoğan 2011’de yeniden seçildiği günden bu yana kibirli davranıyor. Sonrasında da daha bağımsız fikirli danışmanlarını işten çıkardı. Ancak bu büyük ölçekli bir kibir. Bunun bir sonucu çoktan kesinleşti: Erdoğan iktidarda kalırsa, uluslararası itibarı asla düzelmeyecektir. “Hoşgörünün sonu”, “vandallar”, “provokatörler” ve “teröristler” hakkında atıp tutarken, Erdoğan bölgesel bir umut meşalesinden bir korku simgesine dönüştü.

Bu olayların ne olmadığı konusunda da net olmak zorundayız. Göstericilerin “Resistanbul” (Direnistanbul) şeklindeki doğaçlama pankartlarında artık “Şimdi Tahrir Taksim oldu” yazıyor. Ancak Taksim Tiananmen şöyle dursun, asla Tahrir olmadı, çünkü Türkiye bir diktatörlük değil; bir seçim demokrasisi. Ancak kesinlikle çok bozuk bir demokrasi, zira hukukun üstünlüğü erimiş, azınlık hakları yetersiz ve kitlesel medya sindirilmiş veya manipüle edilmiş durumda. Türkiye Çin’den daha fazla gazeteciyi hapse attı ancak hala bir demokrasi. Son seçimlerde Erdoğan oyların yüzde 50’sini aldı.

Erdoğan esrarengiz bir şekilde bunun bir Batı komplosu olduğunu söylüyor, ancak bu olay kesinlikle bir Batı komplosu da değil. Bizim fotoğraf makinelerimizin odaklanmasını istediğimiz protestolar Batılı ve Avrupalı değerler olarak gördüğümüz şeyleri kucaklıyor olabilirler, ancak bunlar bir Batılı veya Avrupalı politikasının sonucu olarak cereyan etmedi. 10 yıl önce Türkiye’deki insanlar hala gerçekten Türkiye’nin üyeliğine giden müzakerelerin yapılacağına dair verilen sözün Avrupa Birliği üyeliğiyle aynı şey olduğuna cidden inanırken, böyle göstergeler Avrupa’ya yönelik daha büyük bir ulusal yolculuğun bir parçası olarak görülebilirdi. Ancak şimdi AB üyeliğinin bu çekici sözüne inanç büyük ölçüde geçersiz kaldı. Dolayısıyla Türkler bu değerleri kendileri için içselleştiriyorlar ve gösterişsiz bir şekilde kucaklıyorlar, jeopolitik ya da ekonomik sonuçlara yönelik bir araç olarak değil. Bu bir anlamda iyi bir şey olarak görülebilir. Bu Türk özgürlükleri için Türk mücadelesinden başka bir şey değil.

Geçen hafta İstanbul’daki olayları yerinden takip eden, açıkgöz bir Türk siyaset gözlemcisine, Avrupalı liderlerin Taksim olaylarına nasıl tepki göstermeleri gerektiğini sordum. Bana ‘Hiçbir şey. Bunu Türklere bıraksınlar.” diye cevap verdi. O zaman ona hak vermiştim. Ancak şu an fikrim değişti. AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Stefan Füle’nin başına geldiği gibi, Türk lider anında çeviri kulaklığını tam da kendisine bir mesaj verildiği sırada çıkarsa dahi, kendi halkına böyle kendini beğenmiş bir şekilde zorbalık eden Erdoğan’a karşı Avrupalı liderler düşündüklerini açıkça söylemeliler.

Ancak ortak bir noktada uzlaşmamız gerekiyor. Paylaştığımız değerleri savunan kişilerle, fotoğraflarda içgüdüsel olarak “kendimiz” olarak gördüğümüz o genç kadınlarla tam bir dayanışma örneği sergilememiz gerekiyor. Onlar arasında birkaç tanesi, aslında yılın en azından belli bir bölümünde Avrupa’da yaşadıkları ve Avrupa ülkeleri vatandaşları oldukları için zaten bir anlamda “bizi” oluşturuyorlar.

Öte yandan son seçimi bu kişilerin kazanmadıklarını ve gelecek seçimleri de muhtemelen kazanmayacaklarını kabul etmek zorundayız. Siyasi olarak gerçekçi bir sonuç şu anki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve iktidar partisi içinde artık daha ılımlı olan eğiliminin avantaj sağlayabileceğidir. Daha hakiki bir liberal demokraside dahi Türk modeli, Doğu Akdeniz’de bir Fransa Cumhuriyeti gibi olmayacaktır. En iyi ihtimalle Türk modeli çoğunluğun dini olarak İslam’ı tanıyan, bir laiklik ve demokrasi bileşimi olacaktır. Bu şekilde Türkiye Orta Doğu’nun büyük bölümü için yeniden bir mıknatıs ve Avrupa Birliği için ciddi bir aday ülke haline gelebilir. Türkiye, kısmen Taksim’de olanlar sayesinde önümüzdeki birkaç yılda bu yönde ilerlerse, o zaman biber gazına boğulan protestocuların gözyaşları boşa akmamış olacaktır.”

5- THE SPECTATOR, Claire Berlinski, İstanbul, 15.06.2013

Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8934351/turkeys-agony-the-view-from-taksim-square/

TÜRKİYE’NİN IZDIRABI

“–Erdoğan Neden Barışçıl Bir Protestoyu Şiddetli Bir Kâbusa Dönüştürdü?–

Şimdiye kadar Türkiye’nin dört bir yanına yayılan protestoların gaddar bir şekilde bastırıldığından herkesin haberi oldu. Kentin merkezi olan Taksim Meydanı’nın hemen yanında bulunan Gezi Parkı’nın AKP’nin bir başka Osmanlı tarzı Disneyland inşa projesine dönüştürülmesi kararlaştırılmıştı. Londra standartlarına göre pek parka benzemese de birkaç ağaç ve açıklık bir alandan oluşan bu park, semtte hâlâ var olan az sayıda yeşil alandan biriydi. Protestocular bu küçük sığınağı İstanbul’un kentli karmaşasına kaptırma fikrini dayanılmaz buluyordu.

Polis ağaçları kucaklayan kendi hâlindeki kişileri sürpriz bir saldırıyla dağıttı, sadistçe ve orantısız güç kullandı. Ben bunu haftalardır kendi gözlerimle görüyorum ancak açık ara en kötü saldırı, salı günü Başbakan Erdoğan’ın protestocularla yapacağı toplantıdan bir gün önce polis Taksim Meydanı’nı tekrar ele geçirmek istediğinde yaşandı.

Sürpriz saldırı sabah saat 07.30’da başladı. Kara duman meydanın çevresini çabucak sardı ve göz yaşartıcı bomba tüm semti sarmaladı. Daha sonra altı adet tazyikli su aracı geldi, bunun ardından da yeni göz yaşartıcı bombalar… Taksim’de en az altı kamera bu sahneyi canlı olarak bütün ülkeye gösterirken İstanbul Valisi Mutlu, Twitter’da “bazı protestocuların sis ve duman çıkaran maddeler kullandığını” belirtti ve şöyle konuştu: “Hepimiz bilmeliyiz ki bu kişiler polisin aşırı derecede göz yaşartıcı bomba kullandığı izlenimini vermeyi amaçlıyorlar.” Anladığım kadarıyla göz yaşartıcı bombanın varlığının tek göstergesinin yalnızca sis ve duman olmadığı Mutlu’nun aklına gelmiyor. Mutlu aynı zamanda sadece Taksim’in temizleneceğine söz vermişti. Protestoculara ve parka “asla” zarar verilmeyeceğine yemin etmişti. Ancak üç saat sonra protestocular polisin parkı yeniden ele geçirmesini önlemek için parkın çevresinde bir insan zinciri oluşturdular ancak polisler plastik mermi kullandılar, gazetecileri dövdüler ve yalnızca çok sayıda protestocuyu gözaltına almakla kalmadılar, onların avukatlarını da gözaltına aldılar. İstanbul Barosuna göre 79 avukat gözaltına alındı. Hükûmet şimdi Twitter’daki “provokatörlere” karşı bir “operasyon” düzenlediği yönünde imalarda bulunuyor ancak yaralıları tedavi eden doktorların telefon numaralarını tweet atanlar da “dezenformasyon” suçu işledikleri gerekçesiyle zaten önceden gözaltına alınmıştı. Bir Türk gazeteci savcıların istedikleri her cep telefonuna el koymalarını da kapsayan bir karar çıkarttırdıkları haberini yaptı. Bunu henüz teyit edebilmiş değilim ancak böyle bir şey doğruysa buna kesinlikle şaşırmam.

Ancak bu henüz başlangıçtı. Sakin geçen bir öğleden sonranın ardından 30.000 kişi Taksim Meydanı’na geri döndü. Sonuçta bu her zaman onların meydanıydı ve hâlâ da öyle. Polis onlara daha da fena bir saldırıyla cevap verdi, dev kalabalığı göz yaşartıcı bomba bulutuna ve ses bombasına boğdu. Öğrencilerin, seyyar satıcıların, kadınların da aralarında olduğu korkmuş ve nefesi kesilmiş kalabalık yan sokaklara kaçtı. Ebeveynler küçük çocuklarından ayrılmak zorunda kaldılar. Polis Türk bayrağı sallayan, tekerlekli sandalyedeki bir adama tazyikli su sıktı.

Kollarında kan grupları yazan gönüllüler yaralıları eğreti bir revire taşıdılar. Aşırılık yanlısı fırsatçı çeteler (parktaki barışçıl göstericilere pek benzemeyen) sloganlar eşliğinde polise Haliç’e açılan sokaklarda sataştılar. Yabancı muhabirler bu olayı son zamanlardaki en kötü anıları olarak tanımladılar.

15 gündür süren çatışmalarda dört ölü teyit edildi, birçok kişi ciddi beyin hasarı geçirdi ve en az 10 gencin plastik merminin hedefi olması nedeniyle gözleri çıktı. Yaralı haberleri hızla geliyor ancak sayıyı teyit etmek zor. Türk İnsan Hakları Derneği hastane raporlarına bağlı olarak yaralı sayısını 5.000 olarak veriyor. Ancak yaralanan herkesin hastaneye gitmediğini de akılda tutmak gerekir.

Üstelik birçok doktor muhtemelen devlet baskısı altında olduğundan “polisle çatışmaları” yaralanma nedeni olarak kaydetmiyor, bunun yerine doktor raporlarında kurbanın “kaza geçirdiği” yazıyor. Ancak mahallemdeki (Taksim’e yakın) hastanelerin kayıtlarını elde ettim ve okuduklarımdan buz kestim: Her hastane yüzlerce yaralanma olayını kaydetmişti. Raporlar sayfalarca sürüyordu ve doktorlar bunların “kaza” olmadığı konusundan emindiler.

Belki olayların şimdiye kadarki en acı verici kısmı Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nda saldırılar arasında yaşanan sessiz birkaç gün boyunca tadı çıkarılan barış anlarıydı. Kentin gerçek hâlini çok kısa bir süre için de olsa gördüğümüz bu andı.

Geçtiğimiz cuma günü de Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarıyla durumu alevlendirmeye yönelik gayretli girişimine rağmen barışçıl havada geçti. Öyleki İstanbul Borsası Erdoğan’ın ağzından çıkan her sözle alt üst oldu. Özellikle bir konuşması borsanın yüzde 7,5 oranında düşmesine sebep oldu. (Bu konuşmanın ulusun gayrisafi yurtiçi hasılasına maliyetini hesaplamayı matematikçilere bırakıyorum.)

Bununla beraber bir şekilde saldırıları durdurma talimatı yukarıdan geliyor gibi görünüyordu. Ama hiç kimse bunun kaynağını bilmiyor. Birkaç gün önce Tanrı’ya şükür ki Erdoğan çok acil bir Kuzey Afrika gezisine çıkarak ülkeden kaçmıştı ve ülkeden ayrılışının üstünden birkaç saat geçtiği anda polis Taksim’den çekilmişti.

Cuma günü Taksim ve Gezi Parkı’nda gezindim ve İstanbul’da yaşadığım on yıl boyunca ilk kez kendimi özgür bir ülkede gibi hissettim. Daha önce Türkiye’de böyle bir şey görmemiştim. Taksim’den sürekli geçerim ve her zaman (sivil ve üniformalı) polis kaynıyor olur.

Ancak geçtiğimiz hafta sonu buralar farklıydı ve görkemliydi, dev ve masum bir karnaval düzenlenmişti ve milliyetçi Türklerle milliyetçi Kürtler candan bir şekilde kaynaşmıştı, Mumlarla yakılan balonlar gökyüzüne salıverilmişti ve havadan gelen tek biber kokusu taze ekmeğin arasında dağıtılan acılı ızgara köfteden geliyordu.

Protestocuların kin duydukları şeylerden biri de Başbakanın içki satışlarını kısıtlayacak yeni yasaları geçirmeye yönelik buyurgan girişimleriydi. Buna karşı özel bir isyan göstergesi olarak girişimci protestocular veya girişimci Türkler buz gibi bira sattılar. Bu biralar 1970’li yıllarda sokakları kana bulayarak 1980 darbesine neden olan silahlı çatışmalara giren komünistler ve sağcılar tarafından paylaşıldı.

Parkta sendikacılar, doktorlar, beyaz yakalı çalışanlar ve daha çok da üniversiteliler, eşcinseller, Aleviler, Sufiler ve yogacılar vardı. Hükûmetle dalga geçen doğaçlama dokundurmalar da mevcuttu. Bunların bazıları çok komikti ancak kültürel ve dilsel olarak İngilizceye çevrilmesi olanaksız. Doğaçlama dans edenler vardı. Parkın kurtulması için herkes zıpladı. Ücretsiz kitap ödünç verilen bir kütüphane kuruldu ve birçok kişi koyu renk giyinen, komşuların ne diyeceği konusunda aşırı derecede endişelenen ve ciddi kişiler olan İstanbulluların pek yapmadığı şekilde aptalca ve kaygısızca gülümsüyordu.

Glastonbury müzik festivalinin esrarsız versiyonu gibiydi. Bu çocuklar Wall Street’i İşgal Edin hareketindeki kalabalığa benzemiyorlardı, siyasi olarak ne yaptıkları konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Broşür dağıtmıyorlardı, Saul Alinsky’nin kim olduğunu bilmiyorlardı, sokakları tuvalet olarak kullanmıyorlardı. Herkes mutluydu ve canının istediğini yapıyordu. Böylece Türkiye’nin sürekli halkını izleyen ve dinleyen, sürekli halkına müdahale eden devletinin halktan elini çektiğinde nasıl olacağını bir kereliğine de olsa görmüş oldum.

Ancak salı gecesi itibarıyla o aptal, masum ağaç kucaklayıcılarının çoğu hastanelik edilmişti ve yaralı sayısı çok yüksek. Bunların en kötü yanı ise hiç kimsenin bunun niye olduğunu anlayamaması. Erdoğan protestoların kendisine karşı “finansal kurumlar, faiz lobisi ve medya grupları” olarak tanımladığı dış mihraklar ve teröristler tarafından bir komplo olduğu yönündeki ısrarını artırdı. AKP’li yetkililer halkın önünde Erdoğan’a bir iç savaş mı başlatmaya çalıştığını soruyorlar.

Çarşamba sabahı Taksim Meydanı’nda rahatsız edici bir sükûnet vardı ancak İstanbul bir “evet” kenti değildi artık ve hiç olmayacaktı. Yeniden “yok” kentine dönüşmüştü.”

6-THE ECONOMIST, 15.06.2013

Orijinali: http://www.economist.com/news/europe/21579487-prime-minister-chooses-toughness-over-talk-consequences-turkey-could-be-seriously?zid=307&ah=5e80419d1bc9821ebe173f4f0f060a07

TÜRKİYE’NİN AYAKLANMASI: YÜZLEŞMEYE GİRMEK

“— Başbakan iletişim yerine katı tavırlılığı tercih ediyor. Bunun Türkiye için ciddi anlamda zarar verici sonuçları olabilir —

“Başbakan ser konuşuyor diyorlar. Eğer buna sertlik diyorsanız, üzgünüm ama bu Tayyip Erdoğan değişmez.” Türkiye Başbakanı’nın kendi parti temsilcilerine 11 Haziran’da kullandığı bu iddialı ifade, çevik kuvvetin Taksim Meydanı’nda protestocularla şiddetli bir şekilde çatıştığı sırada söylendi. Meydanı temizlemeye yönelik talimatın nereden geldiği bu sözlerle ortaya çıkmış oldu.

Türkiye’deki karmaşa 31 Mayıs’tan bu yana devam ediyor. Erdoğan Gezi Parkı’nı yıkıp yerine bir alışveriş merkezi ve rezidans dikme yönündeki tartışmalı planını daha önce geri çekseydi, protestolar çoktan, kısa süre içinde dinmiş olacaktı. Bunun yerine inatçı Başbakan on binlerce genç kişiyi kızdıran, kışkırtıcı söylemini püskürtmeye devam etti. Erdoğan ancak 12 Haziran’da biraz yumuşayarak Gezi Parkı planının İstanbul çapında bir referanduma tabi tutulabileceğini belirtti.

Muhalifleri Erdoğan’ın Türkiye’nin müdahaleci ordusunun gücünü elinden yalnızca polise teslim etmek için aldığını söylüyorlar. Erdoğan’ın müttefikleri bile onun hala ülkenin en popüler siyasetçisi olmasına karşın ülkeyi yönetme konusunda hala uygun kişi olup olmadığından şüphelenmeye başladılar. Polis gaddarlığının yaşandığı sahneler İslam dünyası için uzun süre boyunca rol modeli olarak görülen bir ülkenin imajına leke sürdü. Türkiye konusunda çalışan Oxford Üniversitesi’nde akademisyen Kerem Öktem, Erdoğan’ın devrilmesinden önceki dönemde Hüsnü Mübarek’e gittikçe daha çok benzediğini belirtiyor.

Erdoğan 12 Haziran’da protestocularla buluştuğunda bir umut ışığı doğdu. Ancak görüşmeden tam bir gün önce polisin meydana saldırması insanları kızdırdı. Radikal solcular Taksim Anıtı’na ve çevredeki binalara dev afişler asarak hükümetin otoritesine açık bir şekilde isyan ettiler. Yakılmış kamyonetlere ve uzun duvarlar küfürlü grafitiler yazılmıştı: “Türkiye’den Yunanistan’a, “kahrolası” polis.”

Polis protestoculara dağılmalarını söyleyince bir grup provokatör Molotof kokteyli ve taş atmaya başladılar. Cevap tazyikli su ve göz yaşartıcı bombalarla geldi. Hatta gaz bombaları direkt insanların üzerine atıldı. İstanbul Valisi’nin parka dokunulmayacağı yönündeki taahhüdüne karşın polis parka da daldı.

Hayra yorulamayacak bir tavır değişikliğiyle Erdoğan parkın 24 saat içinde boşaltılmasını, aksi takdirde zorla boşaltılacağını açıkladı. Türkiye’nin Amerikalı ve Avrupalı dostları seslerini daha çok yükselterek ortalığı yatıştırma çağrısında bulunsalar da, Erdoğan hala çatışmaya kararlı görünüyor. Erdoğan yalnızca protestocuları çapulcu ve ayyaş olarak aşağılamıyor (Osmanlı döneminden kalma bir camiide bira içtiklerini ve cinsel ilişkiye girdiklerini bile ileri sürdü), aynı zamanda öfkesini dış basına da yöneltiyor. İki Kanadalı gazeteci bu yüzden kısa bir süre tutuklu kaldı. Erdoğan’a göre Taksim Meydanı’nda yaşanan olaylara dair yapılan “abartılı” haberler, dış mihrakların Türkiye’nin borçlanma maliyetlerini artırarak ülkeyi karıştırmaya yönelik küresel bir komplonun parçası.  Bu güya ekonomiyi küçültecek ve bununla birlikte Erdoğan’ı devirecek. Hükümet yanlısı gazeteler bu komploda İsrail ve Yahudilerin oynadığı rolü anlatan öykülerle dolu. Bir AK Partili esas problem “Başbakanın bunlara inanıyor” olması diyor.

Aslında protestocular etiketlenmek istemiyorlar. Aralarında çevreciler, eşcinseller, anarşistler, Kürtler, Aleviler ve çok sayıda kadın var. Neredeyse hepsi Erdoğan’ın kendi toplumsal muhafazakarlığına dayalı dünya görüşünü ülkeye dayatma girişimlerinden ve AK Parti’ye hiçbir zaman oy vermemiş Türk seçmenlerin yarısının pek kale alınmamasından bıkmış. CHP’li milletvekili Aykan Erdemir “Bunlar kolektif haklardan ziyade bireysel özgürlükler için sokaklara dökülen ilk nesil.” diyor.

Erdoğan’ın kavgacı tarzı daha önce ordu ve yargıyla girdiği mücadelelerde işine yaramıştı. Geçtiğimiz hafta dindarların Türkiye’nin laik yöneticileri tarafından nasıl zamanında zulme uğradığını anlatan kışkırtıcı konuşmalar yaptı. Boston Üniversitesi’nde antropolog olarak çalışan Jenny White şöyle diyor: “Erdoğan’ın soğukkanlılığını kaybettiğini ve körlemesine tepki verdiğini düşünenler bu çatışmanın Erdoğan’ın protestoları bir an önce ve bir kerede sona erdirmeye yönelik pragmatik stratejisi olduğunu göz önünde bulundurmalı.”

Ancak bu işe yarayacak mı? Erdoğan’ın devam eden popülaritesinin bir nedeni de ekonomiyi başarılı şekilde yönetmesi. Kutuplaştırıcı taktikleri onun tabanını harekete geçirebilir, ancak ekonomik görünüm zaten pek parlak değilken, görünüşe bakılırsa yatırımcıları korkutuyor. Ayrıca bu cesaret gösterisinin ardında bir gelecek korkusu yatıyor.

Erdoğan Ağustos 2014’te Türkiye Cumhurbaşkanı olmak istiyor. Taksim olaylarına kadar bu göreve geleceğinden emindi. Ancak şimdi AK Parti’yi birlikte kurduğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu görevde ikinci dönemini yaşamak istediğine teşvik olmuş olabilir. Gül’ün kriz boyunca süren uzlaşmacı tavırları ona duyulan desteği artırdı. Ancak demokrat olduğu kadar Müslüman da olan Gül, Erdoğan’ın tartışmalı içki satışı ve tüketimini yasaklayan kanun tasarısını onaylayarak yasalaştırdı.

Birçok şeyin geleceği, önümüzdeki Mart ayında yapılacak yerel seçimlere bağlı. AK Parti bu seçimlerde kötü sonuç alırsa, bazı parti üyeleri Gül’e başvurabilir. Her halükarda Erdoğan’ın uzun süredir sözünü verdiği yeni anayasayla ilerleme ihtimali artık çok zayıf görünüyor. Bu onun Kürtlerle barış görüşmelerini de tehlikeye sokabilir. Suriye’deki çatışmanın Türkiye’ye sıçraması yönündeki tehdit de endişe kaynağı olmaya devam ediyor. Türklerin çoğu Reyhanlı’da geçen ay 52 kişinin hayatına mal olan çifte bombalı saldırıdan Erdoğan’ın Suriyeli isyancılara aleni desteğini sorumlu tutuyor.

Bazı kişiler Erdoğan’ın maço duruşunun arkasında bir paniğin ipucunu saptadılar, bu da durumu daha da kötüleştirebilir. Erdoğan neden bu hafta sonu Ankara ve İstanbul’da mitingler planlıyor ve hangi mesajları verecek? Taraftarları Erdoğan’ı 6 Haziran’da Kuzey Afrika’dan dönüşünde karşıladıklarında ona “Yol ver Taksim’i ezelim” ve “Azınlık sabrımızı taşırma” şeklinde tezahürat yapmışlardı. White’ın uyardığı gibi “Erdoğan ellerine bir sopa almalarını sağlar ve onlara gidecekleri yolu gösterecek işareti verirse, Tahrir Meydanı’nda ortaya çıkıveren canilere dönüşecekler.”

7-THE INDEPENDENT ON SUNDAY, Joan Smith, 16.06.2013

Orijinali: http://www.independent.co.uk/voices/comment/turkey-protests-government-fury-at-istanbul-protests-exposes-an-authoritarian-regime-8660309

ERDOĞAN’IN KÜÇÜMSEMESİ AÇIKÇA GÖRÜLEBİLİYOR

“–Hükûmetin İstanbul Protestolarına Öfkesi Otoriter Bir Rejimi İfşa Ediyor–

Cuma gününün erken saatlerinde Türk hükûmeti karar değiştirdi. İstanbul’da bir parkı işgal eden protestocularla olabilecek bir çatışmanın neticesiyle ilgili bir sürü gürültü çıkardıktan sonra Başbakan birdenbire görüşme önerisinde bulundu. Beş kişi öldükten ve 5.000 kişi yaralandıktan sonra Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı’nın bir bölümünü alışveriş merkezine dönüştürme planlarını mahkeme kararı açıklanıncaya kadar askıya almayı kabul etti. Bu da hükûmetinin taktiklerinin Avrupa Parlamentosunda kınanmasına neden olan endişe verici durumu yatıştırdı.

Ancak bu, kesinlikle Erdoğan’ın sorunlarının sonunu getirmedi. İstanbul’un geriye kalan birkaç yeşil alanından birini koruma amaçlı bir protesto olarak başlayan olaylar apaçık şekilde otoriter hâle gelen bir hükûmete karşı öfkenin odak noktasına dönüştü. Gazeteciler bu eylemlerin ön sıralarındaydı ve geçen yıl dünya genelinde hapiste tutulan gazetecilerin beşte birinde fazlası Türkiye hapishanelerindeydi. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu yılın başlarında düzenlenen ortak bir basın toplantısında gazetecilerin hapiste olması konusunu dile getirmesinin ardından Erdoğan, yalnızca birkaç gazetecinin tutuklu olduğunu söyleyerek ona çıkıştı. Erdoğan “Onlar gazetecilik çalışmaları nedeniyle hapse atılmadılar.” diyerek bu gazetecileri darbe planlamak, yasa dışı silahlara sahip olmak veya terör örgütlerine çalışmakla suçladı.

Bu söylem, anlaşmazlıkların meşru yollarla ifade edilmesiyle düzenli olarak alay eden bir siyasetçi için tipiktir. Erdoğan’ın dili tahrikkâr ve paranoya belirtileri taşıyor.  Erdoğan kürtajları sivillere hava saldırılarıyla karşılaştırmış ve bunu “ülkeyi dünya sahnesinden indirmeye yönelik alçak bir plan” olarak tanımlamıştır. Erdoğan sezaryenle yapılan doğumlara bile öfkelenmektedir. Her kadının en az üç, tercihen beş çocuk doğurması gerektiğini söylemekte, Türkiye’nin çok önemli aile içi şiddet sorununu hafife almakta ve 2002-2009 yılları arasında “namus” cinayetlerinin 14 katına çıkmasıyla ilgili kanıtları reddetmektedir.

Ancak Ankara ve İstanbul gibi kentlerde, azımsanmayacak sayıda modern, eğitimli, haklarını güçlü bir şekilde savunan kadın ve erkek bulunmaktadır. Milyonlarca kişi Erdoğan’ın kendi dinî görüşlerini demokratik yetkilerini epey aşacak şekilde topluma dayattığını düşünüyor. Bu kişiler bir caminin 100 metre yakınında içki satışını yasaklayan yeni yasadan bahsediyorlar. Bu yasak şimdi daha da etkili çünkü Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde 17.000 yeni cami inşa edildi. Bu kişiler “dindar bir nesil yetiştirme” sözünden hoşlanmıyor, özellikle de Erdoğan’ın AK Partisine mensup bir yetkilinin geçenlerde ateistlerin “yok edilmesi gerektiği” yönünde bir Twitter mesajı atmasından sonra.

Modern dünyada mantıklı insanların böyle kısıtlamalara hoşgörüyle yaklaşmasının da bir sınırı vardır. Geçen birkaç hafta içinde Türkiye’nin epey hoşgörüsüz Başbakanı, rıza almaksızın yönetmeye çalışmanın sınırlarını keşfetmiştir.”

8- THE GUARDIAN, Ahmet Davutoğlu, 17.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/16/protests-represent-turkey-democracy-akp

BİZ TÜRKİYE’NİN TÜMÜNÜ TEMSİL EDİYORUZ

“–Hükûmetimiz Birinci Sınıf Bir Demokrasi İnşa Etmiştir ve Barışçıl Protestolara İzin Vermek Başarımızın Yansımasıdır–

İstanbul’daki Gezi Parkı olayları konusunda çok şey söylendi ancak bu olayları tamamen anlamak için daha geniş bir perspektiften bakmak şart.

Öncelikle Türkiye’de demokrasi açığı olduğunu iddia etmek yanlıştır. AK Partinin iktidara geldiği andan bu yana biz toplumun tüm kesimlerinin temel haklarını kullandıkları, istikrarlı ve adil bir sistem kurmak için çabaladık. Bu kolay olmadı; çok büyük engelleri aşmak zorunda kaldık. Bunlar arasında birçok başarısız darbe girişimi, partiyi ve liderlerini ortadan kaldırmak için siyasileştirilmiş yargı girişimleri de vardı. Bu sorunların üstesinden gelirken demokratik ilkeleri sıkı şekilde kucakladık, kamuoyunun bilgeliğine bel bağladık ve hukuk içinde hareket ettik. Kendimizi ülkenin iktidarı olarak değil, halkın seçtiği ve halka hizmet eden demokrasinin hizmetkârları olarak gördük.

Partimiz fikir ve inançların çeşitliliğini takdir eder çünkü bize kılavuzluk eden onlardır. Yönetimimize izin veren yurttaşlarımızın gücüdür. Bu, partinin birbiri ardına seçim zaferleri kazanmasının temel nedenidir.

İkincisi, başarımız sandığın ötesine geçiyor. Gerçekten tüm barışçıl protestolar demokratik katılım ve müzakereyi artırma başarımızı yansıtmaktadır. Ben kesinlikle inanıyorum ki başta genç kuşaklar olmak üzere daha çok kişinin siyasete müdahil olması muhtemelen gerçek bir demokrasi kültürünün sürmesini sağlayacaktır.

Siyasi katılım ve muhalefetin bir tehdit değil, demokrasinin ilerici bir aracı olduğunu düşünüyoruz. 2002’den bu yana Türkiye bunun birçok somut örneğini gördü. Aydınlar, halka mal olmuş kişiler ve gençlerle demokratikleşme, Kürt sorunu ve azınlık meselelerine ilişkin çalıştaylar ve müzakereler gerçekleştirildi. Gezi Parkı konusunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve protestocuların temsilcileri arasında gerçekleşen toplantının ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu temsilcileri protestoların başından bu yana birçok kez toplantıya çağırdı ve parka ilişkin düzenleme planını referanduma götürmeyi teklif etti.

Üçüncüsü, barışçıl protestoları demokratik bir sistemin parçası olarak görmemize karşın bu ilke ile kamu düzeninin korunması arasında ortak noktada buluşmamız da gerekmektedir. Protestolar hükûmetin parkın yeniden düzenlenmesine karşı barışçıl bir çevre eylemi olarak başlamıştı. Ne yazık ki şiddet ve aşırılık yanlısı gruplar onların taleplerini gasp ettiler. Hiçbir demokratik hükûmet yasa dışı veya gayrimeşru bir grubun kamu düzenini altüst etmesine, polise saldırmasına ve mülklere zarar vermesine izin vermez. Ancak protestoculara karşı güç kullanımında bazı hatalar yapıldı ve hükûmet bundan dolayı üzüntüsünü ifade etti. Bu konuda soruşturmalar yolda ve sorumlular bunun hesabını vermeye başladılar.

İlginç bir şekilde yalnızca bazı kışkırtıcıların AK Partiye karşı olması nedeniyle medya kuruluşlarının çoğu onların şiddetini görmezden geldi ve onları demokrasi yanlısı gruplar olarak bile betimledi. Bu yüzden Gezi protestolarının Türkiye’nin birinci sınıf demokratik ekonomiler seviyesine yükselmesi konusunda birtakım şüpheler uyandırmak için suiistimal edildiğini düşünüyoruz. Bununla beraber Reyhanlı’da yakın geçmişte yaşanan terör saldırısı medyada çok az yer aldı.

Biz toplumun büyük bölümünün desteğiyle seçildik ancak tüm ulusun iradesini temsil ediyoruz ve buna cevap veriyoruz. Demokrasi katılım, danışma ve fikir birliği kurmak demektir. Gezi Parkı ile yükselen talepleri duyduğumuz kadar bu hafta sonu parti mitinglerimizi dolduran yüz binlerce kişinin sesini de duyuyoruz.

Seçilmiş bir hükûmeti değiştirmenin tek yolu seçimlerdir. Partimiz, birinci sınıf bir demokrasi inşa etti ve biz buna büyük değer veriyoruz. Türkiye’de hükûmetler 1950 yılından bu yana dört kez siyasi alanın dışında kalan güçler tarafından devrildi. Biz halkın iradesini temsil ediyoruz ve siyasi iktidarımız tüm vatandaşlarımızın iktidarıdır.”

9- THE GUARDIAN, Richard Seymour, Sadece İnternet Sitesinde Yayımlanmıştır, 18.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/18/turkey-standing-man

TÜRKİYE’NİN “DURAN ADAMI” PASİF DİRENİŞİN BİR DEVLETİ NASIL SALLAYABİLECEĞİNİ GÖSTERİYOR

“–Türk Hükûmeti Erdem Gündüz’ün Ağırbaşlı İsyanının Kendi Bunaltıcı Gücüyle Denk Hâle Gelmesinden Sonra Panik Yapmakta Çok Haklı–

Erdem Gündüz bir efsane. Ve bu statüyü kazanması sadece ayakta durarak oldu. Sol-Kemalist siyasi görüşe sahip performans sanatçısı Gündüz, pazartesi günü saat 18.00’de Taksim Meydanı’nda ayakta durmaya başladı. Saat 02.00’ye kadar polisin gaddarlığına karşı sessiz, inatçı ve ağırbaşlı eylemini sürdürdü. Sağlık Bakanı polisin yaraladığı protestocuları tedavi eden sağlık personelinin lisanslarını ellerinden almakla tehdit edecek kadar ileri gitti.

“Duran adam” pasif direniş geleneğinin bazı özelliklerini içinde barındırıyor. Hükûmetin bunaltıcı gücüyle başa çıkabilen, kararlı ancak pasif bir isyanın bazen inatçı rejimlerin ölüm çanı hâline gelebildiğini gösteriyor. İkincisi, pasif direniş tamamen sembolik değil, yöneticilerin hesaplarını altüst ediyor. Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’yı istila ettiğinde bir kısım direnişçi sokak tabelalarını boyamış ve gizemli bir şekilde altyapının işleyişini durdurmuşlardı.

Gündüz’ün protestosu otoriteler için de bir hakaret ve soru niteliği taşıyordu: Onu dövsek mi? Neden, sadece orada duruyor. Peki orada bıraksak mı? Ama o zaman kazanmış olmaz mı?

Gündüz’ün ne yaptığını anlayanlar da ona sadece Taksim’de değil, Ankara’da, İzmir’de, ülkenin dört bir yanında katılmaya başladılar. Türk Devleti panik yapmakta çok haklı.

Sosyal medya, protesto konuları, sloganları ve taktiklerinin virüs gibi yayılmasını sağlıyor. Daha önceki “Twitter devrimlerinin” aksine, Türkiye’de sosyal medyaya halk kitlesel olarak erişiyor. New York Üniversitesine göre sadece bir günde, 28 Mayıs’ta protestoları haber veren 2 milyon tweet gönderilmiş. Paniğe kapılan devletin hakikat ve yalancılık konusunda tekelini yeniden inşa etme girişimi bundan dolayıdır.

Gündüz’ün sessiz protestosunun yansıttığı başka bir neden de hükûmetin protestolara cevabı olabilir. Zira hükûmet protestoları “istediğiniz kadar şikâyet edin, biz kararımızı verdik” şeklinde cevap vererek dağıtmıştı ve daha sonra şiddet gösterisiyle protestoları bastırmaya çalışmıştı. Bu öyle bir şok yarattı ki ulusal düzeyde bir isyana yol açtı. Daha sonra hükûmet günah keçileri aramaya başladı. Protestocuları “terörist”, “ayyaş” “Twitter’cı” olarak tanımlayan Erdoğan protestoların başlama nedenleri arasında bir tek hükûmet politikalarını saymadı.

Ancak Başbakan’ın İstanbul mitinginde de tekrarladığı gibi asıl tema, protestocuların Türk olmadığıydı. Hükûmete göre bu protesto dış kaynaklı ve uluslararası medyanın manipüle edilmesiyle ilişkili bir komplo teorisinin parçası. Hükûmet gerçek Türk ulusunun akşamları tencere-tava çalmadığını düşünüyor. Ancak YouTube’deki protesto videoları izlendiğinde görülecektir ki Türk polisi tarafından sokaklarda avlanan ve şaşırtıcı derecede çok biber gazı yiyen protestocular küçük Türk bayrakları da sallıyorlardır. Dalgın bir şekilde Atatürk’ün resmi önünde duran Gündüz’ün Türk olmaya dair farklı bir fikri var gibi görünüyor.

Bu devlet şiddetiyle doğrudan ilişkili bir konu. Bu protestoları bir arada tutan itici güç elbette devlet şiddetiydi. Protestolar birçok açıdan devletin zayıf yanıydı. AKP’nin 2002’den bu yana artan oy oranıyla kazandığı seçimlere ve devlet aygıtlarındaki düşmanlarına karşı verdiği, büyük ölçüde başarılı olan mücadelesine karşın kendi yükselişini pekiştirebilecek nitelikteki halk konsensüsünü asla elde edemedi.

Daha istikrarlı rejimler şiddeti ve baskıyı kendi iktidarlarını muhafaza edecek şekilde kullanabilirler. Bu hükûmet kendisi için varoluşsal bir kriz yaratmaksızın bunu başaramadı. Ulusal birliğin sembollerine karşı hükûmetin verdiği savaş ve protestocuları “ötekileştirme” girişimi bunun belirtileri.

Devlet şiddetinin hükûmetin geçerliliği hakkında derin sorulara yol açtığı söylenebilir. Polis şiddeti ayaklanmayı bastıramazsa ne bastıracak? Hükûmet bazı protestocu gruplarıyla gergin görüşmeler yapıyor ve Gezi Parkı konusunda gönülsüzce taviz verdi. Ancak protestolar artık yalnızca Gezi Parkı konusunda yapılmıyor ki… Umutsuzluğa düşen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da geçtiğimiz günlerde protestoculara karşı silahlı kuvvetleri salıverme tehdidinde bulundu.

Bu kendi meşruiyetini ve kurumsal yetkisini eski askerî seçkinlere ve özellikle de “derin devlete” karşı savaş açmak üzerine kuran bir hükûmet için sendeleyen bir adım olacaktır. AKP’nin eski düşmanlarının protestoları bastırmak için yeniden doğmalarını sağlayacaktır. Üstelik hükûmetin böyle bir durumda hayatta kalıp kalamayacağı da ucu açık bir sorudur.

Gündüz’ün dokunaklı ve hareketsiz protestosu Türkiye’deki rejimin büyük bir tehlike altına girmesinin simgesidir.”

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir.

İngiliz basınından protesto yorumlarına devam…

1- THE DAILY TELEGRAPH, İngiltere’de bulunan Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü (RUSI)’nde araştırmacı ve Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler bölümü doktora öğrencisi Shashank Joshi,Yorum, 04.06.2013

Orijinali: http://blogs.telegraph.co.uk/news/shashankjoshi/100220077/hubris-and-nemesis-with-a-turkish-accent

TÜRK ŞİVESİYLE KİBİR VE İNTİKAM

— Yurtiçinde ve yurtdışındaki sorunların temelinde Recep Erdoğan’ın yaptığı siyaset tarzı yatmaktadır —

     Türkiye’nin kurnaz Başbakanı Erdoğan birkaç yıldır çok mutluydu. 2011’de domino etkisiyle bölgedeki liderler devrilirken Erdoğan’ın partisi AKP ezici bir farkla seçimleri kazanmıştı. Aynı yıl devrim olmuş Mısır’a bir ziyaret gerçekleştiren Erdoğan dalkavukluk yapan kalabalıklarca karşılanmıştı. Bunların çoğu Erdoğan’ın söylem düzeyinde de olsa İsrail’le tartışma hevesine hayran kalmışlardı. Türkiye’yi İslam ile demokrasinin evliliği olarak görmüşlerdi. Bu evlilik Arap Baharı yaşayan ülkeler için dersler içerebilir nitelikteydi. Bölgesel anketler, Türkiye’nin İslam dünyasındaki gözde konumunun son on yıl içinde arttığını ve Erdoğan’ın açık ara bölgenin en popüler şahsiyeti olduğunu gösteriyordu. Üstelik Erdoğan Türk demokrasisinin geleneksel belası olan darbelerin hakkından gelmiş görünüyordu. Dikkat çeken bir başka şey, Türkiye’nin komutanlarının çoğunun ve amirallerinin yarısından fazlasının – iddiaya göre bir kısmının düzmece suçlardan olmak üzere- hapiste olmasıdır.

Henüz birkaç ay önce Erdoğan atılgan siyasi hamleler yapmak için bu konumunu hala kullanıyordu. Mart ayında Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail Başbakanı Netanyahu’nun simgesel ve diplomatik bir zafer olarak özür dilemesini sağladı. Aynı ay daha da cesur bir adım atarak PKK’yla ateşkes anlaşması imzaladı. Bu stratejik olarak akıllıca bir adımdı. Erdoğan’ın nihai hedefi, ülkenin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun ve kendi partisinin direnişine karşın anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçmekti.

Aslında geçtiğimiz hafta barışçıl protestoların şiddetli şekilde bastırılmasından çok önce çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı. Türkiye’nin ekonomik canlanması ve diplomatik aktivizmi askeri yönetimden halk demokrasisine geçişte bir şeyin tamamen ters gittiği gerçeğini gölgelemişti.

Her şeyden önemlisi, bu bir kibir öyküsüdür. Ürdün Kralı Abdullah yakın geçmişte verdiği bir mülakatta, Erdoğan’ın bir zamanlar demokrasinin bir otobüs yolculuğuna benzediğini söylemişti… ‘Durağıma gelince inerim.’ Güzergâh, demokratik kisve altında gizlenen, ancak hakiki bir demokrasi alışkanlığı ve haklarından yoksun yumuşak tek partili bir otoriter devlet.

Örnek olarak devletin sistematik olarak gazetecileri sansürlemesi ve yıldırması verilebilir. Bazı kişilere göre dünyada en çok gazetecinin hapse atıldığı ülke Türkiye. Erdoğan son derece popüler olan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine karşı yasal işlem başlatma tehdidinde bile bulunmuştu. Protestolar devam ederken CNN TÜRK dikkatleri başka tarafa çekmeye yönelik yayınlar yaparak penguen belgeseli yayımladı. Bu sindirilmiş bir basının en belirgin özelliğidir.

Büyük ölçüde orta sınıfın katıldığı ve Türkiye’nin dört bir tarafına aniden yayılan protestoları ulusal bir kültür savaşı olarak görmek çekici bir şeydir. Laiklik yanlıları İslamcılara karşı, Avrupalılar Asyalılara karşı ve kentli kesim kırsal kesime karşı. Bu şekilde bölünmeler olduğu doğru. AKP’nin muhafazakâr siyasi gündemi – ki bir örneği, pek de kimselere danışılmadan hazırlanan ve parlamentodan geçirilen, kısıtlayıcı yeni alkol yasası – Türklerin çoğunun asabını bozuyor. Ancak bu, laiklik yanlısı bir protestodan çok daha derin ve kapsamlı bir eylemdir. Bir Türk köşe yazarının geçen yıl belirttiği gibi “Temsil yetkisi, herhalde insanların hayat tarzlarını ve kimliklerini dönüştürmek için bir açık çek olarak yorumlanmış.”

Bunun altında yatan sorun basit: Erdoğan’ın siyaset tarzından başka bir şey değil. Hafta sonu halka seslenişi, alıştığımız standart bir Arap diktatörün kaba parodisi gibi kulağa geliyordu. İnsanların bam teline basan bu konuşmada Erdoğan “Twitter toplumun baş belasıdır” diyerek sosyal medyayı suçladı, çoğu barışçıl olan protestocuları da “bir avuç çapulcu” olarak tanımlayarak onlara dudak büktü. Bu konuşmanın en rahatsız edici noktası ise “Bizimle rekabet etmeyin. Siz 100.000 kişi topladıysanız ben bir milyon kişi toplarım.” demesiydi. Bunlar Kaddafi’nin ve Esed’in yankıları, bir Avrupa Birliği adayının değil.

Büyük resme geri dönecek olursak, Türkiye Suriye değil ve bu da bir Türk Baharı değil. Türkiye’nin siyasi muhalefeti dağınık ve organize değil. Erdoğan yeni bir seçimi de muhtemelen kazanabilir. Başbakan düşmeyecek. Ancak kişisel ve siyasi duruşu tamir edilemez biçimde zarar gördü ve bunun bölgede daha geniş çaplı sonuçları olacaktır.

Türkiye’nin dış politikası da olayların gerginliğinden mustarip durumdadır. Türkiye’nin komşu İran ve Suriye ile diplomasisi hüsranla sonuçlandı. Üstelik Suriye ile durum bir savaşa bile yol açabilir. Türk halkı Erdoğan’ın Esed rejimine karşı saldırgan muhalefet etmesinden endişe etmektedir. Halkın çoğu geçen ay bir sınır kasabasında meydana gelen araç bombalama olayını hükümet politikasının gereksiz yere kışkırtıcı olduğunun bir kanıtı olarak görüyor. Türkiye hem yurt içinde hem de yurt dışında yara bere içinde. Şu an bunu söylemek için çok erken, ancak bu yaşananlardan daha sessiz ve içedönük bir ulus çıkabilir.

Çok uzun bir süre boyunca Türkiye bir NATO müttefiki ve yükselen bir güç olarak bazı şeyleri çok kolay elde etti. Erdoğan’a demokrasiyi otobüs yolculuğu olarak gördüğü teorinin sürdürülebilir olmadığını birinin söylemesi lazım.

51ab52a52d7527776d00002c

2- THE GUARDIAN, Hürriyet Daily News ve Star Gazeteleri yazarı Mustafa Akyol – ISPU ve Brookings Enstitüsü’nden Dr. H.A Hellyer, Yorum, 05.06.2013

Orijinali:http://www.guardian.co.uk/commentisfree/2013/jun/04/turkey-renewal-spring-erdogan-democratic

BAHAR DEĞİL YENİLENME

–Türkiye’deki Protestolar Erdoğan Hükûmetinin Demokratik Sicilini Göstermesi İçin Bir Fırsat–

   Yazımıza olayları doğru tanımlayarak başlayalım: Tahrir değil, Taksim Meydanı… Evet, bugün Türkiye sokaklarında yaşanmakta olan birçok şey, Mısır’daki ayaklanma sırasında olanlara benziyor: polis gaddarlığı karşısında sindirilmeyi reddeden barışçıl göstericiler; protestocuların otoriteye hesap sorma konusunda kendi bireysel güçlerinin var olduğuna dair ısrarları; sosyal medyanın rolü ve bir meseleye odaklı bir protestonun daha geniş çaplı bir memnuniyetsizliği yansıtmaya başlaması. Ancak (Arap olmayan) protestoları, Arap baharının son bölümü olarak yorumlamak ne kadar çekici olsa da bu eylemler birçok açıdan Arap baharı eylemlerinden farklı. Üstelik iktidar partisi AKP dikkatli davranırsa bu durumdan kazançlı çıkabilir. Ancak protestoların mesajını görmezden gelirse o zaman Türk baharı etiketi gerçekleşen bir kehanete dönüşebilir.

Arap ayaklanmaları sadece memnuniyetsizlikle ilgili değildi. Onlar demokratik meşruiyeti olmayan despot liderlere karşı yapılan halk ayaklanmalarıydı. Hâlâ da bu niteliklerini koruyorlar. Söz konusu protestolara verilen şiddetli cevaplar binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Bunlar Türkiye’ye benzetilemez zira Türkiye’nin onlarca yıllık demokrasi deneyimi var. Ülkenin Başbakanı, rakipleri zayıflarken oylarını her defasında artırarak üç özgür ve adil seçim kazanarak iş başına gelmişti.

Ancak hükûmetin son birkaç günden çıkaracağı çok ders var. Seçim kazanmak, sağlıklı, çoğulcu bir demokrasinin göstergesi değildir. Sadece seçimleri kazanabileceğinizi kanıtlar, o kadar. Ezici çoğunlukla seçim kazansa bile bir parti suistimale açıktır ve güçlü bir muhalefetten noksan olması durumunda ise bu durum neredeyse kaçınılmaz hâle gelir. Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi, Türkiye için büyük şeyler yaptı ancak eleştiriye karşı tahammülsüzlük, karşı kamplardaki kişilerin herhangi bir katılımının reddedilmesi ve şu anki protestoları önemsememe eğilimi, rahatsız edici bir davranış kalıbını ortaya çıkarıyor.

Mısır’da benzer bir çoğunlukçu yönetim başarısızlıklarla sınır tanımadan devam ediyor. Müslüman Kardeşler’in yönetimsel salahiyeti de hayranlık uyandıracak şekilde değil. AKP sadece Müslüman Kardeşler’den değil birçok Türk siyasi partisinden de daha becerikli olduğunu kanıtlamış olsa da partiler üstü gerçek yakınmalar var. Bunlardan bazıları, İstanbul’un yeni kıtalararası köprüsüne Alevi azınlığın kanlı bir zorba olarak gördüğü bir Osmanlı padişahının adının verilmesi ve alkollü içki tüketimi konusunda tartışmalı kısıtlamaların uygulanmaya başlanmasıdır. Buna Kürt bölücülerle barış sürecinden hiç hoşlanmayan milliyetçi grupları ve AKP’nin karşı çıktığı Esad rejimini destekleyen komünist gruplar da eklenilebilir.

Bütün bu şikâyetler, belki insanları sokaklara dökecek kadar önemli olmayabilir. Ancak polisin kendini dizginlememesi bunu kaçınılmaz hâle getirdi. Polisin gaddarlığı apolitik Türkleri bile dışarı çıkardı, bu da hükûmetin farkına varması gereken bir şey. Hükûmetin Hatay’da -kendi ülkesinde kendi düşüncesini ifade eden silahsız bir vatandaş- bir protestocunun ölmesini de ciddiye alması ve ona göre davranması gerekiyor. Madalyonun diğer yüzünde protestoculara katılan bazı kişilerin aşırı derecede şiddete yönelmesi, ortalığı yakıp yıkması sadece olanlara bir bakış sunmuyor, gerilimin devam etmesi durumunda nelerin olabileceğinin de kısa bir işaretini veriyor.

Geçtiğimiz birkaç gün içerisinde cereyan eden olaylar Erdoğan’ın istifa etmesi gerektiği anlamını taşımıyor ama Başbakan da uzlaştırıcı bir gücün çabasını göstermeli. Dün Erdoğan’ın vekâlet eden Bülent Arınç’ın polisin daha itidalli davranacağına söz vermesi ve kabine içinde bir “özeleştiri” yapması atılan iyi bir adımdır. Erdoğan, Kuzey Afrika’dan dönüşünde buna benzer yumuşak bir dil kullanırsa harika bir hizmet yapmış olur. Bu ziyaret, Erdoğan’a en iyi hükûmetlerin, yalnızca kendilerine oy verenleri değil bütün vatandaşları ciddiyetle dinleyen hükûmetler olduğunu hatırlatırsa iyi olur. Erdoğan’ın başarıları o kadar önemlidir ki daha büyük bir çatışma ve krize yol açacak alternatif bir yolun izlenmesi çok yazık olacaktır.

51ab53d71323adbb76000014

3- FINANCIAL TIMES, İstanbul muhabiri Daniel Dombey, “Günlük” Köşesi, Yorum, 05.06.2013

Orijinali: http://www.ft.com/cms/s/2/fca58092-cc62-11e2-9cf7-00144feab7de.html

TAKSİM HALK CUMHURİYETİ’NİN İÇİNDEN…

İşgal edilmiş bir alana girmek acayip bir şey… Türkiye’de büyük çalkantı yaratan protestoların merkezi Taksim Meydanı yakınlarındaki Kabataş civarında her şey tam olarak normal değil. Buldozerler, Başbakan’ın İstanbul bürosunun yakınlarında taşları, göstericiler onları barikat olarak kullanmasın diye kepçe ile çekip çıkarıyorlar. Küçük çocuklar cerrah maskesi, limon ve yüzücü gözlükleri satıyorlar.

Ancak funikülere binip tepeye çıkarsanız, her şey çok farklı. Taksim Meydanı, Türkiye’nin en büyük kentinin merkezi ancak hiçbir yerde artık polis yok.

Mao ve Che’nin yüzlerinin yer aldığı afişler rüzgârda salınıyor ancak Atatürk resimleri ve Türk bayrakları daha çok. Yanmış araçların bazıları polisin geri dönmesini engellemek için barikat görevi görüyor.

Her yer grafiti dolu: bunların hepsi Başbakan Erdoğan’ı eleştiriyor. Erdoğan protestocuları siyasi aşırı uçların ve muhtemelen dış güçlerin manipüle ettiği aşırılık yanlıları ve çapulcular olarak nitelendirerek kınadı. Onlar da buna karşılık olarak üç kez lider seçilen Erdoğan’ı otoriter bir İslamcı olarak ilan ettiler. “Oh Tayyip, çok tatlısın” veya “Dövüş Kulübü’ne hoş geldin Tayyip” şeklinde kınayan grafitiler yazdılar. Ancak Taksim çöpleri toplayan eylemciler ve belediye sayesinde tertemiz. Meydan’daki kafeler çok yoğun. Turistler hatıra fotoğrafları çekiyorlar.

Her zaman Taksim’in kentin Avrupa yakasının canlı sokaklarına açılan çirkin bir giriş kapısı olduğunu düşünürüm. Ancak Taksim, Türk solunun tarihinde köklü bir yer. 1977’de 30’dan fazla gösterici burada şüpheli bir şekilde vurulmuştu. Taksim’in İstanbul’un kalbindeki rolü de su götürmez.

Geçen Cuma, Gezi Parkı protestosunun başlangıcında meydana geldiğimde çok beklentim yoktu. Birkaç kişi meydanın etrafında gezinerek polise slogan atıyordu.

Ancak daha sonra yürüdüm ve yüzlerce kişinin barışçıl şekilde oturma eylemi yaptığını gördüm. Bundan hemen sonra hepimize gözyaşı bombası atıldı. Ben dolu bir taksinin ön koltuğuna atlayarak oradan kaçtım. Ancak polisle çatışma devam etti ve Taksim’de atılan biber gazları cumartesi gününe kadar kentin Asya yakasından bile görülüyordu. Daha sonra on binlerce, belki de yüz binlerce kişi meydana aktı ve polis meydandan çekildi.

Bir Türk bankasında yöneticilik yapan bir tanıdığım, cuma günü, Taksim’e gitmek için işten çıktığını ve birçok üst düzey iş arkadaşının da orada olduğunu gördüğünü söyledi.

Protestocular farklı zamanlarda farklı biçimler alıyorlar. Geceleri İstanbul’un diğer bölgelerinde polise taş atan gençler ortaya çıkıyor ancak bunlar azınlıkta. Gündüz ise Gezi Parkı çocuklar ve öğrencilerle dolu.

Park’ta bir San Francisco havası da yok değil. Park’ın önünde yoga dersleri, arkasında ise yiyecek dağıtan bir grup genç var. Burada derme çatma bir klinik ve tuvalet kâğıdı ile sargı bezi bağışı yapılmasını isteyen bir yazı tahtası mevcut. Kendi gazetelerini çıkarmayı planlıyorlar. 70’li yaşlarındaki bir çift (kadın başörtülü) Edirne’den desteklerini göstermek için gelmişler.

Bu böyle devam edemez. Er ya da geç polis geri dönecek ve yanan arabalarla afişleri götürecek. Göstericiler, protestolarının ne kadar hassas olduğunu herkes kadar iyi biliyorlar. ABD’de Massachusetts’te, ekonomi doktorasını yeni tamamlayan genç kadın Bengi “Hükûmet ve polis bizi gerçekten ezmek isterse ezebilir. Ancak biliyoruz ki bize şimdi saldırırlarsa daha da büyümeye devam edeceğiz.”

51ac7cea064ecacc3900000d

4- THE GUARDIAN, Editör yardımcısı ve dış haberler köşe yazarı Simon Tisdall, Yorum, 03.06.2013

Orijinali: http://www.guardian.co.uk/world/2013/jun/03/turkey-protests-erdogan-autocratic-ambitions

TÜRKİYE PROTESTOLARI, ERDOĞAN’IN ARTAN OTOKRATİK İHTİRASLARI KONUSUNDA ENDİŞELERİ GÖZLER ÖNÜNE SERİYOR

— Başbakanın iktidar idraki daha çok telaffuz edilir oldu, Türkiye medyası yıldırılıyor ve yargısı sindiriliyor —

Başbakan Erdoğan kendisini bir çeşit doğrucu, babacan ve intikam arzusu taşıyan bir komiser olarak göstermek için on yılını harcadı. Başbakanın İstanbul ve diğer Türkiye kentlerini sallayan protestoların temel odak noktası olması -bazı göstericilerce eski dönemlerin padişahına benzetilen- Başbakanın başarısının ölçütüdür.

Ancak siyasi anlamda kendisinin kavgacı, fevri tarzı taviz vermiyor ve hata kabul etmiyor. Protestolara son verilmesi talebinde bulunurken Türk televizyon kanallarına: “Bu sosyal bir hareketse, onlar 20 kişi topluyorsa ben 200.000 kişi toplarım. Partimden 1 milyon kişi getiririm.” dedi.

Erdoğan İstanbul-Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı projesinin “aşırılık yanlıları” tarafından bir bahane olarak kullanıldığı ve ana muhalefet partisi CHP tarafından kışkırtıldığını söyledi.

CHP ise bunu reddetti. Parti lideri Kılıçdaroğlu, Şubat ayında Başbakanın giderek otoriterleştiğini ve sivil toplumun baskı altında olduğunu söylemişti.

Gazeteci-yazar Cengiz Aktar “Erdoğan güçlü bir başkan, yeni bir Atatürk olmaya çalışıyor. Ekonomi, idari yapı, hepsi yeni bir merkezi yönetime doğru gidiyor ve bunun merkezinde ise Erdoğan var. AKP artık bir parti değil, Erdoğan’ın sahip olduğu aygıt. Bu ülkede çok büyük bir kutuplaşma var.” şeklinde konuştu.

Erdoğan hızlı ekonomik büyüme, istihdam yaratılması ve güçlendirilen altyapılar sayesinde birçok kişinin takdirini kazandı. Ancak işini şansa bırakmıyor. İktidara öyle bir sarılıyor ki devletin tüm kurumlarını kuşatıyor.

Birçok gazeteci hapse atıldı, medya ve yargı sindirildi. Erdoğan artık sendikalar, üniversiteler veya sivil toplum tarafından daha az eleştiriliyor.

Erdoğan’ın gücü arttıkça, AKP’nin yeni-İslamcı dünya görüşü daha da belirginleşiyor. İstanbul sakinleri kafe-barların dışarıya masa atmasının yasaklanmasına ve çiftlerin sokakta yakınlaşmaları nedeniyle aldıkları işgüzar uyarılara sinirlendiler.

Erdoğan’ın işçi mahallesi Kasımpaşa’daki İslami yetiştiriliş tarzı, kişiliği hakkında ipuçları veriyor. İmam-Hatip Lisesi ve Marmara Üniversitesi mezunu olan Erdoğan, siyasete atılmadan önce profesyonel bir futbolcuydu. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi ve Refah Partisi’nin lideri oldu. Daha sonra da Türkiye’nin laik düzenini yıkmaya çalıştığı iddiasıyla kısa bir süre hapis yattı.

2001 yılında söz konusu parti yasaklanınca Erdoğan 2002 seçimlerinden en büyük parti olarak çıkan AKP’nin kurucuları arasında yer aldı. 2003’te de Başbakan oldu. Erdoğan için iktidarın kullanımı, bir alışkanlığa dönüştü.

51ad05da8b9236d455000039

5- THE SPECTATOR, Norman Stone, Yorum, Ankara 08.06.2013

Orijinali: http://www.spectator.co.uk/features/8927491/whats-eating-turkey/

TÜRKİYE’Yİ YİYİP BİTİREN NEDİR?

— Erdoğan kendine düşman edinmekte usta – ancak Suriye’den yardım aldı —

“İslam, siyaset, ekonomi – bunlardan aynı hatta olan ikisini seçin.” Bu bir Türk öğrencimin söylediği harika bir sözdü, hatta iyi bir sınav sorusu da olabilir. Tayyip, (Arapça “çok temiz”-abdest anlamına gelen) Erdoğan (“güçlü doğan kuşu” manasında Türklerin milliyetçi bir referansı olan) 2002’de medyanın tam desteğiyle iktidara gelmişti. Dünyanın istediği şey Alman veya İtalyan Hristiyan Demokrasisinin Müslüman versiyonu idi ve Erdoğan da yıllar boyunca bunu yerine getirdi. Rakip partiler aptalca çekişerek veya yolsuzluk yaparak kendilerini yok ettiler ve Erdoğan’ın partisi çok başarılı oldu, sağlık ve konut konusunda reformlar yaparak sıradan Türklerin hayatını sınır tanımayacak şekilde geliştirdi. Partinin temsilcileri çoğunlukla cana yakın ve şaka kaldırır kişilerdi. Entelektüel İslami gazete Zaman’ın da iyi editörleri ve farklı fikirlere sahip köşe yazarları var. Para birimi istikrarlı bir hale geldi, yabancıları kıkırdatan ve Türkleri rahatsız eden milyonluk Türk lirası banknotları artık yoktu. İhracat canlandı. Devlet malları çoğunluğu memnun edecek şekilde satıldı. Eski Türkiye epey sosyalistti. (Şimdi bile beş yıllık kalkınma planı var, ama kimse bu planın farkında değil.) Yani sonuç olarak diğer bir ifade ile İtalya’daki Hristiyan Demokratlar gibi, oyların üçte birini alan ve birkaç şehir dışında iktidar ihtimali bulunmayan komünistleri kızdırma pahasına…

Erdoğan’ın İtalya sahnesinden ayrıldığı yer tam da burası. Farklılıkları tanımak ve muhaliflerin tercih ettikleri kişileri veya partileri desteklemelerine izin vermek yerine İslami bir mutlakiyetçilik peyda oldu ki bunun ayrıntıları bir acayip.

Türkiye’de üç adet uluslararası ve birinci kalite üniversite var ve şarap içilen öğrenci kulüplerine sahipler. Alkollü içkilerin üniversitelerde satılmaması gerektiği emri geldi ve kulüp şimdi bir nükleer kış yaşıyor. Bu yüzden yabancılardan özür dilemeniz ve onları otellerine taksiyle götürmeniz gerekiyor, akademik kadro dostça bir yerden oldu ve garsonlar işsiz kaldı. Başka anlamsız kısıtlamalar da hükümet taraftarlarının yarısının bulunmadığı bir oturumda sabahın 7’sinde aceleyle parlamentodan geçirildi. Bunlar arasında televizyon ve sinema da şarap bardaklarını buzlayacak, şarap şişelerinin üzerine sigara paketlerinin üzerindeki uyarıları koyduracak, turistlerin gittiği, popüler yerlerde bile içki içilmesini durduracak idari hileler var. Başbakan Erdoğan bu kısıtlamaların hepsini dünyadaki kısıtlamalara gönderme yaparak savundu. Ancak herkes biliyor ki Türkiye’nin Finlandiya veya İngiltere’deki gibi bir alkolizm sorunu yok. İçkili araba kullanmadan doğan kazalar, toplam trafik kazalarının yaklaşık yüzde birini oluşturuyor. Asıl trafik kazaları hızdan doğuyor. Üstelik Ramazan ayında oruç tutulduğu için şekeri düşen sürücüler de yoldan çıkıyorlar.

Ancak hükümet olaya bir kere burnunu soktu ve aptal Püriten ahlak devam ediyor: metro istasyonlarında “ahlaka uygun hareket etmeye yönelik” emirler veriliyor, internet sansürleniyor. Örneğin Daily Mail adlı İngiliz gazetesini bir internet kafede arama motorunda arattığımda  “yasaklı site” uyarısı çıkıyor, çünkü posta anlamına gelen “Mail” sözcüğü erkek / eril anlamına gelen “Male” sözcüğüyle karıştırılmış. Boğaz’ın Asya yakasında yeşil kalan son tepeye dev bir betonarme camii yapılması planları var.  Bu dünyanın her yerinden görülebilecek şekilde göz zevkinin bozulması anlamına gelecektir. Buranın büyük ihtimalle Anıtkabir’le rekabet edecek bir Erdoğan anıtı olması planlanıyor.

Şu anki protestoları ateşleyen şey, küçük ve merkezi parkı yıkarak ondan boşalan alana İstanbul’un 93. alışveriş merkezini dikme teklifi oldu. Hükümet bu protestoya sokaklara gözyaşı bombaları attırarak ve zararsız iyi niyetli göstericileri dövdürerek,  absürt bir şekilde aşırı tepki gösterdi. Ancak bunların hepsi başka bir şeyi daha yansıtıyor: Arap varlığını. Türkiye’deki turizm pazarında Araplar İsraillilerin yerini aldılar. Bunda kısmen Erdoğan’ın Filistin davasına sahip çıkmasının da etkisi var.

Arapların paraları alışveriş merkezlerinin temellerinde de yatıyor, Türkiye’nin cari açığını kapatmaya destek de oluyor. Suudiler ve Katarlılar artık Yalova’da arsa alıyorlar. Bu Osmanlı İmparatorluğu’na romantik şekilde bakan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu çok mutlu etti. Davutoğlu pek de akla ve mantığa uygun olmayan bir düşünce ile Arnavutluk’u Suriye ve Gürcistan hattıyla bağlıyor, ancak Türkiye’nin rolü abartılıyor.

Erdoğan ise İsrail’le geleneksel işbirliğinden vazgeçti ve Arapların ona rağbet göstermesinin tadını çıkarıyor. Ancak bu politika Suriye konusunda kötü bir şekilde başarısız oldu. Esed hükümeti düşmedi ve sözcüsü de Erdoğan’ın rahatsızlığına sevinerek ellerini ovuşturuyor. Bu sözcü geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın  “Ali Baba ve 40 alışveriş merkeziyle birlikte” Doha’ya sürgüne gitmesini tavsiye etti. Bu sırada Türkiye’de 400.000 Suriyeli göçmen bulunuyor ve çoğunluk kendilerinden nefret ediyor.

Geçtiğimiz Cumartesi günü verdiği bir mülakatta Erdoğan uğradığı bozgundan hiçbir şey öğrenmediği çok açıktı. Sosyal medyanın bir baş belası olduğunu, bir bira içen herkesin alkolik olduğunu söyleyerek ders vermeye yeniden başladı ve sorunların dış mihraklardan kaynaklandığını söyledi. Erdoğan yazılı medyayı da suçlayarak 800 gazeteciyi düzmece suçlardan hapse attırmış ve medyayı bu yolla kontrol etmeye çalışmıştı. Erdoğan aynı zamanda gazete sahiplerine de cezalandırıcı vergiler ödeterek tehdit etmişti.

Gazeteci Boris Kalnoky’ye bir gerçeği borçluyuz. Türkiye’de şu an sürmekte olan kriz aslında bir ay önce, Reyhanlı’da bir bombalı saldırı sonucu 50 kişinin ölmesiyle başladı. Bu olayda kimse sorumluluk kabul etmedi. Türk hükümeti derhal Suriye hükümetini suçladı ve birkaç düzine kişiyi elinde kanıt olmadan tutukladı. Daha sonra bu konuda yayın yasağı koydu ve bugüne kadar orada ne olduğu bilinmiyor. Türkiye’ye daha çok sorun çıkarmanın Suriye hükümetinin çıkarına olmadığı açık bir şey, ancak bu şu anda savaşı kaybediyor olan isyancıların çıkarınadır. Aslında Redhack adlı sol örgüt Türk polis kayıtlarına girerek Türk istihbarat servisinin bombalı saldırı planını önceden bildiğini ve yerel yönetimleri uyardığını, ancak bunun bir faydası olmadığını ortaya çıkardı. Herkes, Erdoğan’ın bunun üstünü kapatmak istediği için hükümetinin haber yapılmasını yasakladığını düşünüyor. Hükümetin Suriye iç savaşına müdahil olması birçok kişi tarafından kınandı, ben de bu müdahaleyi savunan daha bir kişiyle bile tanışmadım. İstanbul’un merkezinde şu an süren gösterilerin garip yanı, Reyhanlı’da ölen 50 kişinin adının protestoların ilk başladığı o küçük parktaki ağaçlara tek tek iğnelenmesi. Başarısızlığa uğrayan Suriye politikası nedeniyle bombalı saldırıdan Erdoğan sorumlu tutuluyor.

Şimdi ne olacak? Erdoğan kendi partisini başarısız hale getirdi, bıçaklar çekildi ve bunu Amerikalıların sessizce teşvik ettiğine şüphe yok. Erdoğan hükümetin haber ajansıyla masraflı ve faydasız olduğu gerekçesiyle kontratını iptal eden Zaman gazetesinin desteğini de kaybetti. Cumhurbaşkanı Gül’ün huzursuz olduğu çok açık, Arapların sıcak parası dışarı çıkıyor. Erdoğan şimdiye kadar her şeyin kendi dediği gibi olacağını düşünmüş olmalı. Ancak son gülen Esed de olabilir.

*** Yukarıdaki yorumların çevirisi bana aittir. 

51ae0b8f5883bbee0e000014